Antik Eser Yağmacılığıyla Nasıl Savaşmalı?

IŞİD’in antik eser yağmacılığından inanılmaz meblağlar kazandığına ilişkin çarşaf çarşaf haberlerin yayınlandığı 2014 yılından bu yana antik eser kaçakçılığına yönelik kanuni yaptırımların artırılması yolundaki çağrılar şiddetlenerek arttı. Bu talepler, iki yıl sonra, şimdilerde, karşılığını bulmaya başladı.  

Geçtiğimiz Mayıs ayında, ABD Başkanı Barack Obama, Suriye’den gelen antik eserlerin ABD’ye girişini yasaklayan yeni bir yasa tasarısına onay verdi. Aynı ay, G7 ülkeleri, terörist faaliyetlerin finansmanıyla ortak mücadele kararı alarak, bütün devletleri kültür varlıkları kaçakçılığına karşı sıkı önlemler almaya ve çalıntı sanat eserlerinin tespitine yönelik uluslararası veritabanına katkıda bulunmaya çağırdılar.   

Bu arada, antik eser kaçakçılığıyla mücadeleyi daha uç seviyelere taşımayı önerenler de oldu. Geçtiğimiz yıl, New York Review of Books’un baş editörü Hugh Eakin, normal olarak insanlar için geçerli olan “koruma sorumluluğu” doktrininin, kültürel mirası da kapsayacak şekilde genişletilmesi çağrısında bulundu. İtalya Kültür Bakanı Dario Franceschini, Birleşmiş Milletler’in denetimi altında, anıtları ve kültürel koruma alanlarını koruyacak bir “acil müdahale gücü”nün kurulmasını önerdi. Öneriyi dikkate alan UNESCO, Şubat ayında İtalyan polisiyle işbirliği içerisinde böyle bir birim oluşturdu. Birimin görevi, kültür varlıklarını güvenli bölgelere taşımak, tarihî alanları ise yerinde korumak olacak.  

 

 

 

Bahisleri yükselten Eski Eserler Koalisyonu (Antiquities Coalition) Nisan ayında yayınladığı “Kültür Tehdit Altında: ABD Hükümetine Tavsiyeler” başlıklı raporda, ordunun, kültür varlıklarını korumakla görevlendirilmesini ve sit alanlarının hedef alınmasını engellemek için hava saldırıları düzenlenmesini önerdi. 

Yağmacılığa karşı savaşı tırmandırma taraftarlarının, kaçakçılık türleriyle mücadeleyi askerîleştirmeye yönelik geçmiş teşebbüslerden öğrenecek çok şeyleri var. Fildişine ve gergedan boynuzuna olan yüksek talep sonucunda, geçtiğimiz on yıl içinde Sahra Altı Afrika’da yasadışı avcılıkta patlama yaşandı. Bu iki maddenin de ticareti 1973’ten bu yana yasadışı olduğu halde, ya da, belki de tam da bu yüzden, tek bir filin dişi aşağı yukarı 30.000 dolar değerinde. Kilosu 65.000 dolara satılan gergedan boynuzu ise pahada kokaini bile geçmiş durumda.

Bunlar, yerel ölçütlere göre astronomik meblağlar; yasadışı avcılıktan etkilenen ülkelerin çoğunun kişi başı gayrisafi yurtiçi hasılalarının kat be kat üstünde rakamlar. Etkileri de bir o kadar büyük ve yıkıcı. 2010’dan 2015’e kadar Tanzanya’nın fil nüfusu %60 oranında azaldı. Güney Afrika’da 2007 yılında avcılar tarafından öldürülen gergedan sayısı 13’tü; 2013’ten 2015’e kadar ise her yıl 1000 gergedan öldürüldü.

İstikrarsız hükümetler ile militan grupların ölümcül bileşimi Orta Afrika açısından son derece acı sonuçlar doğuruyor. Suriye’de yasadışı antik eser ticaretinden kâr eden militan gruplar olduğu gibi, Orta Afrika’da da faaliyetlerini fildişi ve gergedan kaçakçılığıyla finanse eden Tanrının Direniş Ordusu (LRA), 23 Mart Hareketi (M23), Demokratik Müttefik Kuvvetler-Ulusal Uganda Kurtuluş Ordusu (ADF-NALU), Seleka ve Ruanda Demokratik Özgürlük Kuvvetleri (FDLR) gibi silahlı örgütler var. Yasadışı avcılık bir endüstriye dönmüş durumda; makinalı tüfeklerle donanmış avcılar yalnızca birkaç saat içinde onlarca fili katledebiliyorlar. 

Hükümetler ise sorunu cebirle çözme yoluna gittiler. Bazı ülkeler, park korucularına askerî eğitim vermekle görevli, emekli özel kuvvet mensuplarının çalıştığı özel askerî şirketler kiraladı. Bunun sonuçlarından biri gittikçe tırmanan bir şiddet sarmalı oldu. Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nde bulunan Virunga Millî Parkı’nda geçtiğimiz on yıl içerisinde 150 park korucusu öldürüldü. 2009 yılında, Garamba Millî Parkı’nın genel merkezine saldırı düzenleyip on korucuyu öldüren LRA, halen parkın yarısının denetimini elinde tutuyor. 1995 yılında Garamba’da 11.000 fil yaşıyordu; 2012’ye gelindiğinde bu sayı 1600’e düşmüştü. 2012’de bir başka milis gücü bir korucu karakolunu basarak, yedi korucuyu ve nesli tükenmekte olan hayvanların korunaklı bölgelerde yetiştirilmesi programı kapsamında parkta tutulan on dört okapiyi katletti.

Bunun üzerine “gördüğün yerde vur” politikası benimseyen hükümetler, park korucularına, hukuki yaptırımlardan muaf olarak adam öldürme yetkisi verdiler. Bu da, beklenebileceği gibi, yetki suiistimallerine ve yanlışlıkla adam öldürme vakalarına kapı araladı. Ki bu da, yetkililere ve onları destekleyip finanse eden yabancı doğa koruma örgütlerine yönelik kini besledi. Tanzanya’da yaşanan bir facia, “gördüğün yerde vur” politikasının açmazlarını ayyuka çıkardı: Ekim 2013’te Tanzanya Turizm Bakanı Khamis Kagasheki, yasadışı avcılıkla mücadele kapsamında “Operation Tokomeza”’ (İmha Operasyonu) adı verilen bir operasyon başlattı. Toplam 2300 asker, polis ve park korucusunun katılımıyla gerçekleştirilen operasyon, tam bir fiyaskoyla sonuçlandı: “yerinde infaz” yetkisiyle donatılan güvenlik güçleri, birkaç ay içerisinde binden fazla insanı tutukladılar; tutuklulara vahşice işkence ettiler; birden çok kişinin ırzına geçtiler; ve on üç sivili katlettiler.   

 

Kenya’daki Amboseli ekosisteminde yaşayan, 1968 doğumlu olduğu tahmin edilen dişi reis Kumkuat, fotoğrafta yavruları Kantina ve Kuaye ile görülüyor. Fotoğraf çekildikten 24 saat sonra Kumkuat ve diğer yavrularının çoğu fildişi avcıları tarafından öldürüldü; dişleri köklerinden çıkarılabilsin diye öldürüldükten sonra kafaları parçalanmıştı. Korucular cesetleri bulduklarında, daha 10 aylık olan, henüz dişleri çıkmamış yavrunun oradan ayrılmamış olduğunu gördüler. Annesinin öldürülmesini ve doğranmasını izlemek zorunda kalan yavru bütün gece tek başına nöbet tutmuştu. Fotoğraf: Nick Brandt, 2012. Kaynak: biglife.org

 

Yaptırımları artırmak soruna çare olmadığı gibi, çoğunlukla istenmeyen sonuçlar doğuruyor; 21. yüzyılda galip gelen her zaman şebeke oluyor. Askerî teorisyen John Robb’un kelimeleriyle söyleyecek olursak, halihazırda, hem Suriye hem de Kongo’nun kuzeydoğu bölgeleri, türlü türlü silahlı örgütün piyasaya çıktığı “şiddet pazarları”na dönüşmüş durumda. Bu örgütler hem birbirleriyle, hem de resmî hükümetle bir tür “açık kaynak savaş” halindeler; savaşırken bir yandan da birbirlerinden öğreniyor ve bu doğrultuda yenilikler yapıyorlar.   

Devletler, silahlı örgütlerin an ben an değişen taktiklerine yeterince hızlı cevap veremiyor; bu tür gruplar devlet bürokrasisinden kat be kat hızlı karar alma süreçleri işletiyorlar. Birbirleriyle bilgi paylaşan istihbarat örgütleri gibiler; bir tanesinin devletin taktiklerinde bir açık bulması yetiyor; diğerleri de hemen onun yolundan gidiyorlar. Robb’un Brave New War (Cesur Yeni Savaş, 2007) başlıklı kitabında dediği gibi:  

 

Liderlerini öldüremezsiniz; çünkü lidere ihtiyaçları yoktur. Gelecek saldırıları engellediğinizden emin olamazsınız; çünkü bu saldırılar küçük ölçekli, dağınık ve öngörülemez olacaktır. Onları taktiklerinizle ya da zekânızla alt edemezsiniz; yenilikçi örgütlenme sistemleri bunu yapmanızı neredeyse imkânsız kılar. Açık kaynak savaşa hoşgeldiniz.

 

Geçmiş tecrübelerimiz bize, antik eser ticaretini yasaklamaya yönelik yaptırım-merkezli bir yaklaşımın kâr etmeyeceğini gösteriyor. Uyuşturucu ve yaban yaşam ticaretini, silah ve insan kaçakçılığını engellemeye yönelik benzer teşebbüsler şimdiye kadar kayda değer bir sonuç vermedi. Suç şebekelerinin en iyi yaptığı iş, duruma ayak uydurmaktır. Hükümetler ise, şebekelerle mücadeleye çuvalla para akıtsalar bile, bir türlü onların hızına erişemez; hantal kalırlar. ABD ordusu, 2004 ile 2014 yıllarında arasında Afganistan’daki eroin imalatının kökünü kurutmak için 7,5 milyar dolar harcadı; sonuç tam bir hüsran oldu; imalat oranları azalacağına katlanarak arttı.

Fakat, başka bir çözüm yolu daha var. Yağmacılığa ya da yasadışı avcılığa kilitlendiğimizde, bu sorunların, daha büyük ve köklü bir sorunun, bir yoksulluk, şiddet ve politik istikrarsızlık sarmalının belirtilerinden ibaret olduğunu gözden kaçırıyoruz. Sam Hardy, 2014 yılında yayınlanan “Hayata Geçirmesi İmkânsız ve Sürdürmesi Son Derece Güç Meziyetler: Ekmeğini Taştan Çıkaranların İnsan Hakları” başlıklı yazısında, yağmacıları alt etmeye çalışmanın beyhude bir çaba olduğunu; onun yerine, kültür mirasını korumakla görevli uzmanların, yerel topluluklara ekonomik getirileri olacak projeler geliştirmeye çalışmaları ve koruma altına aldıkları alanların ekonomik faaliyete açık kalmasını sağlamaları gerektiğini savunuyordu. Böylece, insanlar bu alanları yağmalama gereği duymayacaklardı.    

Kenya, 1990’lardan bu yana, parkları askerî yöntemlerle inzibat altına almaktan vazgeçti. Onun yerine, topluluk-temelli bir model uygulamaya soktu. Doğa koruma örgütleri, yöre halkının gönlünü kazanmaya çalışıyor; arazi-kullanım düzenlemeleri yapmadan önce çobanları dinliyor; koruma heyetlerinde topluluk büyüklerine yer veriyor; park korucularını yerli kabileler arasından seçiyor; yerel grupların turizm girişimleri başlatmalarına izin veriyor; ve genel olarak, koruma alanlarının ortak mülkiyetini teşvik ediyorlar. Bunun sonucunda, kıta genelindeki eğilimin aksine, Kenya’da 2012’den bu yana fil avcılığında %53 oranında bir azalma yaşandı.   

Diğer ülkeler de Kenya örneğinden feyz alıyor gibiler. Nitekim, dönemin Tanzanya İletişim, Bilim ve Teknoloji Bakanı Yardımcısı January Makamba, Operasyon Tokomeza skandalının ardından, konu hakkında şu yorumda bulunmuştu: “Koruma alanlarının etrafındaki köyleri gözetirseniz, onlar da ‘geçimimizi sağlamak için yasadışı avcıların işini kolaylaştırmamız gerekiyor’ diye düşünmezler. Koruma alanlarının kendilerine bir faydasının dokunduğunu görürlerse, yaban yaşamı savunmaya herkesten önce onlar yetişecektir. Yok eğer, orduyu seferber edeceğim diyorsanız; bilin ki, yöre halkını da düşman edersiniz. Neticede, köylerini işgal etmiş oluyorsunuz; bunun onlara bir faydası olamaz.”

Robb, Brave New War adlı kitabında, açık kaynak bir savaşla başa çıkmanın tek yolunun karşı-şebekeler kurmak olduğunu söylüyor. Katılımcı, uyarlanabilir ve ağ-tabanlı örgütler, Robb’un deyişiyle “esnek topluluklar” oluşturabilir; uyum sağlama kabiliyetleri sayesinde diğer ağ-tabanlı örgütler karşısında kendilerini savunabilirler. Kenya’nın topluluk katılımını esas alan yaban yaşam koruma modeli bu yönde gerekli pek çok adım atıyor. Antik eserleri ya da yaban yaşamı korumaya yönelik diğer projeler de umarız bu modelden faydalanırlar.

 

Christopher Jones’un 5 Temmuz 2016’da Hyperallergic’te yayınlanan “What Central Africa’s War on Poaching Can Teach Us About Fighting the Plunder of Antiquities” başlıklı yazısından kısaltılarak çevrilmiştir.

 

 

arkeoloji, savaş sanatları