Akla Karşı Deneyim: Batı Düşüncesinin Bitmeyen Teranesi

 

                                   William Blake, Deneyim Şarkıları ve Masumiyet Şarkıları, 1789            

           

 

Oscar Wilde deneyimi insanın hatalarına verdiği isim diye tanımlar; Samuel Johnson’a göre ise deneyim, ikinci kez evlenmeye karar verenlerde umudun baskın çıktığı şeydir. Emerson her türlü deneyimin değerli olduğunu düşünür – gerçi Guantanamo Körfezi’ndeki tutsaklar bu fikri paylaşmayabilir. Platon ve Spinoza için deneyim yanılsamanın alanıdır ve aklın saf ışığına karşıttır. Jacques Derrida deneyim kavramından nefret eder, karanlık metafizik eğilimleri içerdiğini düşünür. William Blake içinse deneyim yanlış bilincin ve semeresi olmayan arzuların alanıdır. Buna karşılık Keats gibi romantikler deneyime, hakikatin gün yüzüne çıktığı duyusal dolaysızlığın alanı olarak bakar. Keats tarzı romantikler için hakikat, sahicilik demektir – dünyanın nasıl olduğuyla değil, insanın kendi duygularına ve duyularına sadık olmasıyla ilgili bir meseledir.

William James deneyimi varoluşun ana malzemesi olarak görür; ne kadar derine insek de asla altına ulaşamayacağımız bir temeldir deneyim, zira en derinde bulduğumuz şey de nihayetinde yine deneyim olacaktır. Locke ve Hume gibi ampiristler için deneyim, sabah uyandığımızda ayaklarımızın hâlâ yerli yerinde olacağını bilmemizi sağlayan şeydir. Deneyim, Özbekistan’daki medya gibi, fazla güvenilir olmasa da etrafımızdaki dünya hakkında bilgi edinmenin tek yoludur. Deneyimin karşıtı cehalettir, ki bu da onu sahip olunası bir şey kılar; ama deneyim aynı zamanda masumiyetin de karşıtıdır ve bu da onu istenmeyen bir şey haline getirir. “Deneyimli” denince bir insanın “cinsel açıdan deneyimli” olduğu düşünülebilir, tıpkı püriten bir kafa için “ahlaksızlığın” genelde cinsellik demek olması gibi. Deneyim, rasyonel analizleri püskürtmek için başvurulan bir kavram da olabilir – tıpkı Bush ve şürekâsının “şer” kelimesini, veya 18. yüzyılda insanların “beğeni” kelimesini kullanmalarında olduğu gibi. Ne de olsa deneyim, zihninizdeki değil, iliklerinizdeki bir şeydir.

Walter Benjamin için deneyim, yaşlıların gençlere anlattığı hikâyelerdir ve modern zamanlarda yok olması insanlığın başına gelen en hazin fukaralıklardan biridir. Modern dünyada deneyimin yok olduğu yönündeki uyarılara Heidegger’den Adorno’ya kadar pek çok filozofta rastlamak mümkündür. Modern kent hayatının, on dakika önce olup biten şeyleri bile kadim tarih kılan “ezeli ebedi şimdisi”, o kıymetli deneyim mecrasını, geleneği aşındırmıştır. Uçan kaçan algıların ve ânında tüketilen nesnelerin dünyasında hiçbir şey, Proust’un bilince çıkarmak için kılı kırk yardığı anı parçalarını oluşturacak kadar uzun ömürlü olamaz. Modern felsefede deneyim epistemolojiye indirgenir; postmodern düşüncede ise deneyim kategorisinin kendisi, arkasında hiçbir iz bırakmadan yok olma tehlikesi altındadır. Öznenin bu kuramsal ölümü, bir yandan da, daha elle tutulur kayıpların yansıması olabilir. Auschwitz çağında olaylar, tahayyül edilebilir her türlü deneyimin sınırlarını aşmaktadır.

Herhalde deneyimi başlı başına bir kategori olarak ele almak ancak entelektüellerin aklına gelirdi, diye düşünesi geliyor insanın. Sonuçta deneyim dediğimiz şey, aşağı yukarı var olan her şeyi kapsamıyor mu? “Deneyim kuramı” fikri çelişkili gibi görünüyor. Gerçekten de, “deneyim” diye ayrı bir inceleme alanı yalıtmanız mümkün mü, yoksa bu “Düşünce” konulu bir tez yazmaya çalışmak gibi bir şey mi? İşin aslı, teoloji, nicedir böyle bir şeyin mümkün olduğunu varsaydı: Buna göre, Tanrı hakkında çeşitli söylemler var ve Tanrı’yla ilgili gerçek deneyimlerle uğraşan mistisizm de bunlardan bir tanesi. Deneyime başlı başına bir kategori muamelesi etmenin şöyle bir faydası vardır: deneyimin akıl, dinî inanç veya ahlaki yargı gibi meselelere ne ölçüde dahil olduğu sorusunu ortaya atabilirsiniz. Descartes gibi akılcılar, Hume gibi ampiristlere karşı, deneyimin akıl yürütmede çok az rolü olduğunu savunurlar. Dinî inanç söz konusu olduğundaysa, Protestanlar skolastiklerden farklı olarak deneyimin hayati rolü olduğunu kabul ederler; Aristoteles için de deneyimin etikteki yeri Kant’ın düşündüğünden daha fazladır.

Aristoteles ve Aquinolu Tommaso gibi erdem filozofları için iyilik zamanla öğrenilip geliştirilen bir şeydir – kaba komşularınıza tahammül etmeyi veya trombon çalmayı öğrenmeniz gibi. İyilik karmaşık bir beceri veya idmandır; zamanla edindiğimiz bir dizi toplumsal alışkanlıktır ve bu bakımdan sürekli temrini ve deneyim kazanmayı gerektirir. Erdemli kişi, bu zor iyilik sanatına öyle ustalıkla hâkim olmuştur ki, usta bir jonglör gibi, artık sanatını nasıl icra edeceği üzerinde düşünmesi gerekmez. Fakat Kant gibi ödev ahlakçıları buna katılmaz, onlara göre ahlaklılık evrensel bir yasaya uygunlukla ölçülür. Arzu veya kişisel çıkar biçimindeki deneyim onlar için genelde doğru olanı yapmayı engeller.

Ortaçağ kilisesi duyuların uzmanıydı; ama selamete, bol bol deneyim yaşamaktan çok kurallara uygun davranmakla eriliyordu. Althusser’in Katoliklikten yapısalcılığa zahmetsizce geçebilmiş olmasının bir sebebi de budur şüphesiz. İki doktrin kümesi arasında, liberal hümanizme bulaşmadan serbestçe geçiş yapabilirsiniz . Her iki inanç için de öznel deneyim, yerleşiklik kazanmış belirli kamusal pratiklerin sonucudur. “Zihinleri fethedin, gönüller de peşinden gelir”: Katolikliğin en muteber kaidelerinden biridir bu. Althusser’in ideoloji üzerine yazdığı en gözde makalesinde Engizisyon’un hemfikir olacağı çok şey vardır.

Felsefenin yüzünü duyulara çevirdiği, dinin de Protestanlığın içedönüklüğüne meylettiği modern çağ bu anti-hümanizme isyan eder. Ama modern çağ aynı zamanda bilimsel akılcılığın çağıdır. Bilim duyusal olanın düşmanıdır. Bilimin algıya dayandığı doğrudur ama aynı zamanda algıyı şaibeli hale getiren de odur. Değil mi ki güneş yükseliyor gibi görünürken aslında dünya dönmektedir? Böylece şeylerin oluşu ile bizim onlara dair algılarımız arasında bir uçurum açılır. Bu uçurum bizzat gerçekliğe içkin olduğundan, dünyayla  ilgili deneyimimiz de bilmenin olduğu kadar yanlış bilmenin konusu olur. Marx, görünüş ile gerçeklik arasındaki bu kopukluk olmasa bilime gerek kalmayacağını düşünür. O zaman şeylerin esası görünüşlerinde apaçık olacağından hakikat ile deneyim de bir olacaktır.

Üstelik, bütünlüğü içinde kavranamayacak kadar karmaşıklaşan bir toplumda insanların  davranışlarını yöneten kurallar ister istemez onlar için anlaşılmaz olacaktır. Marx der ki bütün önemli toplumsal süreçler, onlara katılan faillerin arkasından işler. Ruhsal bir bilinçdışı kadar, toplumsal bir bilinçdışı da vardır, bu nedenle insanlar farkında olmadan sömürülür. Toplumsal düzen artık yücedir [sublime]: temsile gelmez; Hegel’in, modern çağın eşiğinde, tam da bu temsilî formlardan biri olan sanatın öldüğünü ilan etmesi bundandır. Meta formunun dünyayı duyusal yoğunluğundan mahrum bırakması, deneyimimizdeki bu yaygın seyrelmeye tuz biber eker. Şeylerin tadıyla ve dokusuyla ilgilenen sanat, bu yüzden modern zamanlarda örtük bir siyasi eleştiri biçimini alır.

Postmodernizmin ufukta belirmeye başladığı zamana gelesiye, vaktiyle metaya karşı sessiz bir direniş olan deneyim artık metanın bir cinsi haline gelmiştir. Artık Roma Duvarı’nın etrafında dolaşmıyoruz, Roma Duvarı Deneyimi’miz var; Devler Geçiti yerine, Devler Geçiti Deneyimi… Artık nesneleri değil, onlarla ilgili duyularımızı tüketiyoruz. Arabalarımızdan çıkmak zorunda olmadığımız gibi, kafamızın dışına çıkmamız da gerekmiyor. Metalaşmış deneyimin, meta tarafından içi boşaltılan deneyimi telafi etmesi, postmodern ironinin son raddesi olsa gerek. Bütün bu paketlenmiş turistik alanların ortak yanı, deneyimlenmeleri olduğundan, onlar da tıpkı metalar gibi değiştokuş edilebilir hale geliyor. İstisnai değere sahip bir olay anlamına gelebilecek deneyim kelimesi, her şeyi eşitleyen ölü bir terime dönüşüyor.

Modernlik çağında deneyim, onca zaman donuk Viktorya akılcılığına kurban gitmiş olmanın intikamını fena alır. 19. yüzyıl sonları, vitalizmden, pragmatizmden, Nietzschecilikten, estetizmden, fenomenoloji ve yaşam felsefesinden geçilmez. Akılcılık deneyimin bir kadın olduğundan emindir: kararsız, değişken, muğlak, güvenilmez, duyusal, edilgin, tutarsız ve anlaşılmaz. Oysa Nietzscheci vitalistlere göre deneyim, yola gelmez, erkeksi, kontrol edilemez bir şeydir: onu kavramsal düzene indirgeme yolundaki bütün çabalarınıza rağmen kıyıdan köşeden taşıp duran korkunç bir ektoplazma gibi. Asıl hanım evladı, asıl hadım edilmiş olan, akıldır şimdi.

Sanatsal modernizm gerçeklikten deneyime çevirir yüzünü, şeylerin tasviri yerine, nasıl hissettirdiklerini anlatmaya yönelir. Ama bu aynı zamanda Freud’un çağıdır: benliğin ve algılarının, bilince kapalı olan ilksel süreçlerin sonucundan ibaret olduğunu düşünen Freud’un… Deneyimimizi şekillendiren kuvvetler, ister istemez deneyimimizden eksik olmalıdır: betimleme yetisinin sınırlarını aşarlar ve öznellik sahnesinde boy gösteremezler. Bilimlerin en düşünülemezini –bizzat insan ruhunun bilimini– ortaya atarak orta sınıflarda infial uyandıran Freud’un dönemi, sanatsal avangardın da altın çağıdır: Onlar da, en kıymetli varlığının, iç dünyasının içini oyarak burjuvaziyi dehşete düşürme derdindedir. Psikanaliz nasıl ki bilimin pis pençelerini öznelliğin mahremiyetine geçirdiği ânı temsil ediyorsa, fütüristler ve sürrealistler de onca zaman beslenip semirtilmiş iç dünyanın karşısına şoku, düzlüğü, mekanizmi ve montajı çıkarırlar.

Batı düşünce tarihine musallat olan sorulardan biri, dünyaya ilişkin bilgimizin ne kadarında aklın, ne kadarında deneyimin payı olduğu sorusudur. Kabaca söylenirse, Platon’a karşı Aristoteles; Stoacılara karşı Kinikler; Katoliklere karşı Protestanlar, Spinoza’ya karşı Locke, Paine’e karşı Burke, yapısalcılara karşı hümanistler, hatta Avrupa’ya karşı Amerika… Estetikte aslolan, somutun bilimi olması hasebiyle akıl ile deneyimi uzlaştırmayı vaat etmesidir. Bu yönüyle, modern akla yöneltilen, tikelin biricikliğini çözemediği yönündeki ağır ithamı çürütmeyi amaçlar. Sanat eserinin kendisi bir tür duyusal mantıktır. Yaşanmış deneyimle buluşan mantıktır ve herhangi bir soyut ilkeden çok daha etkilidir. Daha sonra fenomenoloji, bu "somutun bilimi"ni yeniden icat edecektir ki bu tabirin kendisi, akılcılığın bakış açısından, terimlerde çelişki olmaya mahkûmdur. Fenomenolojiyle birlikte, dünyanın derin yapıları yerine, deneyimimizin derin yapılarını kazmaya başlarız.

Felsefi Soruşturmalar’da “niyet etmek bir deneyim değildir” diyerek, anlam denen şeyin insanın iliklerinde hissedeceği bir şey olması gerektiği yanılsamasından bizi kurtarmaya çalışan, Wittgenstein olur. Wittgenstein bizi, düşüncelerimiz için duyularımızı model almaktan vazgeçmeye çağırır; niyetlere deneyimler eşlik edebilir, ama bu filozofun değil psikoloğun meselesidir. Söz vermek de bir deneyim değildir: Size elli peni borç vermeye söz verdim diyelim, bu sözler ağzımdan çıkarken bile aslında sözümü tutmak gibi bir niyetim olmasa da söz vermiş olurum. Anlam, kurallara bağlı birtakım toplumsal pratiklere katılmakla ilgilidir, bir yerinizin ağrımasına veya ateşinizin çıkmasına benzer bir şey değildir. Beş dakika içinde taksinin gelmesini beklediğimi söylersem bir durumu tarif etmiş olurum, içsel bir deneyimimi aktardığım yoktur. Middlemarch’ı okurken zihnimde canlanması muhtemel imgeler romanın anlamının bir parçası değildir. “Otobüs gelecek mi?” diye sorduğumda, kelimelerimin etkisi olması için arkalarında içsel bir duyumsamanın olması gerekmez. Avangard gibi, felsefedeki dile dönüş de, kendinden fazlasıyla memnun ve kendiyle fazla meşgul bir iç dünyanın içini boşaltmada üzerine düşeni yapar. Artık deneyim mahrem bir şey değildir. Bizler de algılarımızın sahipleri değilizdir.

Deneyimler politik içerimlerini ayan beyan gösterseler işimiz kolay olurdu, ama öyle değil. Deneyimlerin önce yorumlanması gerekir ve Perry Anderson’ın gözlemlediği gibi, aynı deneyimden taban tabana zıt politik sonuçlar çıkabilir. Deneyimin genelde muhafazakâr bir kavram olduğu doğrudur, âdet, alışkanlık, gelenek, sağduyu gibi kavramlar deneyimin akrabalarıdır; gelgelelim, radikallerin de kendi âdetleri ve soyağaçları vardır. Her halükârda, deneyimi temel almak eşitlikçi bir tutumdur, çünkü bir unvandan veya Oxford diplomasından farklı olarak herkesin deneyimi vardır. Aydınlanma dönemi radikalleri için deneyim, rahiplerin ve krallarınkine alternatif bir otorite kaynağıdır. Ama aynı zamanda yeni bir siyasi dogmatizm biçimine cevaz da verebilir: deneyim dendi mi akan sular duracaktır zira deneyimi çürütmek imkânsızdır. Nitekim postmodern soldan aşina olduğumuz duygusal şantaj da buna dayanır: Malezyalı, sakat veya lezbiyen olmanın nasıl bir şey olduğunu nereden bileceksin? Böylece deneyim, kıskançlıkla sakınılacak veya bir silah olarak kullanılacak özel bir mülke dönüşür.

İşin aslı bu, eski bir ampirist yanılgının yeniden işlenmiş halidir. Oysa anlamak, empati kurmakla aynı şey değildir. Kayıp Cennet’i, Milton’ın onu yazdığı sırada hissettiklerini içinizde yeniden yaratarak anlamazsınız. Acınızla bağ kurmak için çektiğiniz acının aynısını hissetmem gerekmez; zaten, bir şekilde aynı acıyı hissetsem bile, bu sizinle muhakkak bağ kuracağım anlamına da gelmez. Doğum yapmanın ne kadar sancılı olduğunu nereden bilebilirim? Sadece, bu tür kavramları içeren bir dili konuştuğumu söylemek yeterli olabilir. Başka türlü düşünmek trajik sonuçlara yol açabilir: insanların kendi deneyimlerinin dünyasına kapandığını, kendi algılarının hapishanesinde yaşadığını düşündürebilir. İnsanlar yaşadıkları deneyimlerin ele avuca gelmez rayihasını aktarmak için kelimeleri kullanabilirler, edebiyat da bunun en üstün örneğidir; ama o rayihanın bir kısmının bu süreçte kaybolması kaçınılmazdır. Böyle düşünürsek, deneyim hem son derece önemli, hem son derece güvenilmez bir şeydir.

 

Terry Eagleton’ın 23 Haziran 2005’te London Review of Books’ta yayınlanan “Lend me a Fiver” başlıklı yazısından kısaltılarak çevrilmiştir.

 

Derrida, modernite, avangard, Benjamin, William Blake, Wittgenstein