“Gezi Direniş Geleneği” Hakkında Sanatçıların Düşündükleri (II)

30/8/2013 / skopbülten / Necmi Sönmez

Bir tür politik hareket karakterine sahip olan “#gezidirenişi”, son yıllarda yaşadığımız, paylaştığımız en önemli sosyal olgu olarak, bir tür “milat noktası” gibi yorumlanabilir. Yaklaşık olarak dört aydan beri süregiden protestolarla, eylemlerle gelişen “#budahabaşlangıç” ruhunun sanatçılar ve güncel sanat ortamımız tarafından nasıl algılandığı hakkında da kafamda epeyce soru var. Express dergisinin Haziran-Temmuz özel sayısının kapağında yer alan bir kolajda gördüğüm “Cihat Burak’ın Resimleriyiz” duvar yazısı, “#gezidirenişi” hareketinin çok farklı ara tonlara sahip bir olgu olduğu hakkındaki öngörümü güçlendirdi.  

Çağdaş sanatın İstanbul’da sahne aldığı etkinliklere belli bir eleştirel çevreden bakıl(a)madığı, sanatçıların arka arkaya sahne aldıkları sergilerdeki çalışmalarının –bırakalım değerlendirilmeyi– doğru dürüst fark edilmediği gerçeğinden hareket etmemiz gerekiyor. Fuar, koleksiyon ve müzeleşme olguları bu denli gündeme gelirken, “eleştirel sanatsal üretimin” bu denli ilgisiz, başıboş kalması, üzerinde durulması gereken bir olgu. Sonuçlarını önümüzdeki yıllarda göreceğimiz bir “kurumsallaşma sürecine” tanıklık ederken, sanatın içeriksel sorgulaması yapılmaksızın bir tür neo-liberalist “marka” olarak algılanmasıyla gündeme gelen soru ve sorunları, açık konuşmak gerekirse, sanat çevresi bile başını kuma gömerek görmezlikten geliyor. Bu durum, bir tür akıl tutulması, bilinç kayması ya da düşünce özürlülüğü olarak tanımlanabilir mi?  

İlginç bir durumla karşı karşıyayız: Çağdaş sanatın kuramsal yapıtları arka arkaya yetkin çevirilerle Türkçe’ye kazandırılırken, 2010’lardaki sanatçı duruşları, bu kitapların varlığından bile haberdar olmadan, 1980’lerde Türkiye’de üretilen sanatın çok daha gerisinde, çok daha çekingen; hadi lafı çekinmeden, hakkını vererek kullanalım, daha da “korkak” bir düzeyde. İki-üç kurnaz müzayedecinin, kendi kendisini koleksiyoner ilan eden, sayıları iki düzineyi geçmeyen kitlenin, becerikli fuarcıların, hangi kaynaktan geldiği belli olmayan desteklerle dönen galerilerin öngörüsüyle oluşan “sanat piyasası”, tuhaf bir şekilde “sanatsal kurumsallaşmanın” da destekçisi olarak sahneye çıktığı için, oldukça karmaşık bir “güncel sanat ortamı tablosu” karşısında olduğumuz kesin. Bırakalım yakın geleceğini, yarını bile belli olmayan bu kaypak güçler dengesinde, toplumsal bir olgu olarak gündeme gelen “#gezidirenişi” çağdaş sanat çevremiz açısından bir tür ayrıştıcı işlevi görüp, yeniden düşünmeye, tartışmaya davet eden bir kimliğe bürünebilir mi? Bu nedenle, geçen ay bir grup sanatçıyla başladığım diyaloğu, ikinci ve son bölümde, farklı sanatçılarla devam ettirmeyi düşündüm.

Daha önceki yazılarımda toplumsal protestoların sanat ve sanat ortamı üzerindeki etkilerini tartışırken, politik güç merkezleri ile sanatsal güç merkezleri arasındaki yakınlıktan, ortaklıklardan, dirsek temaslarından söz etmiştim. Demokrasi arayışıyla sokağa dökülen kitleler, politik güç merkezlerine karşı kimsenin tahmin bile edemeyeceği cesaret, güç ve inançlılıkla demokratik haklarını baskılara rağmen savunurken, sanat ortamında tuhaf bir sessizlik, “bekleyelim görelim” tarzında bir bekleyiş hâkim… Toplumsal gelişmelerin “politik erk formlarının” sorgulandığı bir süreçte, sanat ortamındaki kurumsal güç dengelerinin, kabul edilmiş kaypaklıklarına rağmen sessizce kıyıda beklemeleri bir tür “örtüşme” olarak yorumlanabilir mi? Siyasal erk, sanatsal erkle yüzde yüz örtüşen bir kimliğe sahip. Bu kimlik, salon sosyalistliği yapılmadan, iş, sergi, yazı, kataloglar, kitaplar, çalıştaylar bağlamında tartışmaya açılabilecek mi?  Elbette sanatçıların çok hızlı bir şekilde sosyal gelişmelere tepki vermesi beklenemez. Önemli olan, sanatçıların kendi gelişim çizgilerinde düşüncelerini formlaştırabilecek yetkinlikte iş üretebilmeleri ve politik bilinçle yeni bir sorgulamayı başlatarak kendi varoluş nedenleri hakkında bir sinyal verebilmeleridir.

“#budahabaşlangıç” olarak yorumlanan “#gezidirenişi”nin çağdaş sanat üretimini tetikleyen bir güç, metafor olacağını umut etme ve düşünme hakkımız olduğunu düşünüyorum. Toplum-sanat, güç-iktidar ilişkilerini, sanatçıların konumlarını, öngörülerini tartışmaya açmak için en uygun zaman dilimindeyiz. Bu nedenle, aşağıdaki soruları,  Temmuz yazımda olduğu gibi, genç kuşağın farklı eğilimlere sahip temsilcilerine mail aracığıyla gönderdim:

1- Gezi Direnişinin ardından yaşananları, halen sürdürülmekte olan demokratik protesto eylemlerini nasıl değerlendiriyorsunuz?

2- Demokratik protesto hareketi, temelinde iktidar erkinin sorgulanıldığı bir eylemdi. Bu çerçevede çağdaş sanat ortamımızdaki güç odaklarının, kurumların durumunu ele almanın zamanı gelmedi mi?

3- Gezi Direnişi sırasında gördüklerimizden, Taksim Meydanı’nın dönüşüm sürecinden ve protestoların yaratıcı gücünden sonra “kamusal alanda” yapılacak sanatsal etkinliklerin süsleme ve belgesellikten öteye geçememe ihtimali oldukça yüksek. Teması “kamusal simya” olan önümüzdeki İstanbul Bienali’nin durumu hakkında ne düşünüyorsunuz?

4- Gücünü var olan baskı ve korku sistemine rağmen giderek artıran protesto hareketleri, forumlar ve diğer etkinliklerde bizzat aktif olarak çalışan sanatçılar olduğunu biliyoruz. Sizce süregiden bu protestoların gündeme getirdiği “estetik” ülkemizdeki sanatsal üretimi etkileyebilir mi? Bu konuda kişisel tecrübeleriniz oldu mu?

5- Ortadoğu’daki devrimlerden sonra kimi Avrupa ülkelerinde ardı ardına sergiler, sempozyumlar, çalıştaylar düzenlenmişti. İlk bakışta politik gibi görünen, ama yakından incelendiğinde Şarkiyatçılık perspektifinin aşılamadığı bu gibi etkinliklerin ısrarla desteklenmesi ve sanatçılardan sosyal gelişmeler üzerine iş üretmelerinin talep edilmesi hakkında ne düşünüyorsunuz?

6- Son zamanlarda sanatçılar arasında ortaklaşa proje üretme konusunda belli çalışmalar olduğunu görüyoruz. Bağımsız, güç odaklarının uzağında ama mümkün olduğunca fazla “elin değdiği” işlerin üretilmesi konusunda belli bir eğilimden söz etmemiz mümkün mü?

(Yanıtlar Temmuz ayında yazılmıştır, ancak teknik nedenlerden ötürü Ağustos ayında yayınlanmaktadır.)  

 

Özlem Günyol ve Mustafa Kunt   

 

1- Gezi Direnişi’ni, ardından yaşananları, halen sürdürülmekte olan demokratik protesto eylemlerini şimdilik değerlendirmekten çok deneyimlemeye çalışıyoruz. Gezi Direnişi’nden önce (izinli bile olsa) gösteri yapmak, gösteriye katılmak, protesto etmek gibi eylemler sanki meşru haklar değillermiş gibi bir yanılsama hali vardı. Bu yanılsamanın, neredeyse her türlü eylemin polis müdahalesiyle bitmesinden ve basının haberleri sunarken kullandığı “özenli” dilden kaynaklandığını düşünebiliriz. Bu anlamda Gezi Direnişi’nin en önemli kazanımlarından birisi de iktidarın her türlü eylem hakkını geceyarısı yasalarıyla illegal statüsüne sokma girişimlerine ve gitgide daralan özgürlük alanlarına rağmen protesto hakkının büyük bir kitlenin gözünde yeniden meşruiyet kazanmasının sağlamasıdır. Böylece daha önce hiçbir eyleme katılmamış insanlar izleyici olmaktan çıkmış, aktif katılımcılara dönüşmüşlerdir. Bunun yanında Türkiye’de zaten çok kuvvetli bir geleneği olan kara mizah ve özellikle yaşları 18-25 arasında değişen jenerasyonun kullandığı, çok da haberdar olmadığımız, iletişim formlarından evrilmiş olan dil ve son derece yaratıcı protesto yöntemleri ortaya çıktı. Bu durum kabullenilmiş formları, ezberleri bozarak kendi mekânını ve zamanını yaratmayı başardı. Direniş sırasında ortaya öyle görüntüler çıktı ki korku, beraberlik, heyecan, hayranlık, aidiyet gibi hisleri aynı anda yaşamamıza neden oldu. Olan biten her şeyi nedereyse hiç uyumadan internetten takip etmemize rağmen (ne yazık ki bu sırada Frankfurt’taydık) bu duyguları çok kuvvetli bir şekilde yaşadık. Direniş, başbakanın “çapulcu” sunu “çapuling”e çevirirken, alışagelmediğimiz cümleleri inşa ederken, zihnimizin sınırlarını esnetti, genişletti. Bize boş alanlar yarattı ve yaratmaya devam ediyor. Bu, çok ama çok değerli bir durum.

2- Demokratik protesto hareketi, temelinde iktidarın sorgulandığı bir eylemdi. Bu çerçevede çağdaş sanat ortamımızdaki güç odaklarının, kurumların durumunu ele almanın özel bir zamanı olmamalı. Biz temelde iktidarı, onun davranışını, kullandığı dili, birleştirmesini-ayrıştırmasını, tanımlamasını, kategorizasyonunu sürekli olarak sorguluyoruz zaten. Buradaki mesele kimin, neyin, nerede, nasıl ve ne zaman görünürlük kazandığını, yani bir şeyin yerini ve zamanını belirleyen, sıraya sokan, aynı zamanda görmezden gelen kuvvetin, bu kuvvetten beslenenler tarafından ne zaman sorgulanacağı. Sanatçılar bunun mücadelesini değişik şekillerde veriyorlar. Ancak burada sanatçının pozisyonuyla ilgili çok temel bir problem var; sanatsal üretimin sistem içerisinde gerçek bir değeri var mıdır? Varsa sanatçıların çoğunluğu neden orada burada çalışarak hayatta kalma mücadelesi vermek zorundalar? Ne zaman ki sanatçının sistem içerisinde gerçek bir değeri olur ve sistem sanatçının asgari ihtiyaçlarını karşılayabilir, ancak o zaman “güç odakları”nın iktidarını gerçek olarak sarsacak bir ortam oluşur. Bir de şunu unutmamak lazım; serbest çalışan sanatçıların kendi hayatlarıyla ilgili aldıkları risk yeterince yüksek; kurumlarda çalışmıyorlar, sabit aylık gelirleri yok, bu anlamda gelecekleri belirsiz. Kurumlar ve güç odaklarıyla birinci dereceden ilişkisi olanlar daha çok maaşlı küratör ve eleştirmenler. Bu nedenle onlara pozisyonları gereği daha çok iş düşmelidir.

3- Gezi Direnişi sırasında gördüklerimizden, Taksim Meydanı’nın dönüşüm sürecinden ve protestoların yaratıcı gücünden sonra “kamusal alanda” yapılacak olan sanatsal etkinliklerin süsleme ve belgesellikten öteye geçememe ihtimalini düşünmek, Gezi’den önceki her şeyi değersizleştiriyor. Gezi Direnişi’ni sistemin dışında bir yapı gibi gösteriyor. Ama öyle değil. Gezi de sistemin yarattığı sonuçlardan biri; sistemin araçlarını kullanıyor, onları kendine çevirmenin yollarını buluyor. Bu nedenle farklı görüşler üzerinden sürekli olarak yeniden tanımlanıyor, ya da diğer şeyler Gezi üzerinden yeniden tanımlanıyor. Sistem her zamanki gibi başa çıkamadığı şeyi kendine eklemlendirmenin yollarını arayacaktır. Burada bize göre önemli olan, Gezi Direnişi’nin sistem içerisinde yarattığı kırılma, onun katılımcı, deneysel, organik ve köşesiz halidir. Bu anlamda “Teması ‘kamusal simya’ olan önümüzdeki İstanbul Bienali’nin durumu”nu yukarıda da belirttiğimiz gibi, Gezi’yi nasıl anladığı ve Gezi üzerinden nasıl anlaşıldığı üzerine geliştirdiği yöntemler, yani davranışları belirleyecektir.

4- Gücünü var olan baskı ve korku sistemine rağmen giderek artıran protesto hareketleri, forumlar ve diğer etkinliklerde bizzat aktif olarak çalışan sanatçılar olduğunu biliyoruz. Süregiden bu protestoların gündeme getirdiği “estetik” ülkemizdeki sanatsal üretimi etkileyebilir. Hem “gezinin oluşturduğu kolektif estetik” mümkün olduğunca fazla “elin değdiği” işlerin üretilmesini tetikleyecektir hem de Gezi ruhunun yarattığı etkiyle yeni bireysel ifade arayışları olacaktır. Sanatsal üretim, çevresinde olup bitenden bağımsız değil zaten. Buradaki tuzak bu “estetiğin” Gezi’de olduğu gibi talep edilmesi riski olabilir.

5- Ortadoğu’daki devrimlerden önce de kategorizasyon ve önceden tanımlanmış kimlik ve statüyü doğrulayacak işlere talep vardı. Burada bir yanlışa da düşmemek lazım; tabii ki Ortadoğu’da ya da dünyanın herhangi bir yerinde olup bitenler, Batı’dakinin de problemidir, Avrupa’da ya da dünyanın herhangi bir yerinde olup bitenin Doğu’dakinin de problemi olduğu gibi. Burada sorgulanması gereken, herhangi bir coğrafyada şimdiki zamanda olup biten şeyleri problem haline getirip üzerine çalışabilirken, kendi coğrafyanda olup bitene karşı takındığın tavırdır. Mesela Almanya’da bugün yaşanan ayrımcılık, yabancılar politikası vb. konular sadece yabancı sanatçıların problemi midir?  

6- Bağımsız, güç odaklarının uzağında ama mümkün olduğunca fazla “elin değdiği” işler üreten birçok sanatçı kolektifi ve bağımsız inisiyatif var. Apartman Projesi, Oda Projesi, MASA, 5533, Nomad, Hafriyat, Yaygara, Hazavuzu, Pist bunlar arasında ilk aklımıza gelenler. Gezi Direnişi’nin oluşturduğu ortamın bu tip oluşumları ön plana çıkaracağını ve yenilerini tetikleyeceğini düşünüyoruz.

 

Çağrı Saray   



1- Öncelikle Gezi Direnişi’ni sadece hükümetin iktidarda olduğu 11 yılın bir sonucu olarak değil, Türkiye’nin yakın tarihi ile ilişkili topyekûn bir toplumsal reaksiyon olarak değerlendirmek gerekiyor. Direnişteki çokseslilik ve kapsayıcılık da bunun temel göstergesi. Bu ülkenin vatandaşları Anayasa’da yer alan protesto haklarını kullanıyorlar, yasal olmayan polis şiddetine rağmen. Üstelik işçiler, sendikalar ve daha birçok sivil toplum örgütü bu haklarını 31 Mayıs öncesinde de kullanmaktaydılar. 

Gezi Direnişi’ni, başta 90 kuşağı olmakla birlikte toplumsal bir uyanış olarak nitelendirmek mümkün. Direniş, gücünü, barındırdığı ‘kimlik’lerin çeşitliliğinden ve tabii ki Türkiye’nin toplumsal sorunlarının çokluğundan alıyor. Yer kabuğunda bir çatlak oluştu ve bu çatlak demokrasi geri gelene dek kapanmayacak. Artık herkes her şeyin farkında. Burada kastettiğim; 20 yaşında, politikayla hiçbir alakası olmayan genç arkadaşların ellerinde siyaset tarihi kitapları taşımaları, merak etmeleri, okumaları ve toplumun her tabakasından bireylerin sadece Gezi ya da Emek değil, işlerinden çıkartılan işçilerin sorunlarından LGBT bireylerin ötekileştirilmesine kadar tüm toplumsal sorunlara karşı reaksiyon göstermeye başlamış olması. Bu farkındalık, tam da –gecikmiş olsa da– ihtiyacımız olan demokrasi ruhunu yeniden canlandırdı. 

Temmuz itibariyle eylemler yerini forumlara-toplantılara bıraktı. Bir anlamda Direniş evrildi ve daha güç olan “örgütlenme” fikri, motivasyonu devam ettirdi. Fakat görebildiğim kadarıyla, örgütlenme ve kolektif biçimde somut adımlar atılması anlamında söz konusu çokseslilik bir dezavantaja da dönüşüyor; bu kez ideolojiler, particilik, dinler ve mezhepler öne çıkmaya başlıyor. Sanırım birarada yürüyebilen 1 milyon kişi mesele örgütlenme olduğunda aynı şekilde tek yumruk olamıyor. Fakat süreç akışkan ve organik bir süreç ve nasıl devam edeceği belirsiz. Motivasyonu kaybetmemek gerekiyor. 

2- Aslında Gezi olayları karşısında sanat kurumlarının sergilediği duruş bu kurumların politikalarını da görünür kıldı. Zaten sermaye ile sıkı sıkıya bağları olan banka sponsorluğundaki sanat merkezlerinden, özel müzelere kadar tüm sanat kurumlarının iktidarla barışık duruşu ve ‘tarafsızlığı’ Gezi süreci boyunca dikkat çekti. Fakat bu kurumların doğaları gereği ‘korunaklı’ konumlarını terk etmeyecekleri ve neo-liberalizmin temsilî mekânları olmaya devam edecekleri kanısındayım, tersi varoluş amaçlarıyla zıt düşer.

İyimser bir bakışla; bu kurumların başındaki küratörlerin-direktörlerin hareket alanlarını genişletmeleri söz konusu olabilir; bu da kurumların başındaki bu aktörlerin risk alması anlamına geliyor. Gezi’yi doğrudan projekte eden sergiler, faaliyetler gerçekleştirmeseler bile, olup bitene karşı tarafsızlığını değiştirip gerçekten sanatın da işlevi olan muhalefet olma duruşunu sergilemeliler. Fakat bu konuda çok fazla umut taşımıyorum, çünkü bu ülkede milletvekilleri ya da polisler bile istifa eder ama sanat kurumlarının başındaki kişiler kendilerini riske atmazlar, en azından birçoğu…

Değişim için diğer bir olasılık ise, sanatçılar ile kurumlar arasındaki ilişkiye endeksli. Sonuçta sanat kurumlarını ayakta tutan öyle ya da böyle sanatçılardır. Fakat bu kurumlara angaje olan çok sayıda sanatçı olduğu için, ki genellikle sanat ortamında öne çıkan bunlardır, sanatçıların bu kurumlarla karşı karşıya gelme riskini taşıyacaklarından da şüpheliyim. Çünkü bugünün küresel sanat ekonomisinde sanatçıların da kurumların sermayeyle olan ilişkisiyle doğru orantılı olarak, kurumlarla aralarında kurdukları ilişkiler var, diğer bir tabirle sanatçının kendini riske atması ‘kariyer’ini de riske atması anlamına geleceğinden sanatçıların da seslerini yükseltebileceklerini pek düşünmüyorum.

3- 13. İstanbul Bienali için bu sürecin bir sınav niteliğinde olduğunu düşünüyorum. Bienal’in küratörü için de bu, kuşkusuz zor bir süreç. Bienal 6 yıldır Koç sponsorlğu başta olmak üzere sayısız eleştiri aldı. Diğer yandan Gezi Direnişi’nin görünür kıldığı en önemli unsurlardan biri de, yukarıda da bahsetmeye çalıştığım, sanat-sermaye ilişkisi oldu. Bienal’in Gezi süreciyle organik bir bağ kurması kaçınılmaz hale geldi. Fakat bu ilişkinin nasıl kurulacağı esas mesele. Gezinin gerçekliği ile sanatın kurgusallığı arasındaki duvarı ortadan kaldırmak belki de Bienal’in öncelikle odaklanması gereken sorunsal.

Yıllar içinde İstanbul Bienali uluslararası sanat ortamında dünyadaki en önemli beş bienal içinde yer almaya başladı, öte yandan Türkiye’de bir o kadar eleştirildi ve yara aldı, bugün Bienal’den çok Bienal protestoları görünür halde. Bugünün sanat ortamı, tek tek işleri analiz etmek, üzerine düşünmek ve okuma yapmak-eleştiri yazmakla değil, hızlı tüketimle ve gündemde öne çıkanlarla ilgilendiği için Bienal’deki işler de görünür olamıyor. Belki bu bağlamda İstanbul Bienali’nin kendi içinde bir dönüşüme ihtiyacı var. Eğer İKSV soruna bu açıdan yaklaşırsa Gezi sürecini İstanbul Bienali için de avantaja dönüştürebilir. Bu, tabii ki, küratörün stratejisine bağlı.

İstanbul Bienali’nin Koç sponsorluğuyla ya da sermayeye bağımlılığıyla ilgili tartışmalar çoğu zaman saçma geliyor, çünkü bienallerin varoluş amacı zaten uluslararası sanat pazarını oluşturmak ve sermayenin dolaşımını sağlamaktır, 19. yüzyılın sonlarından günümüze kadar sistemin temel prensibi budur. Bienal’in içinde yer alınır ya da alınmaz, bu da ayrı bir mesele. Benim tartışmaya değer bulduğum; seçilen kavramsal çerçeve ile sistemin kendi yapısı arasındaki çelişkilerdir.  Gezi olayları sonrasında elimizden zorla alınan parklar, sinemalar için bunca olay yaşanırken, Gezi’ye çadırlar kurulup parklar ‘ev’e dönüşürken ve her şey yıkılıp yerine AVM’ler yapılırken, “Kamusallık”ın kavramsal çerçevenin temelini oluşturması İstanbul Bienali’ni oldukça riskli bir alana itiyor. Zaten Kamusallık başlı başına Türkiye’de sorunlu bir kavram iken, henüz devam etmekte olan bir Gezi süreciyle Bienal arasında nasıl bir ilişki kurulabilir? Süreci okuyabiliyor olsak da, Bienal’i görmeden kamusallığı nasıl ele aldığına dair fazla bir şey söylememiz çok doğru olmayacak, bekleyip görmek gerekiyor.

4- Ben de birkaç forumu ve oluşumu düzenli takip etmeye çalışıyorum. Daha aktif katılım sağlayabildiğim Kadıköy110 isimli Kadıköy tabanlı bir oluşum var, bir de yine Kadıköy merkezli Mahal (eski adıyla Kamusal Sanat Atölyesi) isimli bir gruptan bahsedebilirim. Her iki grupta da protestoların gündeme getirdiği estetik ve yeni üretim biçimleri üzerine düşünülüyor, tartışılıyor ve projeler geliştiriliyor. Özellikle Mahal; kuramsal anlamda Kamusallık, Kamusal Alan ve Yeni Tip Kamusal Sanat üzerinde çalıştığı için bu alana ilişkin daha fazla düşünme fırsatım oldu. Gezi Direnişi’nde kendiliğinden ortaya çıkan bir form var, bu sanat mıdır değil midir ayrı bir konu, fakat Gezi sürecinde sanatçıların gerçekleştirdiği birçok performanstan ve sanat üretiminden daha canlı ve gerçek olduğu aşikâr. Süreci araçsallaştırmak ve Gezi Parkı’nda hızlı bir biçimde iş üretmek ya da sergi mekânlarının bu süreçle ilgili yine hızlı kotarılmış sergiler yapması çok ilgimi çekmiyor. Sokakta kendiliğinden ve sanatçı olmayan toplumun her katmanından bireylerin yarattığı-ürettiği bir form ve bu formun da kentin içinde-kentle birlikte bir estetiği var. Sadece kamusal alanda sanatı değil sürecin total bir fotoğrafını değerlendirdiğimizde, dışarıda olup bitenle steril alanlarımızda sergilediğimiz işler arasında ciddi bir uçurum göze çarpıyor. Ayrıca süreç kuşkusuz sanatçılarda da bir kısadevre yaptı. Korunaklı alanlarımızdan sıyrılıp bir kez daha (ya da ilk kez) yaptığımız üretimin gerçekliğini ve etki alanını yeniden sorgulama fırsatı bulduk. Bu noktada Türkiye’deki güncel sanatı da yeniden okumamız gerekiyor. Acaba güncel sanat alanında üretilmiş olan işler son birkaç aydır yaşadığımız bu sürecin bir habercisi miydi, Türkiye’deki politik sanat tam da bugün üzerine konuştuğumuz toplumsal sorunları mı görünür kılıyordu, yoksa gerçekliğin bir parodisi-karikatürü müydü? Bu sorular Gezi’nin bize daha yüksek sesle sormamızı sağladığı sorulardan birkaçı. Kişisel olarak ise, sürecin benim üretimime yansımasının gerek içerik gerekse kullandığım medium ve üretimin formu bağlamında etkili olacağını düşünüyorum. Yeni projeler üzerinde çalışıyorum, sadece bu kez biraz daha gözlemleme ve bekleme ihtiyacı hissediyorum. 

5- Avrupa’da da tüm dünyada da sanat piyasasının bir işleyişi var, bu işleyişte bienallerin, müzayedelerin ya da fuarların rolleri bellidir, devlet ya da özel sermayenin sağladığı fonların hangi stratejilerle nasıl dağıtıldığı, sermayenin nasıl dolaşıma sokulduğu da aynı şekilde sistemin öngördüğü biçimde gerçekleştirilir. Bu sistematik yüz yıl önce de böyleydi. Bunun hakkında olumlu ya da olumsuz bir şey söylemek çok anlamlı gelmiyor bana. Bu bir tercih meselesidir. Ben ısmarlama iş üreten bir sanatçı değilim. Bir kuruma da angaje değilim. Bu benim sanata bakışımla ilgili, dolayısıyla Ortadoğu’daki devrimleri ya da farklı herhangi bir toplumsal olayı merkeze alıp sıfırdan bir iş üretmek benim için söz konusu değil. Benim bakışıma göre, sanatın sadece sermayenin büyümesi için araçsallaştırılması, bunun bir kariyer stratejisi olarak sanatçı tarafından benimsenen bir yaşam biçimi haline gelmesi ya da açık bir biçimde bir ideolojinin temsili olarak provokasyon aracı olarak kullanılması sanatın kendi doğasına aykırıdır. Ben bu yoldan gitmemeye özen gösteriyorum. Fakat elbette herkes istediğini yapmakta özgür.

6- Eğer bu son yaşananlara paralel olarak kolektif proje üretme eğiliminden bahsediyorsak, bu kolektivite zaten Gezi ruhunun zeminini oluşturuyordu. Fakat bu eğilimi Gezi sürecinden tamamen bağımsız ele alıyorsak da, bu kolektivite yine de özlediğimiz bir üretim biçimi. Son 10 yıl içinde yaşanan galeri patlaması, ticari olmayan sanat mekânlarının ve sanatçı inisiyatiflerinin ortadan kalkması ve sanatçıların kurumsal yapılara bağımlılığını düşündüğümüzde bu kolektivitenin sanat ortamını şarj edecek önemli bir unsur olduğunu düşünüyorum. İnisiyatifler, yeni oluşumlar ve 90’lardakine benzer bağımsız grup sergilerinin yeniden canlanması, üzerine konuştuğumuz tüm bu sorunlar için doğrudan cevap niteliğinde ve bu oluşumlar Türkiye’deki sanatın özgürleşmesi ve angajmanlı sanata bir alternatif oluşturması açısından büyük önem taşıyor.

 

Lale Delibaş


1- Gezi Direnişi'nin etkilerini daha geniş bir perspektiften gözlemleyebilmek, uzun vadede nelere nasıl yansıyacağını kestirebilmek çok güç olmakla birlikte, durumun ülkemiz açısından umut verici olduğunu söyleyebilirim. Her şeyden önce Gezi Direnişi sayesinde, toplumumuzun belirli durumlar karşısında tepkisini demokratik bir şekilde gösterebildiğini veya 'gösterebileceğini' gördük. Bunu toplumun farklı kesimlerinden oluşan insanların verdiği destek açısından söylüyorum. En önemlisi de buydu bana göre; çünkü birtakım farkındalıkların veya sorgulamaların insanların zihinlerinde olması başka, bunların toplumun geniş kesimine yayılan bir ölçüde ifade edilebildiği, desteklenebilir olduğu bir aşamaya gelinebilmiş olması başka.

2- Çağdaş sanat ortamındaki güç mekanizmaları da dahil olmak üzere sanata ve sanat tarihine aşina insanların, ne ölçüde başarılı olunduğu bir yana, günümüzden on yıllarca önce bu tür kurumların sorgulandığı ve sanatçıların ardı ardına buna yönelik yapıtlar ürettiği bir dönemin yaşandığından habersiz olmalarını ihtimal dışı görüyorum. Bu nedenle sanatçıların söz konusu güç odaklarını, kurumları sorgulayan türde yapıt üreterek ele almaları, en uç eylemlerden biri olan müzeyi ikiye bölmeye kadar her türlü eylemin o dönemin sanatçıları tarafından gerçekleştirildiğini düşünürsek gereksiz olacak, taklitçilikten öteye gidemeyecektir.

O halde ne yapılmalı? Bence asıl sorun bu tür engellerin aşılmak istenip istenmediğiyle ilgili ve bu da yalnızca tek bir tarafın niyetiyle değil; tarafların karşılıklı olarak ortak çözümler üretmeye istekli olmasıyla üstesinden gelinebilecek bir sorun. 

Şu anda dönen bir çark var ve bu tür kurumların kendi istekleriyle kendilerini sorgulamak gibi bir niyetlerinin olduğu söylenemez. Sanatçılardan bu dönen çarka bir itiraz gelmediği sürece (ki; bu itirazın o çarkın dışındaki değil; içindeki yani o çarkın dönmesine katkıda bulunan, onu besleyen sanatçılardan gelmesi daha etkili olurdu) bu böyle devam edecektir. Korkarım ki; öyle de olacak. 

Sanatçılar arasında gruplaşmalar veya örgütlenmeler ne kadar işe yarar veya sanatçılar birtakım maddi menfaatlerinden vazgeçmek pahasına bu tür kurumlara karşı koymak isteyecekler mi bunu bilmiyorum; ancak en azından sanatçıların bireysel olarak hangi kurumlarla çalışacaklarını hangileriyle çalışmayacaklarını maddi çıkarlarını en azından belirli durumlarda gözetmeden değerlendirebilecek bir bakış açısına sahip olmaları gerekiyor. 

Belki de asıl sorun "sanat" denildiğinde ne anlaşıldığıyla ilgilidir. Bu konuda kurumları suçlamak daha kolay gelebilir bize; ancak bence sanatçılar olarak kendimize de sormalıyız: "Sanat bizim için bir meslek veya bir para kazanma yöntemi mi; yoksa sürmek istediğimiz bir yaşam tarzı mı?" diye veya "Birer sanatçı olarak kendimize ve ürettiğimiz sanat yapıtına nasıl bir anlam yüklüyoruz?" diye... Bence çözüm bunların cevaplarında gizli; çünkü bu tür güç odaklarını besleyenler, onların daha da güçlenmesine izin verenler biz sanatçılardan başkası değil. 

3- Gezi Direnişi konusunu İstanbul'da yaşayan; hatta İstanbul dışından gelen insanlar da birebir deneyimlediler. Tüm yaşananların insanların bakış açılarına belirli ölçülerde mutlaka etkisi olmuştur. Etkinliklerin kamusal alanda düzenlenecek olması doğal olarak insanların zihinlerinde Gezi Direnişi deneyimleriyle ilgili birtakım ilişkileri harekete geçirecek ve onların etkinlikleri algılama biçimine tüm bu ilişkiler bir şekilde yansıyacaktır. Bu Bienal’in Gezi Direnişi ile ilgisi veya ilgisizliği bağlamında çok fazla eleştiri alacağını düşünüyorum. Olumlu veya olumsuz, mutlaka çok konuşulacak ve doğrusunu isterseniz bu konuyu ben de çok merak ediyorum. Neler olacağını bekleyip göreceğiz.

4- Mutlaka etkileyecektir. Özellikle sanat pratiklerini politik meseleler üzerine belirleyen sanatçılar bu doğrultuda yapıt üreteceklerdir. Protestolara ilişkin yapıt üretimi anlamında benim, toplumsal ve politik konular üzerine değil de daha bireysel, içsel konular üzerine düşünüyor olmam nedeniyle herhangi bir deneyimim veya bir girişimim olmadı. Böyle bir üretime girişseydim bu çok samimiyetsizce olurdu bence.

5- Bu tür etkinliklerin, sanatla ilgili gibi görünen birtakım çıkarcı insanların "duygu sömürüsü" üzerinden prim yapma veya belki de politik kazanımlar elde etme, birtakım politik ve ideolojik güç odaklarına yaranma uğraşından başka bir şey olmadığını düşünüyorum. Bu tür talepleri karşılamayı içine sindirebilen sanatçılar üzerine konuşmak dahi karşılıklı vakit kaybı olur.

6- Bu çok zor bir soru. Özellikle toplumsal ve politik konularda bu tür eğilimlerden söz etmek çok daha mümkün. Ben bu konuya özellikle çalışmaların seçilmesi ve sergilenmesi bağlamında temkinli yaklaşıyorum; çünkü bu tür girişimler bağımsız da olsalar, karar mekanizmasının kendisi olarak işlev görmeleri yönüyle otoritenin de kendisi haline dönüşebilirler. Böyle ince bir çizgide hareket etmek büyük bir hassasiyetin gerekliliğini de beraberinde getirir. İki veya daha fazla insanın her konuda fikir birliğine varabilmeleri, her bir kişinin bir grubun bütününü temsil edebiliyor olması veya birinin bir grup adına konuşabiliyor olması da çok hassas bir konu. Ayrıca "Hak", "Hukuk", "Demokrasi" gibi terimlerin sorgulanması insan kendi adına kendisi karar verebildiğinde değil de iki veya daha fazla kişiden oluşan bir gruba dahil olduğunda gerekli oluyor. Bir de neye göre hak-hukuk-demokrasi konusu var tabii. Bunların kriterleri de bireyin kendisi tarafından değil de onun dışındaki bir otoritenin belirlediği ölçütlerle daha önceden belirlenmiş. Örneğin benim insan hakları konusunda son derece haksızca bulduğum bir konu var: İnsanın ne kadar değerli bir varlık olduğu ve onun hayatının hiçbir şeyle ölçülemeyecek kadar değerli olduğu gibi basmakalıp sözler söylenmesine rağmen, insanlar ilk haksızlığa daha doğmadan önce uğruyorlar. Yani bir motosiklet veya araba kullanabilmeniz için ehliyet sahibi olmanız gerekiyor; ancak o kutsal olduğu söylenen varlığı, insanı dünyaya getirebilmek için insanların onları gerektiği gibi büyütebilme yeterliliği sorgulanmıyor.

Demokrasi de aynı şekilde, yani ülkemizde insanlar öğretmen olabilmek için yıllarca üniversitelerde okuyorlar; ancak öğretmenlik yapmak istediklerinde "Dur bakalım!" deniyor, "Yeterlilik için sınava girmen gerek?" Aynı şey neden oy verecek insanlar için de yapılmıyor? diye sorası geliyor insanın. Neden "Sen oy kullanacaksın; ancak bakalım etrafında olan olayların veya en önemlisi kendinin ne kadar farkındasın? Çünkü yalnızca kendi adına değil; başkaları adına da karar vermiş olacaksın! Bakalım hayata nasıl bakıyorsun?" diye sorulmuyor ve bir yeterlilik sınavı yapılmıyor? Belki kaba bir tabir olacak; ancak demokrasi denilen şey genellikle "kelle" sayısı olarak algılanıyor. İtiraz yoksa sorun da yok. Bir kellemiz var ve bir oy kullanabiliriz.

Sanat pratiğimi daha bireysel konular üzerine kurmuş olmamdan kaynaklanan bir algılama biçiminin sonucu da olabilir bu; ancak kendi adıma böyle bir eğilim içerisine girmek konusunu daha önce hiç düşünmediğimi söyleyebilirim. Sanat benim kurtarılmış alanım. Ona da yabancılaşırsam geriye hiç bir şeyim kalmaz. İşin içerisine diğer insanlar girdiğinde sorunsallaşan her şeyle yeterince derdim olduğunu düşünüyorum. Yıllar önce seyrettiğim bir diziden alıntı yapacağım bu konuda: "No people, no complain." Öte yandan, çalışmaların üretimi aşamasında, benzer kavramlar üzerinden çalışan sanatçıların bunları düşünce bağlamında tartışmak üzere biraraya gelmesi konusu farklı elbette. Böyle bir oluşumun içerisinde olmayı çok isterdim. Bu tür eğilimler, kavramların genişletilmesi açısından bir tartışma ortamı yaratabildiği ölçüde faydalı olabilir.

Burak Bedenlier   



1- Tüm bu olaylar yaşandığı sırada yurtdışında bulunduğumu, sosyal medya ve internet aracılığıyla olayları takip ettiğimi belirtmekte fayda var. Açıkçası Gezi olayları sırasında düzenlenen, demokratik bir hak olan tüm aktivitelerin temel bir ihtiyaçtan kaynaklandığını, farklı görüşlere sahip olsak da özgürce düşünmenin ve kendini ifade edebilmenin bizi tüm kimlik ve çıkarların üzerinde biraraya getiren ortak payda olduğunu düşünüyorum. Bu temel ihtiyacın protestosuna sahne olan her mekânda belki de en yaratıcı sunumları ve performansları izledik. İnsanlar tüm varlıklarıyla korkusuzca oradaydılar. Ben hiçbir zaman şiddet yanlısı olmadım ama ortaya çıkan şiddetin de baskıcı ve sansürcü iktidar söylem ve eylemlerinden kaynaklandığını düşünüyorum.

2- Çağdaş sanatın hamisi kurum ve kuruluşların durumu Gezi olaylarından bağımsız olarak zaten içler acısıydı. Çünkü sanatın gerekliliğinden çok bir meta olarak varlığını sürdürdüğünün, spekülasyon ve servet aracı olarak kullanıldığının defalarca ortaya konduğu sergiler, organizasyonlar izledik. En son örneği de özel koleksiyon müzeleri ve bienallere bitiştirilmiş sergi ve sanat fuarları. Tabii burada olumlu yönde nasıl bir adım atılır diye düşündüğümde sanatçıların ortak hareket edip bazı konularda ödün vermeden çalışmaları gerektiğini düşünüyorum. Tamamen kurum ve genel anlayışı gözeten sözleşmelerin aksine sanatçıların üretimini artıracak, sanatçıların haklarını da gözeten sözleşmeler düzenlemek.

3- Bienal ile ilgili olarak sergi düzeni ve içeriğini bilmediğim için tek görüşüm öncesindeki Kamusal Direniş Platformu üyelerine yapılan müdahaleden dolayı pek olumlu bir havaya sahip olmayacağı. Ama bienallere hep gereğinden fazla önem atfedildiğini düşünüyorum. Kamu, anlamı gereği yöneten ve yönetilenin ortak kullandığı alanı içermesi nedeniyle hep sorunlu olacaktır. Bu alanda kılık kıyafetten, insanların davranışlarına kadar hep sınırlamalar ve zorlamalar olduğu için de sanatın özgürlük fonksiyonunun burada işlemeyeceğini düşünüyorum. Bu daraltılmış alanda sanat yapıtlarının süs ya da dekora dönüşmesi kaçınılmaz.

4- Bu etkinliklerden ve forumlardan hiçbirine katılmadım sadece radyo aracılığıyla bu forumlardan bazılarının ses kayıtlarını dinleyebildim. Ama dinlediğim forumların da içeriklerine bakılırsa daha çok bir direniş noktası ve paylaşım platformu oluşturmak amacı güttüğünü düşünüyorum. Profesyonel hiçbir organizasyon doğrudan bu forumlardan kurulamaz. Türkiye Mimarlar ve Odalar Birliği gibi bir organizasyonun meclis eliyle görevsizleştirilmesi de zaten aktif ve konusunda uzman hiçbir organizasyona değer verilmediğini gösteriyor, böyle bir durumda ne söyleyeceğimi bilemiyorum doğrusu. Kendi deneyimlerimden yola çıkarak şunu söyleyebilirim, meydana gelen olaylardan, yaşanan tepkilerden tüm sanatçılar kendi paylarına bir şey çıkaracaktır. Bu bağlamda protestoların gündeme getirdiği estetik umuyorum kes-yapıştır pratiğinden öteye geçer.

6- Gezi olayları sırasında ve sonrasında herhangi bir ortak projede yer almadım. Ama tanıdığım sanatçılardan birçoğuyla ortak çalışma yapabilirim. Tabii buradaki tek soru bağımsız bir aktivitenin ne kadar kalıcı olacağı ve sanat alanında rol alan tüm aktörlerin kendileriyle baş başa kaldıklarında bu mücadeleyi ne kadar sürdürebilecekleridir. 

Elif Öner   



1- Öncelikle bu cevabımı bir sanatçı olarak değil Elif Öner adlı bir birey olarak vermek istiyorum çünkü sanatçıyı toplumsal olayları değerlendiren, yönlendiren, üzerinde bilirkişi olarak söz söyleyen bir otorite olarak görmüyorum. İkinci olarak, bu konuyu Gezi Direnişi geleneği olarak isimlendirmek için henüz erken, zira henüz farklı direnişlere modellik edebilecek kadar oturmuş bir sistemden söz edemeyiz. Buradan da hareketle neler getireceğini merakla beklediğim, yaşadığım ülkenin geleceğine dair bana umut veren, birçok direniş biçiminin birarada yaşandığı ve denendiği bir dinamizm, hareketlilik, oluşum ve toplamında sivil itaatsizlik örneği olduğunu düşünüyorum. Şu anda devam etmekte olan protesto ve forumlar için diyebilirim ki, nereye gideceğini hiç kestiremediğim, ancak Türkiye’de nihayet söz söyleme iradesine ve cesaretine kavuşmuş olmak açısından gittikçe büyüyecek bir alan açtığını düşündüğüm bir süreçten geçiyoruz. Dolayısıyla bunun sonuç olarak pek çok sanatçının da üretimine yansıması kaçınılmaz olacaktır.

2- Çağdaş sanat ortamındaki hareketin çok daha önceden başladığını düşünüyorum, tıpkı Gezi hareketinin de öncesi olan Emek ya da son 1 Mayıs protestolarından bütünüyle ayrılamayacağı gibi. Türkiye’de çağdaş sanat kurumunun sermaye ve dolayısıyla iktidar ile olan bağlarından kurtulmakta epey zorlandığı ve alternatif üretim biçimleri geliştirmekte zorlandığı bir gerçek. Fakat ben bir sanatçı olarak bunun birlikte hareket edildiği takdirde mümkün olduğunu biliyorum ve Türkiye’deki çağdaş sanat ortamını, sanatçıların iktidarla ve birbirleriyle olan ilişkilerini düşündüğümde bunun şu an için pek mümkün olmadığını görüyorum. Sanatçı bunu açıktan sorguladığı anda, sanat yaptığı ve yapabileceği alanların kendisine kapatıldığı gerçeğiyle yüzleşecektir. Gezi hareketi ile sanat arasındaki temel fark, Gezi hareketinin iktidara karşı ‘bir’ hareket olarak varlığını sürdürmesiydi. Dolayısıyla sanat üretiminin sermayeyle ilişkisinin koparılabileceği bir sistemden bahsedebilirsek sözünü ettiğiniz gibi, sanat kurumunun sanatçılar tarafından ele geçirilmesi mümkün olabilir.

Ancak bu durumda bile sanatın birey-toplum ikilemindeki yerini sorgulamak gerekir. Bence sanat Gezi hareketinin aksine oldukça bireysel bir dışavurum isteğinden kaynaklanıyor. Dolayısıyla sanat başlığı altında düşündüğümde toplu bir ses çıkarmadan ziyade ancak bireysel ya da benzer düşünen sanatçıların biraraya getirdiği küçük ölçekli kolektif tavırlar mümkün gözüküyor.  

3- Gezi hareketi sanata görünürlük kazandırabilecek bir alan değil. Burada sanatın, direnişi, deyim yerindeyse ‘ele geçirmek’ arzusundan vazgeçip sanatçıların ancak bireyler olarak direnişe katılmalarının mümkün olduğunu düşüyorum. Önümüzdeki bienal için de bu söylediklerimin hepsi geçerli. Bienal başlığı ve içeriğinin kamusal alanı içeriyor olması kamusal alanda bir görünürlüğü olduğu anlamına gelmiyor.

4- Başta söylediğim gibi bu konudaki tecrübelerim sırasında sanatçı değil bu ülkede yaşayan bir birey olduğumu düşünmeyi tercih ediyorum. Zira orada bulunduğum süre içinde herhangi bir sanat formunu icra etmekten ziyade çöp toplamak ya da gaza maruz kalmış insanlara yardım götürmek gibi deneyimlerim oldu. Bütün bu deneyim ve oluşların sanat üretimine yansımaması mümkün değil elbette, ancak tıpkı Dada veya İkinci Dünya Savaşı’nı konu alan filmler gibi, bunlar ya geriye dönük ya da olayın tam içinde yer almaksızın var olmuşlardır, veya olayın içinde yer alsa bile bir sanatsal üretim biçimi olarak düşünülebilir. Diğer türlüsünün bir tür bilirkişi rolünü üstlenmek ya da sizin sözünü ettiğiniz gibi belgesellikten öteye geçememek riski taşıdığını düşünüyorum. Burada çağdaş sanat içinde değerlendirecek olursak, iktidar ile ilişkilerimiz üzerinden ortak bir tavır geliştirmek ve biraradalık mümkün olduğu takdirde, protestoların ‘estetiğinden’ söz edebiliriz. Ortak bir tavırdan bahsetmemiz gerekiyor fakat Türkiye’de bunun sanatçılar arasında farklı sebep ve ilişkilerden dolayı çok mümkün olmadığını yakın olarak gözlemleyebiliyoruz.

5- Bu söylediğiniz durumda öteki kavramının baskınlığı çok belirgin. Sadece uluslararası arenada değil, örneğin Türkiye’de kentsel dönüşüm, azınlıklar, Kürt sorunu veya göç gibi konular söz konusu olduğunda da benzer bir ötekileştirme ve buna dair üstü kapalı bir yaptırım olduğunu gözlemledik, gözlemliyoruz. Bu yaptırımın sanatçılardan talep edilmesini de sanat-sermaye ilişkisinin açık bir işareti olarak kabul edebiliriz.

6- Evet mümkün, Türkiye’de bu süreç her zaman vardı. Hemen her sanatçının geçmişinde bağımsız, güç odaklarının uzağında ve fazla “elin değdiği” projeler var ancak geçici olarak. Bu tür bir sanat kolektifi ancak bir amaç doğrultusunda biraraya geldiği ölçüde var olabilir. Şimdiye dek hep böyle olduğunu görüyoruz. Bu kısa-uzun süreli ancak geçici birliktelik, bireysel sebeplerin farklılaştığı ya da birarada bulunmanın misyonunun yine bireyler için tamamlandığı noktalarda kendini dönüştürmek, küçülmek, dağılmak ya da farklı kolektifler içinde yer almak durumunda kalacaktır. Bütün bu biraradalık sürecinde çoğunlukla bireysel üretimin devam ettiğini de unutmamak gerekir. Bu bireysel üretim ise, farklı mecralarda da olsa, genellikle sermayeyle ilişkiyi sürdüren bir yapıda karşımıza çıkıyor. Buradan, bu birlikteliğin sanatçıya en basit tabiriyle hayatını sürdürme zorunluluğundan tümüyle bağımsız olacağı, güç odaklarından kurtulabileceği bir alan sağlamakta şimdilik yeterli olmadığını çıkarabiliriz.

Tunca Subaşı   



1- Gezi direnişi ve sonrasını ben toplumun uyanışı olarak görüyorum ve bu uyanış toplumun şikâyet listeleri sonucunda ortaya çıkmıştır. Bu şikâyet listeleri de o kadar geniş ve çeşitli ki pek çok kesimi baskılara ve diktaya karşı omuz omuza, yan yana getirmiştir. İnsanlar 31 Mayıs gecesi sabaha karşı uyanmışlardır; faşizme karşı uyanmışlardır. Tek partiye karşı, seçim barajına karşı, AKP’ye karşı, CHP’ye ve diğer muhalefet partilerinin çaresizliğine karşı uyanmışlardır. 12 Eylül’e karşı, sporda şikeye karşı, stadlarda dayağa karşı, kalitesiz dizilere karşı uyanmışlardır. Melih Gökçek’e karşı, HES’lere karşı, GDO’ya karşı, yeşil haklarımızın katledilmesine karşı uyanmışlardır ve ayaklanmışlardır. Tüm bu karşıtlıklar bizi yan yana getirmiştir Gezi Parkı’nda.

2- Kesinlikle sorgulanmalıdır ama aslında daha önce de sorgulanıyordu zaten. Sanat ortamındaki güç odakları, kurumlar, vb. yapılar Gezi süreci sonrasında ortaya çıkan tartışma durumunu önemsemelidir. Daha önce de kendilerine yöneltilen sorulara önem vermeli, bunları soruları soranlarla parklardaki forumları örnek alarak tartışmalı ve gerekiyorsa yeniden yapılanmalıdırlar. Şeffaflık ve demokratik yapılanma bu sürecin bence en önemli taleplerindendir. 

Sanat ortamındaki kurumlar da artık şeffaflaşmalı ve tek güç odaklı derebeylikler gibi hareket etmekten vazgeçip küçük Yunan devletlerine dönüşmelidirler. Bu kurumlar geçmişte çağdaş sanat için çok önemli çalışmalar yapmışlardır; amacım yapılan güzel şeyleri yok saymak değil, sadece geçirdiğimiz Gezi süreci sonrası çıkarımlarda bulunmaktır. Artık eski sistemler sorgulanmalıdır; toplum pek çok kurum ve yapının önünde olduğunu göstermiştir. Şimdi bu yapılar da hızlı olmalı, Gezi süresince kendini yeniden tanıtan bu topluma yakışır şekilde yapılanma süreçleri geçirmelidirler. Bu yapılanma sistemsel olmalıdır.

3- Bienal, Gezi ayaklanmaları ve direnişi ile kendi açısından talihsiz bir sürece girmiştir. Küratörünün oluşturduğu kavramsal bağlam da bu süreç sonrasında çökmüştür. Fulya Erdemci, Gezi sürecini oluşturduğu bağlama sonradan monte etmek gibi bir çabaya girmiş, bu çaba da ancak Bienal’i parasız yapmak ve süresini kısaltmakla sonuçlanmıştır. Bienal için birkaç park forumu da yapılmıştır ki bu park forumlarından birisine ben de katıldım. Forum tamamıyla tek taraflı geçmiş, bir tartışma ortamı oluşmamış, ortam Bienal’e ve İKSV’ye yakınlığı olan (ya da bu yapılardan beklentileri olan) sanatçıların birbirini ağırladığı bir ortama dönüşmüştür. O forumda kulağımda hâlâ bir genç sanatçının ‘Fulya daha ne yapsın? Neredeyse mekânları da bize oylatacak” cümlesi yankılanıyor ve gülüyorum kendi kendime. Oysa Fulya’nın yapması gerekeni herkes biliyor: ‘Fulya’ Bienal’i, sanatı ve değişimi sorgulayan, Gezi sonrası süreci yaşatan dev bir foruma dönüştürmeliydi, dönüştürmelidir. Bienal’i yeni bir manifestonun yazılmasına olanak sağlayacak bir zemine dönüştürmeliydi, dönüştürmelidir. Ama tabii işine gelen herkes suyun aynen akmasını istiyor, akmayacağını biliyorlar halbuki, üzücü olan kısmı bu.

4- Mutlaka bu süreç ve sonrası halen daha üretim noktasında durmuş vaziyette olan herkes gibi forumdan foruma katılmaya çalışıyorum. Bir şeyleri değiştirebilecek sistemsel öneri ve yapıların içinde bulunmaya, katkı vermeye ve sürecin bir parçası olmaya çalışıyorum. Kişisel üretimim noktasında ise sanatım tarihle ilişkili sorular sormaksa eğer, şimdi sormak istediğim soruları daha net görüyor gibiyim. Umarım da öyledir.

5- Aslında Bienal’in durumuna benziyor. Yine Batılı endüstriye star yaratma çabası diyorum ben, yine soylulaştırma gereksinimi. Ama işlemeyeceği ortada; parayla şartlandırılan siparişlerin altının boş olduğu düşünüyorum.

6- Ben bu biraraya gelişlerde, sergi ya da sadece bir iş üretmek gibi çabalarla enerjinin deşarj edilmemesi gerektiğini düşünüyorum. Bunun yerine birliktelikleri sürekli kılacak yapılar üzerinde durmamız gerektiğini düşünüyorum. Adına ne denirse densin sendikalar, dernekler, meslek birlikleri, platformlar, inisiyatifler... İhtiyacımız olan tanımlara takılmadan biraraya gelmektir bence. Tanımı var edecek ve adını koyacak olan bizim biraraya gelmiş olmamızdır, biziz yani. İş ve üretim sonrasında neden olmasın; Gezi’nin oluşumu gibi o da kendiliğinden oluşacaktır diye düşünüyorum. En çok korktuğum sadece bu süreçte kâr elde etme ve nemalanma çabalarıdır. Artık kişiler ve isimler hatta işler ötesinde sürecin bir esere dönüştüğünü görmüş sanatçılar olarak daha büyük düşünmeli, küçük adım atmalıyız diyorum.

Ali İbrahim Öcal   



1- Gezi Direnişi’nin ilk günlerinde düşündüklerim ile ilerleyen süreçte düşündüklerim arasında oldukça fark var. Açıkçası ilk günler kalabalığın varlığını trend bir hareketle ilişkilendiriyordum. Bu pozitif anlamda bir şaşırma hali, negatif anlamda ise bir inançsızlık durumuydu. Bunu düşünmemin tek nedeni ise içinde yaşadığım toplumun en büyük sivil itaatsizliğinin üzerinden en az 20-30 yıl geçmiş olması ve bu süreç içerisinde kendini trendlere çok kolay kaptırabilen bir yapıya bürünmesi. Direnişin gittikçe ekonomiyi etkileyen bir hale gelmesi ile tabii bütün fikirlerim değişti ve gerçekliğine inandığım, dahil olduğum bir hareket varlığıyla hiç olmadığı kadar heyecanlanmaya başladım. Bugünlerde ise Gezi’nin ardından düşünülenleri, konuşulanları dikkatle takip etmeye çalışıyorum. Gittikçe çokmerkezli hale gelen forumlar başta olmak üzere, tüm tartışmaların gün geçtikçe rafineleştiğini görüyorum. Bu oluşumlar siyasi egemenlerin vazgeçmek istemedikleri, bağımlı oldukları sandık siyasetinin yerini, katılımcı ve çoğulcu siyasete bırakacağının ilk belirtileri sanki. Başlarda “önümüzdeki seçimler için neler yapabiliriz?” gibi kısa vadeli ve devlet refleksine paralel sorular gündemi oluşturuyorken şimdilerde kamusal alan, yaşam tarzı, eğitim ve anadilde eğitim hakkı gibi hayati konular ayrıntılarıyla tartışılır durumda. Tüm bu oluşumların, toplumsal sorgulamaların, sivil itaatsizliğin ve kitlesel direnişin “gelenekleşerek” giderek toplumun yapısını oluşturan unsurlar haline gelmesini sağlayacak ilk adımlar olduğunu düşünüyorum. 

2- Protestolarda açığa çıkan en önemli farkındalığın merkezileştirilmiş şeylerin yıkılması hakkında olduğunu söyleyebiliriz. Yani güç odaklı yönetim meşruiyetini, alternatifler üreterek ortadan kaldırmak ya da en azından buna derin sorgulamalar yapmaktı amaç. Sanat ortamında da aynı eleştiri önümüzdeki günlerde vücut bulacak diye umuyorum. Merkezde yer alan kurumlara ya da kişilere çöken ataletin her alanda yapılan eleştiriler yoluyla ortadan kaldırılmasının elzem olduğunu düşünüyorum.

3- Bu sene gerçekleşek olan Bienal’in yükü çok ağır bence. Önceki bienallerdeki eleştirilerden kat kat fazlasını alacağı kesin. Gezi direnişi boyunca kendiliğinden ortaya çıkan manzaralar, potansiyel Bienal izleyicisinin keskin bir zekâya ve sıkı bir eleştiri kabiliyetine sahip olduğunun da bir göstergesi. Gezi direnişinden birkaç ay önce Bienal’e yönelik prostestolarda, eleştirileri kabul etmeksizin sanatçı/prostestocuları polise şikâyet eden Bienal’in, Gezi olaylarının hemen ardından “sizce nasıl bir Bienal yapmalıyız?”a benzer bir soruyla sanat emekçilerini toplantıya çağırmasını manidar buluyorum. Bu tavır bana göre geçtiğimiz haftalarda Bienal’in bu sene bedava olacağının açıklanması gibi korku kaynaklı bir tedbir. Bu bakımdan sanatçılar ve eserlerinin içtenliğinden çok Bienal’in samimiyeti mercek altına alınacak bu kez. Yapılacağını öngördüğüm eleştirilerin bienallerin formunu değiştireceği yönünde umutluyum. Diğer taraftan kamusal alanın en kamusal olduğu zamanlarda “kamusal simya” üzerine söylenecek sözler biraz havada kalacak gibi görünüyor. Bir şeyi “olaylaştırma”nın “sanatlaştırma”dan çok daha değerli olduğunu fark edebileceğiz önemli bir fırsatımız olacak bu Eylül’de. 

4- Gezi Direnişi’nin hemen ardından birtakım üretimler oldu. Birkaç yazar Gezi konulu kitap çıkardı, bazı yayınevleri sosyal medyada her dakikasına fotoğraf hatta videolarla şahit olduğumuz direniş anlarını garip bir şekilde albümleştirdi, bazı sanatçılar Gezi’nin “illüstrasyon”larını yaptı, bazıları ise fotoğraf serileri ile kendilerini gösterdi. Bana göre bu gibi şeyler olay karşısında sıcağı sıcağına verilmiş tepkiler gibi, sürecin geneli için faydasız ve bir bellek oluşturmak için yetersizler. Toplumsal hafızanın icat edilmiş yeni kerterezlerle yeniden oluştuğu bugünlerde, bana göre bütün mecralarda eylemsel alandan ziyade zihinsel alanda hareket edilmeli. Eğer böyle yaparsak üretilecek olan ve umut veren yeni “estetik” de uzun vadede etkili olur.

5- Bu ve buna benzer talepler icat edilen yapıların işlevsel olmasının istenmesi yönündeki telaşın bir sonucu. İcat derken, bu icadı şekillendiren ve henüz çok yeni olan “şey”lerin varlığından söz açmak istiyorum. Bu “yeni”lerin idraki, bilindik mecralarda, bilindik tepkilerin gösterilmesinden çok daha önemli.

6- Gezi’nin bize hatırlattığı en önemli şey sanırım beraberken neler yapabileceğimiz, nasıl hissedeceğimizdi. Çok uzun bir süredir beraberce aynı şeyin üzerine düşünmemiş bir topluluk, tüm ülkeyi kapsayabilecek bir düşünceyi imal etti Gezi’de. Bunun izleri uzun bir süre silinemeyecek eminim. Tabii ki bu izler sanat üretiminde yer alanlarda da oldukça derinleşti. Hatta hiçbir zaman beceremediğimiz üretmenin hemen öncesindeki düşünmeyi bile beraber yapar olduk. Bence bu her şeyden daha önemli. Ortak akla sahip olabilmek ve sahip çıkabilmek.

Fatma Bucak  

 

1-   Gezi direnişleri, gündelik hayatlarımızın bir parçası haline gelebilmiş, bir sorgulama sürecinin başlangıcı, sivil bir harekettir. Gezi ile birlikte yeniden, çağın getirdiği bir formatta, örgütlenmeyi öğrendik hepimiz, birlikte olmayı, temel hak ve özgürlüklerimiz için; kadın olduğumuz için, eşcinsel olduğumuz için, yeni bir muhalefet, yeni bir iktidar istediğimiz için, parasız eğitim dediğimiz için, Kürt olduğumuz için, haksızlıkları artık görmezden gelemeyeceğimiz için... Bireyciliği içinde dayanışmacı bu direnişte sosyal medya kitle mücadelesinin en önemli iletişim aracı haline gelmiştir. Bütün engellemelere rağmen, sürekliliğini, kendine verimli platformlar yaratarak devam ettirmeye çalışan bu protestolar değişim kararlılığının en büyük göstergesidir. Gezi, aynı zamanda geçmişle bir etkileşme süreci yarattı. Otosansürlediklerimiz hakkında konuşturdu, tekrar düşündürdü, kolektif belleğimizi tazeledi. Bu coğrafyanın farklı bölgelerinde, farklı sebeplerle, farklı meselelere ses olmak için biraraya gelmeye çalışan, küçüklü büyüklü gruplar, demokratik protestolar için ortak bir platform yarattı. Bu süreci bir ilk olarak değerlendirmenin ne kadar doğru olabileceğini sorgulamak gerekir; ancak geçici bir “birliktelik” olmadığı ve olmayacağı aşikâr.

2- Varlığını bir şekilde sürdürmek istemekten, hangi şekilde sürdürmek istediğini sorgulamaya geçmiş bir çağdaş sanat ortamından bahsetmek mümkün bugün. Sanatçının, kurumlarla olan ilişkisinde, bağımsız duruşunu daha net biçimde ortaya koymasını gerektiren şu süreçte, sanatta da tatmin etmeyen bir kamu politikası ve sanata özel desteğin uzun vadede bir problem teşkil edebileceği Gezi ile daha çok konuşulabilen bir konu haline geldi sanırım. Bu kurumsallaşma şeklinin dışında, alternatif alanların, platformların, yeni kurumsallaştırma biçimlerinin eksikliğini, yavaş da olsa, sesli bir biçimde tartışabildiğimiz bir süreçteyiz.

3- Aslında Bienal kamusal alandan çekildiğini birkaç gün önce açıkladı, bu da bir değişimin habercisi sanıyorum. Kafamda tam olarak netleştiremediğim bir süreçten geçiyor Bienal ve ben de süreci takip etmek istiyorum; sanatçıları kim, işler nedir hiçbir fikrim yok. Bienal bu süreç içerisinde neleri gözlemledi, ne şekilde hareket edecek bilemiyorum. Gezi hepimizi şaşırttı ve zorladı. Böyle bir etkinliğin de, Gezi gibi bir halk hareketinden etkilenmemesi mümkün değil. Sanırım bazı şeyler belirginleştikten sonra bu Bienal hakkında daha çok konuşulabilecek. Tek söyleyebileceğim zor ve etrafında çok tartışma gerçekleşecek bir Bienal olacak gibi.

4- Aslında her alanda olduğu gibi sanatta da Gezi direnişlerinin etkileri okunabilecektir; ancak ne şekilde olduğunu, ne zaman görülebilir olacağını kestirmek zor. Gezi boyunca sıkça üzerinde konuştuğumuz anonim bir estetikle dudak uçuklatan, güldüren, kaş kaldırtan vs. üretimler ortaya çıktı bu eylemin bir parçası olarak. Kendine mal etmeme durumunun en güzel örneklerini gördük. Ben de sanat-Gezi ilişkisinin zorunlu bir beraberlik yerine, birbirini etkileyen bir birliktelik olarak okunacağını düşünüyorum.

5- Aslında sanat marketinin büyük vitrinlerinde gördüğümüz egzotik örnekler bunlar. Tabii ki bu konuyla ilgili ciddiyetle hazırlanan programların varlığını sorgulamaz bu durum. Israrla desteklenme sebebi kolaylıkla anlaşılabilen, kısa ömürlü bu etkinlikler için zorunlu bir iş üretimi talebine verilecek cevaplar da önemli. Böyle bir üretim talebiyle oluşturulan, büyük kurumlarca desteklenen bu etkinliklerin, bir tür turizm olarak görüldüğü açık ve sanat için yıpratıcıdır.

6- Gezi öncesinde başlamış olan, ortak projeler üreten, sürekliliğini koruyabilmiş bazı sanatçı kolektifleri var ve sayıları artacaktır diye düşünüyorum. Bu tür bağımsız sanat oluşumlarının sürekliliğini koruması bir hayli zor; özellikle bireyciliğin ön planda olduğu bir sanat ortamında; ancak tam da Gezi ruhuyla örtüşen birliktelikler, ortak üretim alanları arayışından bahsetmek mümkün. Birçoğumuz, şu ya da bu şekilde, böyle bir alanda deneyim edinmişizdir diye düşünüyorum; gerek farklı disiplinleri biraraya getiren etkinlikler içerisinde yer alarak, gerekse sanatçılarla ortak projeler üreterek. Birçok elin değdiği bu üretimlerin zorluğu göz ardı edilmeksizin, heyecan verici olduğunu düşünüyorum. Böyle bir deneyim isteğinden söz etmenin mümkün olacağını düşünüyorum.

 

Necmi Sönmez’in  www.lebriz.com’da 26 Temmuz 2013’te yayınlanan aynı başlıklı yazısı: http://www.lebriz.com/pages/lsd.aspx?lang=TR&sectionID=17&articleID=1136

Çağdaş Türk Sanatı, sanat ve direniş