Yağmalanmış Antik Eserlerin Ele Geçirilmesi Müzelerin Neyi Gizlediğini Gösteriyor

4 Temmuz 2018’de Europol ve İtalyan Carabinieri bünyesindeki Kültürel Mirası Koruma Dairesi, “Demetra Operasyonu”nun sonuçlandığını açıkladı. Sicilyalı arkeolojik eser yağmacıları ile uluslararası kaçakçılardan oluşan bir şebekenin izini süren soruşturmada, dört ülkede bulunan 40 eve düzenlenen baskınlar sonucu 23 kişi gözaltına alındı ve tahminen 40 milyon avro değerindeki 20 bin adet yağmalanmış nesne ele geçirildi.

Europol’ün basın bültenine, açıklama notu bulunmayan bir fotoğraf eşlik ediyordu: Muhtemelen baskınlarda ele geçirilmiş, mermer bir büste aitti fotoğraf. Başka eserlerle olan benzerliğinden yola çıkarak portrenin 1. yüzyıl Roma imparatorluk ailesinden genç bir adama ait olduğu söylenebilir. Eser bugün dünyanın herhangi bir müzesinde antik çağ bölümünün en önemli parçalarından biri olurdu.

Büstün diğer Roma emperyal portreleriyle pek çok ortak noktası var ama Europol fotoğrafının bir benzeri daha yok. Tasvir, antik heykellerin sunulma biçiminde alışkın olduğumuz özelliklerden çok uzak. Müze ve sanat piyasasına ait fotoğraflarda genelde bu tür eserler arka planda yekpare bir kumaşla sunulur. Kumaş düz siyah veya gri de olabilir, biraz çeşni katmak için siyahtan griye veya koyu griden açık griye doğru geçebilir. Nötr renk seçimi, bir ufuk çizgisinin veya eserin kendisinden başka hiçbir temsilî ayrıntının bulunmayışı, esere uhrevi bir hava katar, sanki her türlü gerçek fiziksel mekândan kopukmuş gibi görünmesini sağlar. Bu resmî fotoğrafların mekânsızlığı, müzelerin evrensellik retoriğini tamamlar.

    Sol: Demetra Operasyonu'nda ele geçirilen büstün Europol basın bülteninde yayınlanan fotoğrafı. Sağ: Caligula’nın portresi, Marino yakınlarında bulunduğu iddia ediliyor. 1914’te Metropolitan Müzesi tarafından Alfredo Barsanti’den satın alındı. Fotoğraf müzeye ait.

 

Sanat müzeleri, ev sahipliği ettikleri eserleri yaratıcılığın, dehanın, hakikatin ve güzelliğin tezahürleri olarak çerçevelerler; bunlar görünürde evrensel ve zamandan bağımsız insani değerlerdir. Böylece nesnelerin, yaratıldıkları ve bambaşka anlamlar ifade edebilecekleri kültürden ve ortamdan koparılıp çoğu zaman çok uzaktaki bir müzeye yerleştirilmesinde hiçbir sorun yokmuş gibi görünür, hatta bu süreç “doğal” sayılır. Bazen evrensellik retoriği daha dolaysız ve pragmatik bir anlam kazanır: “Evrensel” olduklarını iddia eden müzeler dünyanın dört bir köşesinden eserlere sahip olma ve onları ellerinde tutma hakkını öne sürerler – onları ellerine geçirme süreçleriyle ilgili tüm şaibelere rağmen. Bu iki evrensellik kavramı elbette birbirini pekiştirir, ve kayıt altına alınan eserlerin fotoğraflarındaki gri boşluk, bu ideolojik aygıtın ayrılmaz parçasıdır.

                       Cleveland Sanat Müzesi’ndeki Roma portre galerisinden görüntü, 2013. Ön planda solda yer alan büyük büst müze tarafından 2012’de satın alındı. Satış işlemi mülkiyet geçmişinin 19. yüzyıla kadar uzandığını gösteren belgelere dayanıyordu. Sonradan bu belgelerin sahte olduğu ortaya çıktı; eser aslında 1944’te Napoli yakınlarındaki küçük bir müzeden çalınmıştı. 2017’de İtalya’ya iade edildi. Önde sağda görülen büyük bronz heykel Marcus Aurelius’u tasvir ediyor. 1960’larda Türkiye’nin güneyinde [Burdur’da] bulunan Bubon antik kentindeki arkeoloji alanından yağmalanıp Amerikalı koleksiyonerlere, ilerleyen yıllarda da müzelere satıldığı düşünülen çok sayıda bronz eserden biri.

 

Europol basın bültenindeki fotoğraf, arka planında bu gri boşluğun olduğu fotoğrafların tam karşıtı. Antik portreyi gayet belirli ve dünyevi bir ortama yerleştiren detaylarla dolu. Bu detaylar arasında en sarsıcı olanı, fotoğrafın alt kısmında, büstün iki yanında kısmen görünür olan, terlik giymiş birinin ayakları. Bunlar herhalde fotoğrafı çeken kişinin ayağındaki terlikler, mermer başın üstünde durup yukardan fotoğrafını çekmiş olmalı. Büst, hoş bir İran kilimi olduğu anlaşılan bir zeminin üzerinde duruyor, fakat fotoğrafçımız belli ki etraftaki dağınıklığı dert etmemiş: resmin sol üst köşesinde ışığı yansıtan metal bir kalem ucu; iki adet kırık dökük ahşap nesne, sağ alt köşede süslü ama kırılmış bir resim çerçevesi; bir de mavi battaniye. Bütün bu ıvır zıvırı kadrajdan çıkarmak uzun sürmezdi, ama fotoğrafçımız hiç zahmet etmemiş. Ayrıca fotoğrafı çekmeden önce televizyonu kapatmaya da zahmet etmemiş olsa gerek ki, büstün sağ kısmına mavimsi bir ışık yansımış.

Bu detaylar (Roland Barthes okurları bunlara fotoğrafın punctum öğeleri de diyebilir), resmi özgül bir dünyevi ortama yerleştirmekle kalmıyor, sanat dünyası mensuplarının halktan saklamak için kılı kırk yardığı bir kavramı da sahneye dahil ediyor: sanat eserlerinin veya kültürel nesnelerin doğdukları bağlamdan koparılıp bir galeri teşhirine getirilme sürecindeki o karmakarışık insan aracılığı. Europol fotoğrafla ilgili herhangi bir açıklama yayınlamadı, soruşturma görevlilerinden biri tarafından çekilmiş olması da muhtemel. Ancak terlikler başka bir faile işaret ediyor, yağmalanmış büstü kendi evinde tutan birine. Antik eserlerin yağmalanmasıyla ilgili başka vakalardan biliyoruz ki aracılar genelde eserleri toprak altından çıkaran tombaroli’den (mezar kazıcılar) aldıktan sonra fotoğraflarını çekiyor. Fotoğraflar, eserleri potansiyel alıcılara pazarlamada kullanılıyor. Belki bu fotoğraf da aracı ile satıcı arasında fiyatla ilgili yapılacak pazarlıkta kullanılmak için çekilmişti. Satıcının bu şebekedeki rolü, eserleri İtalya’dan çıkarıp Münih’e nakletmekti. Soruşturmacıların iddiasına göre eserlere Münih’te sahte menşe belgeleri temin ediliyor ve müzayedede satılıyorlardı. Tabii bu aklama işlemi sırasında yeni fotoğraflara ihtiyaç oluyordu.


  

Sol: 1897 Benin Seferi üyeleri, yağmaladıkları eserlerin bazılarıyla. Sağ: British Museum'un Sainsbury kanadında Benin'den gelen parçalara ayrılmış salon. 

 

Europol fotoğrafı, müze kaidelerinde spot ışıkları altında duran bu cilalanmış mermer eserlerin, vaktiyle bir dolandırıcının dağınık oturma odasının zemininde duran bir ham madde olduğunu çarpıcı biçimde hatırlatıyor bize. Müzeler dikkatimizi perde arkasındaki insanlardan uzak tutmak için ellerinden geleni yapıyor. Europol fotoğrafı, müzelerdeki nesnelerle ilgili daha derin gerçekleri aydınlatacak kadar etkili: Britanya’nın 1897’deki Benin Seferi’ne katılan sömürgecilerin, ganimetlerinin üzerinde bacaklarını yayarak oturduğu meşhur fotoğrafı akıllara getiriyor. Yağmalanan eserlerin “öncesi”ni gösteren bu fotoğraf, “sonrası”nı gösteren imgelerle yan yana konmalı: kayıt fotoğraflarıyla ve British Museum’un yeni Sainsbury Afrika galerilerindeki modernist teşhirle. Yağmalanan eserlerin “öncesi”ni gösteren bu fotoğraflar, “müzeyi sömürgelikten çıkarma” tartışmalarından yıllar, hatta onyıllar sonra, eski eserlerin yağmalanması artık büyük bir suç olarak kabul edilirken, hâlâ insanı sarsıyor. Bu da müzelerin güzellik ve evrensellik retoriğinin bizi ne kadar derinlemesine koşullandırdığını gözler önüne seriyor. Gerçek şu ki, müzelere giden yol çoğu zaman taşlıdır; suç, şiddet ve yalanlar üzerine inşa edilmiştir. Bu gerçeğe işaret eden ipuçlarını gördüğümüzde bakışlarımızı başka tarafa çevirmememiz gerek.

 

Elizabeth Marlowe’un 6 Eylül 2018’de hyperallergic’te yayınlanan Seizure of Looted Antiquities Illuminates What Museums Want Hidden başlıklı yazısından kısaltılarak çevrildi.

müze, kültürel miras, arkeoloji