Toplumsal bir hareket olarak “Gezi Direnişi” hiç kuşkusuz ki Türkiye tarihi açısından bir dönüm noktası olarak değerlendirilebilecek bir olgu. İktidar koltuğunda çok uzun süreden beri oturan hükümetin dayatmacı, ikiyüzlü ve anti-demokratik uygulamalarıyla adeta bilinç tutulmasına sürüklediği Türk gençliğinden tüm siyasi kamplaşmaları aşan bir çizgide gelişen direniş, kimsenin daha önceden tahmin edemeyeceği bir noktaya vardı. İktidarın orantısız güç kullanımıyla ortadan kalktığını sandığı “Gezi Direnişi”nin farklı formlara bürünerek, öncesi ve sonrası görülmemiş bir “demokrasi arayışına” dönüşmesini Türk toplumunun en önemli “kırılma noktalarından” biri olarak değerlendirmek yanlış olmaz. Bu nokta korkunun, otosansürün, farklı formlardaki “baskıların” aşılabileceğini göstermesi bakımından da son derece önemli.
Yerleşik, köşeleri tutmuş tüm güç odaklarının sorgulandığı bir sürecin içinde olduğumuz bu günlerde “sanat bağlamında” tartışılması gereken konular neler olabilir diye yüksek sesle düşünürken aklıma belli bir konu gelmiyor nedense. Öncelikle, görsel sanatlar alanında son on yıldan beri kimilerine göre patlama, gelişme, büyük atılım olarak değerlendirilen sürecin oluşturduğu “güç odaklarını” düşünüyorum. Kendilerine kurum süsü vermeyi başarıp vitrin konuma geçmiş olmayı becerseler de, bu güç odaklarının hükümet etrafındaki oluşumlardan beslenerek kendilerini var ettikleri gerçeğini yok saymamız mümkün mü? Tek tek örnek vermeye gerek yok; yakın geçmiş tüm yıkıntılarıyla gözümüzün önünde duruyor. Siyasi iktidar ile sanatsal iktidar arasındaki yakın bağlantıları sorgulayabilecek bir sanatçı, aydın kuşağının varlığını “Gezi Direnişi” sırasında duyumsamamız mümkün oldu. O yüzden kişisel olarak, toplumsal demokrasi arayışının sanat alanında da karşılığını bulacağını düşünüyorum. Çünkü sonuçta İstanbul’da son on yıl içinde oluşan “sanatsal güç odakları”, sanatın en önemli görevi olan “sorgulama fonksiyonunu” gündem dışına iterek, dekoratif, pasif, içeriksiz bir sanatsal üretimin pompalanmasına destek verdiler. Çağdaş sanat maalesef bu oyunun aleti olarak gündeme geldi. Kelimenin tam anlamıyla “bilinç kirlenmesinin” yaşandığı çağdaş sanat ortamında sanat ve sanatçılardan çok, şaibeli kurumların, koleksiyonerlerin, artokratların, fuarların, müzayedecilerin “yön belirlemesiyle” vardığımız nokta aslında “Gezi Direnişi”nin başladığı “artık yeter” hissiyatına yakın bir yerde duruyor.
Fotoğraf: Murat Germen, 2013
Siyasi iktidar ile çağdaş sanat ortamındaki iktidar arasındaki omuz omuzalık, sadece maddi alandaki öz-çıkar ilişkilerine dayanmıyor. “Demokrasi demokrasi” diyerek aslında en anti demokratik tavrı uygulama hakkını kendinde gören siyasi iktidar ile çağdaş sanat kisvesi altında yeni Osmanlı estetiğini fuar düzenleyerek pompalayan sanatsal güç odakları arasındaki yaklaşım benzerliği dikkat çekici. Topçu kışlasını AVM olarak tasarlayan zihniyetle, “Sergiyi gördün mü?”, “Sergiye gelecek misin?” diye ilanlar veren “öngörülü” anlayış arasındaki belli bir farklılıktan söz etmemiz mümkün mü? Bu ve buna benzer örnekleri çoğaltmak hiç zor değil. Benim burada sorgulamak istediğim, çağdaş sanat ortamının da Gezi Direnişi'ni başlatan kitlenin cesaretine paralel bir yaklaşımla belli bir uyanışı, “kurumsal sanat mekanizmasının” yaptırımcılığına, nobranlığına karşı çıkışı gerçekleşip gerçekleştiremeyeceği.
Fotoğraf: Murat Germen, 2013
İmgenin Ayağa Kalktığı Durumlar
İstanbul Bienali artık masumiyetini kaybetmiş bir etkinlik olarak, dünyada “İstanbul’u ziyaret edebilmenin en kabul edilebilir nedeni” olarak yorumlanan bir organizasyon düzeyinde. Önümüzdeki sonbaharda on üçüncü kez gerçekleştirilecek olan bu etkinlik öncesinde yaşanan gelişmeler, protesto gerçekleştiren sanatçılara karşı uygulanan anti-demokratik tavır, “kurumsal sanat mekanizmasının” ülkemizde geldiği düzeyi gözler önüne sermişti. Asla kabul edilemeyecek denli sanatçıları aşağılayan yaklaşımlar üzerine bir tür protesto olarak kurulan “Anti İstanbul Biennial 2013” forumu, sanat ortamında daha önce hiç görülmemiş bir dayanışma ile “tavır geliştirmenin” örneğini verdi. Bu, Türkiye’de daha önce yaşanmamış bir sanatsal dayanışma olarak, güç merkezlerine karşı gerçekleştirilen ortak bir tavırdı. Gezi Direnişi’ne paralel tarihlerde İstanbul’da sergi açan Kendell Geers yaptığı “Artık bienale gerek yok” açıklamasıyla[1] bu konuda söylenebilecek olan en etkin cümleyi gündeme getirmiş oldu. İşte neredeyse son on yıldan beri çürük bir diş gibi sallanan, sorgulayıcı sorumluluğunu yerine getiremeyip Türk sanatçılarını ötekileştirerek, bir “event” karakterine bürünen İstanbul Bienali’nin geldiği nokta bu. İstanbul Bienali’ni eleştirmekten öte, bir durum değerlendirmesi yapma zorunluluğundayız. “Kurumsal sanat mekanizmasının” ülkemizdeki en güçlü temsilcisi olan Bienal, bir sistem olarak günümüzdeki hantal, anti-demokratik kimliğiyle “sorgulayıcı düşünceye” tamamen sırtını dönmüş bir noktada duruyor. Bu konuyu irdeleyen en ilginç yazılardan biri olan İMECE/Toplumun Şehircilik Hareketi imzalı yazıyı okumanızı tavsiye ediyorum.[2]
Fotoğraf: Murat Germen, 2013
Gezi Direnişi’nin gündeme getirdiği bir görsel dinamizm; eleştirinin, protestonun imgelere dönüşmüş hali vardı ki, burada gözlemlediğimiz içtenlik, ülkemizde gerçekleştirilen sergilerde, bienallerde ve diğer görsel etkinliklerde hiçbir zaman rastlayamadığımız “samimiyeti” gündeme getiriyordu. Gezi Parkı’nın direniş süresince her gün çehresini değiştirerek farklı bir “imge gücünün”, ince zekânın ürünü olan sloganları, sembolleri üretmeyi başarması, üzerinde durulması gereken bir olgudur. Duvar yazıları, pankartlar, el ilanları ve diğer kitle iletişim araçları kullanılarak geliştirilen protestonun görsel etkileyiciliği, sosyal medya araçlarıyla çok kısa bir sürede paylaşıldığı için, ülkemizdeki demokrasi arayışları ile yaratıcı düşünce-eylem arasında ilginç bir eşzamanlılık kuruldu. Bu da daha önce ülkemizde hiç yaşanılmamış bir “sanatsal etkinlik” olarak değerlendirilmesi gereken bir karaktere sahipti. Fotoğraf, video ve diğer tekniklerle belgeselleştirilen Gezi Direnişi’nin önümüzdeki yıllarda sosyolog ve sanat tarihçilerini yakından ilgilendirecek bir “estetik” geliştirdiğini unutmamamız gerekiyor. Hiç beklenmedik bir anda ve mekânda kendiliğinden oluşan “direniş estetiği”, protestolar sırasında kendi yaptığını, ismini önplana çıkarmaya çabalayan birkaç profesyonel sanatçının içler acısı çabalarını bastırıyordu.
Taksim Meydanı’nda “güç odaklarının” sınırlayıcılığına karşı çıkan bilinçli, onurlu, mücadeleci insanlarımızın geliştirmeyi başardığı “özgün mizah” anlayışından özellikle söz etmek gerektiğini düşünüyorum. Son on yıldan beri sanat çevresi kendisini, yaptıklarını hazcı bir şekilde “marka” olarak kavradığı için hem eleştiri, hem de mizah bundan kendi payına düşeni aldılar. Her çalışmanın bir başyapıt, her serginin Türkiye’de bir ilk, her fuarın dünya çapında sanatsal etkinlik olması aslında bir tür kara mizah malzemesi olarak kullanılabilir. Ama bırakalım kara mizahı, eleştirinin “e”sine dahi katlanılamayan bir sanat ortamında, Gezi Direnişi’nin gündeme getirdiği “özgün mizah” belki de ders alınabilecek bir karaktere sahip. Bu açıdan romancı Niyazi Zorlu’nun kaleme aldığı aşağıdaki satırları sıradışı buluyorum:
“Demokrasi osuruk kokuyor, demokrasi leş kokuyor bu ülkede. Hak arayışlarının, hak taleplerinin bir kişinin dudağından çıkacak iki kelimeye göbekten bağlı olduğu, herkesin bir ağza baktığı sistemlere demokrasi denmiyor.
Öpüşen gençleri ihbar etmekten, Başbakanlığın, devlet adamlığının gereklerini yerine getiremeyen birine demokrasiyi yedirmeyiz. Ekonomiyi kalkındırdık derken hayat kalitesini yerin dibine sokan bir rantiyeye demokrasiyi yedirmeyiz.
Ölenler, yaralananlar, kırılan kalpler yerine kırılan çerçevelerden bahseden bir ŞEYe demokrasiyi yedirmeyiz.
Çıkardıkları pis kokularla kendini savunmaya mahkûm bütün OSURGAN BÖCEKLERİNE duyurulur.”[3]
Fotoğraf: Murat Germen, 2013
Kısırdöngüye Karşı Şimdi Ne Yapılabilir?
Gezi Direnişi’nin gündeme getirdiği en önemli olgulardan biri de demokrasi arayışının gökten zembille inmeyle değil, mücadele edilerek, korkuların üzerine gidilerek, yerleşik güç sistemlerinin sorgulanarak formlandırılabileceğiydi. Artık hepimiz çok iyi kavradık ki, Türkiye’de hiçbir siyasi olguya, eskisi gibi bakılamayacak. Bunun sanatla, özellikle de çağdaş sanat ortamıyla olan ilişkisini sorgularken, politik ortam ile sanat ortamı arasında belli ortaklıkların olduğunu görmemek neredeyse imkânsız. Bu ortaklıklar arasında yazımın önceki kısımlarında değindiğim “kurumsal güç yoğunlaşmasının” yanı sıra, son on yılda ülkemizde gücünü giderek artıran “sanatın içeriksizleştirilmesi” çabalarının yaratmış olduğu “kısırdöngü” de var. Bu öylesine bir kısırdöngü ki, genç sanatçılara, yazarlara deneylere girebilecekleri bir alan ve zerre kadar özgürlük tanımıyor. Politik alandaki sıkışmışlıkla, sanatsal alandaki sıkışmışlık benzer karakterlere, neden-sonuç ilişkilerine dayanmıyor mu? Sanat ortamındaki kısırdöngünün galeri, fuar, müzayede üçgenindeki paslaşmalarla çözülemeyeceği çok açık olarak görülebiliyor artık. Eğer politik bir bastırma, susturma sisteminden bahsedebiliyorsak, bunun sanatsal ortamdaki karşılığını da, galeri, fuar, müzayede üçgeni dışında kalanların “yok sayılmasında” bulabiliriz. Bu bermuda şeytan üçgenini kimlerin neden desteklediklerini çok iyi biliyoruz. Son on yılda oluşan sanatsal manzara, politik ortamımızla aynı derece kirli, can sıkıcı ve yaratıcı düşünenlerin önünü kesebilecek kadar nobran. Bu noktada, kısırdöngünün tam ortasındayken ne yapılabilir?
Bir çırpıda bu sorunun yanıtını vermek kolay değil. Çünkü özellikle son on yılda oluşturulan sanatsal ortamın “kalın tabakası”, acil eylem planını devreye sokabilecek bir sanatçı kitlesinin varlığını ortadan kaldırmak için çok çalıştı. Sorgulayan değil, sadece “uygulayan” bir sanatçı kuşağı, neredeyse her ilde kurulan üniversiteler ve güzel sanatlar fakülteleriyle yetiştirildi. Aynı durumun sanat tarihi, sosyoloji gibi sosyal bilim dallarında da görüldüğü açıkça ortadayken, Gezi Direnişi’ndeki genç sanatçı ve akademisyenlerin çoğunluğunu kavramak kolay değildi. Hiç beklenmedik bir zamanda, hiç beklenmedik bir ortamda varlığını ortaya çıkaran bu sanatçı kuşağının varlığından ümitlenmememiz mümkün mü? Bu sorunun yanıtını önümüzdeki süreç içinde göreceğiz. Kişisel olarak sanat ortamındaki “eski tas, eski hamam” geleneğinin değişebileceğini düşünüyorum.
Fotoğraf: Murat Germen, 2013
Necmi Sönmez’in www.lebriz.com’da 25 Haziran 2013’te yayımlanan aynı başlıklı yazısı: http://www.lebriz.com/pages/lsd.aspx?lang=TR§ionID=17&articleID=1123&bhcp=1
[3] Niyazi Zorlu’nun 4.6.2013 tarihli elektronik postasından