Theodore Géricault, 1818
Walter Benjamin'e
Can sıkıntısı kapıyı çaldığında insan nereye kaçar? Kendi gövdesine mi kaçmalıdır yoksa başkalarının gövdesine mi? Ya da kurutulmuş dünyanın etine mi? Belki de ölü bedenlerin ve ruhsuz dünyanın da ötesinde bir yabancı gerektir insana. Hem bizden geride olmalı bu yabancı, hem de şimdide ve bizden ötede. Kimdir ya da nedir bu yabancı? Bir kimse, ya da bir nesne midir?
İnsan; tüketen, üreten ve aynı zamanda yaratan bir varlık. Kendi gölgesini ilk gördüğü andan beri yabancı olana karşı ilgi duyar insan. Gölgesi kendisine yabancıdır çünkü! Dünya ile insan arasındaki kopuşun aynasıdır gölge. İşte böylesi bir aynadan yansır yaratmanın gerekliliği. Gölgesini gören insan ne kendini görür ne de dünyayı. Gördüğü şey bir irkilmedir sadece. Dünya ile arasındaki uçurumdur, bir boşluk; evsiz barksızlıktır, ait olamamak ve sahip olmanın yalanıdır! Nasıl aşılacak bu uçurum? Ya da bu mümkün müdür? Gölge bir yanılsama mıdır? Platon, gölgeyi; var olanın ideaların bir yansıması olduğunu göstermek için kullanmıştı. Hakikat ideaların bilgisiydi ona göre, oysa dünya sadece bir gölge! Ve böylece temsil (Sanat) yalana ve gölgeye hizmet ettiği için dışlanıyordu Platon tarafından. Gölgeyi yalanlamak; dünyayı, yaşamı, bedeni ve çelişkileri de görmezden gelmenin yolunu açmıştı bir kere. Artık yaşam, bilginin zorbalığı altında bir dizgeye dönüştürülmüştü büyük sistemciler tarafından. Ne tuhaftır ki gölgeyi yalanlayanlar bilginin gölgesinde kayboldular! Oysa gölge, bir yalanın kanıtı değil, mümkün olmayan bir özdeşleyim’in (Einfühlung) ifadesidir. Platon’un belirttiği gibi hakikati gizleyen bir oyun değil, tam aksine yaratmaya çağıran bir izdüşümdür. Kısacası insan, yaratan bir varlıktır ve gücünü gölgesinden alır! İnsanın dünya ile arasındaki uçurum, gölgenin verdiği tedirginlik, ancak yaratarak aşılabilir. Daha doğrusu bu durum aşılabilecek bir “durum” değildir. Dünya ile olan bu ayrım, hareketi ve yaşamı sağlayan “ontolojik bir durum”, insan olmanın şartıdır.
*
Varlık bir bütündür. İnsan da dahil olmak üzere tüm var olanlar bu bütünün parçalarıdır. Ne yazık ki Batı felsefesinin Sokrates’ten bu yana geliştirdiği özne-nesne düalizmi, Varlığı parçalamanın ve onu öznenin nesnesi kılmanın yolunu açmıştır. Nesneye yabancılaşan özne, böylelikle aklın gücü ile kendini her şeyin ölçüsü ilan edecektir. Akıl soyutlayan bir güç olarak egemenliğini ve nesneye karşı özerkliğini ilan ettikten sonra yaşam bir sistem gibi okunmaya çalışılmış ve bunun sonucu insana, yaşamdan geriye sadece onun ruhsuz gövdesi (Kapitalizm ) kalmıştır. İnsan bugün, Aklının kuruttuğu yaşam ağacından beslenmektedir. Ve Büyük Anlatı’nın gölgesinde, yaşam ağacının üzerinde rüzgâr esmemektedir!
*
Kimilerince, insan ile dünya arasındaki uçurumun ontolojik bir durum olduğundan söz ederken aynı anda özne-nesne düalizmine karşı Varlık’ın bir bütün olduğunu iddia etmenin bir çelişki gibi okunduğunu tahmin edebiliyorum. Oysa bu bir çelişki değildir. İnsanın bilen bir varlık olarak var olan karşısında bir yabancılık durumu sezgisi, ya da bir başka deyişle salt nesnelerden bir nesne olmaması; Varlık’ın bir bütün, insanın da bu bütünün bir parçası olduğu bilgisiyle çelişmez. Bu yabancılık durumu; özne’nin yaratılması için yeterli değildir ya da öznenin nesne karşısında özerkliğini ilan edebilmesi için bir ortam yaratmamalıdır. Aksine bilmenin yarattığı kaygıdan doğan yabancılık hissi; özneyi var olan üzerinde egemenliğe ve ondan iyice kopmaya değil, onunla, Nietzsche’nin de belirttiği gibi, yalan da olsa bir bütünleşme çabasına iter. İşte yaratma dediğimiz eylem tam da bu büyük yalan’ın kendisidir! Yaşam –ki bize göre yaratılması gereken bir eylemdir– öznenin kuru bilgisi altında çürümeye bırakılmaktansa, onu yeşertecek olan yalanla tanışmalıdır. Akıl, kendini beğenmişliğini terk edip yalanın büyüsü ile barışmalıdır. İşte tam da bunlardan dolayı, Dünya ile karşılaşan bir insan için yaratmak bir gerekliliğe dönüşebilir ki bu da Varlık’la bütünleşmenin ihtiyacından doğar. Yaratarak insan, var olanlara karşı kendi bağımsızlığını ilan etmez. Tam aksine yaratarak, kendinden ve şeyden geçer. Öznenin nesne üzerindeki tahakkümü dağılır. Çünkü yaratmak, Akıl ile yetinmemektir! Özne-nesne düalizminin reddedildiği bu kendinden ve şeyin tahakkümünden geçiş (öznenin özerkliği diğer var olanları onun egemenliği altında bir nesneye dönüştürür ki emperyalist akıl da böylesi bir özerk aklın ürünüdür) halinde insan, kendi varoluşunu Varlık’a açar. Onunla yaratarak bütünleşir. Var olanla tam olarak bütünleşmek, bir tür özdeşleyim mümkün değildir. Var olanla benim aramdaki bu kopuş ya da mesafe, onunla bir yalan olduğunu bile bile bütünleşmeye çabalamam, yaratmamı sağlar ki bu yaratma eylemi sayesinde Varlık ile bütünleşirim. Varlık sonsuzdur ve yaratma eylemiyle insan, sonsuzun özgürleştirici bilgisinin deneyimini yaşar. Varlıkla bütünleşmenin anlamı budur.
Theodore Géricault, 1818
*
Yaratmak, bir bakıma öznenin kendini kaybedişidir ve Akıl’ın ondan bu kadar korkması doğaldır. Çünkü yaratma eyleminde kendine yabancılaşan ve var olana yaklaşan ama yine de ona dönüşmeyen bir öznenin ölümü durumu söz konusudur. Özne, yaratma eylemi sırasında nesneye karşı olan özerkliğini kaybeder. Çünkü bu eylem sırasında birey, kendisi ve var olan arasında bir gelgit durumu içerisinde, bir tür göçebedir. Bu gelgitler sırasında yaşanan deneyimler, belki de özneden bir tür kaçıştır. Özne’den kaçış! İşte bu bir anahtar kavram olabilir. Yaratmanın aynı zamanda bir direnme türü olması tam da bu kaçış durumundan kaynaklı olabilir mi? Varlıkla bütünleşme çabasıyken aynı zamanda ideolojiye karşı bir direnme biçimi olarak yaratma! -Bu, ideolojilerin Varlığa yabancı olduğu anlamına da gelebilir- Sanatın var olanla bütünleşmeye çabalarken özdeşleyimin mümkün olmamasından dolayı bir temsil olmasından söz etmiştik. Sanatın direnen bir varlık oluşu onun çelişen bir varlık oluşundan kaynaklıdır. Büyük anlatının doğrularına karşı kökten bir yalanın kendisidir sanat. Sanatın temsil boyutu onu ontolojik boyutta bir yalan (yalanlama) haline getirir ki bu sanatın kökende bir direniş olduğunu gösterir. Özellikle Modern Sanat, cinayetin işlendiği mekânda cinayet eyleminin kurgularını dağıtan, mekâna yabancılaşan bir kutsal yalan! Çok şükür ki hâlâ cinayeti Tanrı’nın gözüyle görenler var!
*
Sanat yapıtı ne onu yaratan sanatçının kendisidir ne de herhangi bir var olandır. Sanatçının izdüşümü olsa bile bir varlığın izi o şeyin kendisi olabilir mi? Resmedilen bir nesne de yapıtta salt kendi değildir ama bu onu sanatçının kendisi de yapmaz. Nesne az da olsa kendindedir. Şöyle mi desek? Nesne, kendine yabancı bir kendiliktedir. Aynı durum sanatçı için de geçerli. Sanki sanat yapıtı öznenin ve şeyin dışında yabancı bir varlık. Ama ilginç olan şu ki; bu yabancı varlığı kendi elleriyle yaratan ve ondan haz alan insanın kendisi! Kendinde olanı dışlaştırdığı oranda haz duyan bir varlık insan. Kendini kendi dışına atan bir varlık… Peki, ama neden? Salt toplumsal bir varlık oluşumuz bunu açıklayabilir mi? Öyle gibi görünse de, değil. Tekrar başa dönelim. Sanat yapıtı (imge), ne öznenin kendisi ne de nesnenin (var olanın) kendisidir. O hem öznenin kendisi hem de ona yabancıdır. Özneden imgeye doğru bir kaçış. Bir tür göçebelik hali. Aynı zamanda nesnenin kendisi de değildir yapıt. Nesneye ait olduğu kadar onun dışındadır da. Çünkü öznenin yarattığı bir imgedir. Öznenin ve nesnenin dışında üçüncü bir varlıktır o. İnsan kendini kendi dışına atar. Algılayan ile algılanan arasındaki fark ancak ikisinin de dışında, üçüncü bir varlıkta aşılabilir. İnsan, Varlıkla bütünleşebilmek için kendinin ve var olanın dışında bir yabancı yaratır ve yine kendisini ve var olanı ona (yapıta) taşır. Benliğinin dışında bir bendir artık.
*
İnsan yaratmaya yazgılıdır! Sanat yapıtı ütopyada yok olacak bir varlık, yaşayamadıklarımızın bir izdüşümü değildir sadece. O, dünya ile aramıza giren zorunluluktur! Ne için bu zorunluluk? Dünyaya sürüngenler gibi yapışmamak için... Yokülkede kaybolacak belki bu dünyaya yapışma hali. Ama o zaman kaybolmayacak bir şey yine de vardır. İnsanın özgürlüğü toplumsal ilişkilere bağlı olsa bile, insan; ontolojik olarak bu dünyaya muhtaç. Ama yine de içinde olduğu dünyanın bilincinde bir varlık olarak insan, dünyaya yabancı. Yabancı kelimesi abartılı gelebilir. Kısaca şöyle diyelim; insan soru soran bir varlık! Bu bağlamda, soru sormak eyleminin kendisi metafizik bir durumdur. Aynı zamanda bir şeyin bilincinde olmak için onun dışında olmak gerekir mi? Adorno'nun sanatın özerkliğinde ve bunun ideolojik bir durum olduğu yönündeki ısrarını hatırlayalım. Sanat ona göre devrimci bilincini dışarıda oluşu ile kazanıyordu bir anlamda. Yaratma eylemi, var olana dışarıdan bakmayı gerektirir. Özne nesneye dışarıdan bakar. Ama nesnenin de özneye bakışını unutmamak gereklidir! Dünya sadece öznenin algısında yaratılan bir nesne değildir. Aynı zamanda özne de dünya tarafından yaratılır. Bir ölüyü izleyen ben’in, bir sevgiliyi izleyen ben ile aynı olamayacağı gibi. O halde dışarıdan bakış da pek mümkün değildir tam anlamıyla. Beden akıldan, akıl da bedenden bağımsız olmadığına göre , akıla ve bedene dışarıdan bakış ne kadar mümkündür? Belki de beden, kendini yapıta taşıyarak içkin olduğu doğayı gözetleyen olur. Yapıt sayesinde sanatçının bedeni, dışarıda bir göz edinir ve kendi bedeni de dahil olmak üzere bedenlere ve dünyaya bakar. Yapıtın gözü artık sanatçının gözü değildir. Yapıt, bakılan olduğu kadar izleyendir de. Yapıt özneye yabancılaşan bir beden kazanarak, tüm bedenlerin deneyimine kendini açar. Gerçek bir yapıta bakan birey, aidiyet duygusundan çok, göçebelik hissi yaşayabilir. Bu durum, yapıtın bütün bedenlerin deneyimine açık olabilmesinden doğar. Sanat yapıtını algılayan, bir anlamda bedenden bedene dolaşır ve bu göçebelik sayesinde birey, özneye karşı bütünsel olanın deneyimini yaşar. Bütün bedenlere açık olan bir uzamda (sanat yapıtı) dolaşarak, çoğul bedenleri duyumsar. Aynı zamanda, dışarıdan bakması mümkün olmayan içkin beden için dışarıda yalan bir uzam yaratan varlıktır sanat yapıtı. Beden, salt kendinden ibaret olmadığı hakikatiyle yapıtın dışarıdalığı sayesinde karşılaşır. Dışarısı sadece sanat yapıtında mıdır? Bilincin dünya ile çarpışması sonucu doğan bu metafizik gerilim sanırım sanat yapıtında orgazma ulaşabilir. Yokülkede bile bu varoluşsal gerilim devam edecektir dünya ne kadar adil bir yer olsa da. Çünkü, sorular hiçbir zaman tükenmeyecek. Biz nesneye dışarıdan bakamayız belki ama bizim yerimize dışarıdan bakan yapıtın kendisidir. Üçüncü bir göz gibi! Evet, dışarısı pek mümkün değildir; fakat insan sanat yapıtında kendini kendi dışına atarak bir bakış yaratır. Önceden de belirttiğimiz gibi insan, dünyayı sadece izleyen değil, aynı zamanda sanat yapıtının dünyası tarafından izlenendir. O halde sanat yapıtı salt yapıt değil, canlı ve yaşayan bir varlıktır. Aurasını iç içe geçen bedenlerden ve yaşamlardan alır. Tarihin kaçamadığı bir uzam yaratır sanat yapıtı. Tarihin ve zamanın durduğu aşkın bir uzamdır bu. Tarih, yargılanmak üzere taşlaşır. Elimizden kaçıp giden, artık olmayan geçmiş anlar, zamanda sıçrayarak bize geri döner. Bu dönüş, yapıtın potansiyeli oranında sonsuzdur. Benjamin’in belirttiği gibi egemen tarihin akıntısında felakete sürüklenmemek için yapıt, bizlere tarihin sürekliliğinin kısa süreli de olsa kırıldığı pencereler açar. O pencerelerden içeri bakanlar, tarihi olmayanların gizli tarihi ile karşılaşırlar. Gizli tarihi bizlere ve geleceğe taşıyan auradır. Tarihin ve ideolojinin dışına taşabilmek, eş zamanlı bir şekilde içeride ve dışarıda olabilmektir. Sanat yapıtının devrimci boyutu, tarihe boyun eğmeyen varlığından doğar.
Giorgio Morandi, 1956
İnsan, kendi yarattığı bakışa muhtaçtır. Sanırım özgürlük dediğimiz o durum, kendimize ve dünyaya hem dışarıdan hem de içeriden bakabilmek, yaratmaktır. İnsan kendine içsel olduğu kadar kendinin dışındadır da. Realite olarak yaşamak istediğimiz ya da gelecekte yaşayacağımız özgürlük de böylesi göçebe, dışarıdaki bir varoluşa muhtaçtır. Peki, ama sanatın yokülkede bile olabilirliğinden söz etmiştik. Eğer sanat eseri varsa, o yine bir uygarlığın nesnesi olmak zorunda değil midir? Sanat yapıtı kendi özgür bakışlarımız ile dünyayı izleyen bir dışarıdan bakış ise, özgür toplumda bu dışarıda oluşa ne gerek vardır? Çelişkili gibi görünebilir fakat ben bu bakışa, yani yapıta muhtaç olduğumuzu yine de düşünüyorum. İnsan gün gelir tarihin peşinden koşmak yerine, tarihi yıkabilir, geçmişteki ölülerini bile özgürleştirebilir ama dünya ile benim aramdaki mesafeyi, gölgemi hiçbir ütopya doyuramaz. Sanat yapıtı; zorunluluktur, Aura aşkınlıktır; öyle ki yokülke bile bu aşkınlığa muhtaçtır. Aşkın bir bakışın olmadığı bir zamanda ütopya bile nefes alamaz! Yaşamın kendisi bir İz'dir ve şarap üzümden değil, üzüm şaraptan yapılmıştır! Ütopya'yı mümkün kılan dışarıdaki Auradır ve ancak dışarısı mümkünse yaşam nefes alabilir…
*
Özgürlük, salt bir sosyo-ekonomik sorun değil, aynı zamanda gölgelerimizi de görebilmektir!