Aşağıdaki metin, Robert Hughes’un 1984’te yayınlanan Art and Money başlıklı yazısının ikinci kısmından seçilmiş pasajların çevirisidir. Metnin ilk kısmından çevrilmiş bölümler için bkz. Geçmişten Günümüze Sanat ve Para
Bugünkü sanat piyasası akşamdan sabaha ortaya çıkmadı; 20. yüzyıl sonunda servetin ulaştığı nakde çevrilme hızının neticesiydi. Artık bir hisse senedi blokunu satıyor, parayı hemen başka yere kaydırıyorsunuz. Ama paraya çevrilebilen mallar, derin kanallar açılmadıkça öyle istediğiniz yere akmıyor; nitekim sabır gerektiren bu hidrolik çalışma, en azından 1960’tan beri, kültürel mühendisliğin mucizelerinden biri olageldi. Geçen 25 yıl boyunca sanat piyasasının en büyük projesi, sanat eserlerine sahip olmanın, manevi hazzın dışında, faiz kazancı sunmasa da çok yüksek ve istikrarlı bir sermaye getirisi sağladığına, dolayısıyla sanata büyük meblağlar yatırmanın akıllıca olduğuna herkesi inandırmak oldu. Şahsen bu güven yaratımının, 20. yüzyılın ikinci yarısında üretilmiş en önemli kültürel yapıt olduğunu, herhangi bir resim veya heykelden çok daha etkileyici olduğunu düşünüyorum bazen. Bu yapıtın kökenleri 1960’ların ortasına uzanıyor; bu kadar yaygın ve ölçeği dünya çapına varan bir kültür hareketi için tek bir başlangıç noktası tespit etmek zor olsa da, bence tohumları Times/Sotheby's Sanat Endeksi denen ilginç girişimle atıldı – Londra’da büyük ilgi çeken, sonraları 1966 civarında New York’u da etkisi altına alan bir girişim.
Bu endeksler, Sotheby’s yönetim kurulu başkanı Peter Wilson’ın, biraz tutucu bir izlenim uyandıran müzayede evinin imajına çeki düzen vermesi için işe aldığı bir halkla ilişkiler uzmanının buluşuydu. 17. yüzyıl Bolonez çizimlerinden oyma işlerine, Eski Ustaların resimlerinden 19. yüzyıl bronz heykellerine ve Çin porselenlerine kadar her cinsten sanat eserinin fiyat hareketleriyle ilgili sözümona güvenilir istatistikler sunma iddiasındaki bu endeksler, son derece genel bir biçimde, bütün fiyatlarda her yıl yüzde 25-200 arası bir oranda artış gerçekleştiğini gösteriyordu. Kısa, detaysız, hatırda kalıcıydılar ve grafiklerle bezenmişlerdi.
Belki de inandırıcılık etkisi grafiklerden ileri geliyordu. Bu son derece taraflı ve kısa yazılar, yer verdikleri grafikler sayesinde, Times’ın ekonomi sayfası kadar güven verici bir görünüm kazanıyordu. O zamana kadar riskli görünen sanat yatırımı fikrini ete kemiğe büründürüyorlardı. Sanat eserlerine sahip olmanın gayet mantıklı ve gerçekçi bir davranış olduğu izlenimi yaratıyorlardı. Bu mütevazı başlangıçtan sonra fikir iyice dallanıp budaklandı, öyle ki aradan 10 yıl geçtikten sonra hangi havayolu dergisini açsanız sanat yatırımı fikrini heyecanla allayıp pullayan bir yazıyla karşılaşıyordunuz. 1980’e gelindiğinde fikir o kadar bildik hale gelmişti ki, özellikle vurgulanmasına ihtiyaç kalmamıştı; hatta yatırımcı-koleksiyoner figürü gazetecilikte rağbet gören bir kahraman olmaktan çıkmıştı. Tacirler bile bu tür insanların fazla reklam edilmemesi gerektiğini düşünmeye başlamışlardı; bunun bir sebebi, olayın biraz görgüsüzce olmasıydı ama tahminimce bir diğer sebep de şuydu: Fiyatlar zaten o kadar çok yükselmiş, ve daha da yükselmeye devam edeceklerine olan inanç o kadar sağlamca yerleştirilmişti ki, eskisi gibi ezeli ebedi manevi değerlerden bahsetmenin zamanı gelmişti.
Bu inanç, bilimsel çalışmalara, eleştiriye, gazeteciliğe, halkla ilişkiler ve müze politikalarına dayanan devasa ve karmaşık bir kök sistemini hem besler, hem de bu sistem tarafından beslenir. Bu sistemin bocalamasına veya aksamasına izin verilemez, çünkü bir meta olarak sanat doğası gereği akıldışıdır. Bir sanat eserini ne emek değer kuramı çerçevesinde tutarlı biçimde tartışmak mümkündür, ne de fiyatını malzemelerinin maliyeti üzerinden değerlendirmek. Resimlerin maddi bileşenlerinden ileri gelen nesnel bir değeri yoktur. Onları başka bir şeye dönüştüremez, veya başka nesnelere farklı bir biçim vermek için onları kullanamazsınız. Sanat eserlerinin fiyatları, gerçek veya yaratılmış nadirliğin katıksız akıldışı arzuyla buluşmasıyla belirlenir, ve arzudan daha kolay yönlendirilebilen hiçbir şey yoktur.
Piyasa sanat eserlerini daima edilgin birer ebediyet ve değişmezlik kurgusuna çevirir – en yüksek fiyatın bile hakkını veremeyeceği aşkın bir değer kurgusuna. “Paha biçilmez” lafı ortaya atıldı mı, anlayın ki pazarlık daha yeni başlamıştır. Eskiden bir sanatçının acemilikten çıkıp tam anlamıyla ustalaştığını gösteren bir eser anlamına gelen “başyapıt” kelimesinin canının çıkartılmasının sebebi de bu: Artık bu kelime, aura’sı ve etrafında topladığı efsanelerle insanlarda geçici körlük yaratan ve muhakeme yetilerini sekteye uğratan bir nesne anlamına geliyor. Başyapıt, karşılaştırma işlemlerinden ziyade statü mitlerini ifade ediyor ve bu tür bir mit yaratımı, New Yorklu sanat taciri Ben Heller’ın yakın sanat tarihindeki en muhteşem Freudyen dil sürçmesiyle “yaratıcı fiyatlandırma” dediği şeyin kaynağını oluşturuyor.