Yabancılaşmış Bilinç Olarak Bilim: Soyut Düşüncenin Doğuşu, Modern Kapitalizm, Modern Bilim

Aşağıdaki metin, Alfred Sohn-Rethel’in 1974’te Londra’daki Çağdaş Sanat Enstitüsü’nde (ICA) “Yabancılaşma” başlığıyla düzenlenen seminer dizisi çerçevesinde yaptığı konuşmanın yazıya dökülmüş halinden seçilmiş bölümlerdir. Radical Science dergi kolektifinin önerisi üzerine Sohn-Rethel tarafından yazıya geçirilen konuşma, Radical Science Essays (1986) adlı kitapta, “Science as Alienated Consciousness” başlığıyla yayınlanmıştır. İngilizce metin, dergi editörleri ile yazar arasındaki yazışmalar sonucunda gözden geçirilip genişletilmiştir. Alfred Sohn-Rethel’in Türkçeye de çevrilen Zihin Emeği, Kol Emeği: Epistemoloji Eleştirisi adlı eseri bu konulardaki temel kaynaklardan biridir.

 

Alfred Sohn-Rethel, 1899-1990.

 

Matematiksel akıl yürütme yetimizin, veya modern bilimin belirli aksiyomatik ilkelerinin, içinde geliştikleri tarihsel çağın toplumsal temeline ait unsurlardan biçimsel olarak türetildikleri açıkça ortaya konabilirse, idealizmin dayandığı zemin de tümüyle altından çekilecektir. Şayet toplumsal temeller köklü değişimlerden geçiyor, bu değişimler de emeğin toplumsal bağla ilişkisi üzerinde etkide bulunuyorsa, o zaman bilimin formları ve aksiyomatik ilkelerinde de önemli değişimler olmalıdır. Nitekim bu tür değişimler, Galileo-Newton fiziğine karşılık 20. yüzyıl görelilik kuramı ve kuantum mekaniğinde son derece belirgindir. Bu tür değişimler aynı zamanda zihin ve kol emeği arasındaki gerçek veya potansiyel ilişkileri de etkiler. Dolayısıyla, matematik ve doğa bilimini yabancılaşmış bilinçle ilişkilendiren makul bir argüman, bilimi gizemden arındırarak ve toplumsal üretim ilişkileri ile doğayı kavrayışımız arasındaki tarihsel bağı idrak etmemizi sağlayarak, sosyalizmin inşasına katkıda bulunacaktır.

Bilimin ve bilim insanlarının insanlığı aydınlık bir geleceğe taşıyacak rehberler olduğundan şüphe etmek ve bunu dile getirmek alışılmadık bir şey değil. Fakat ben, bilime yönelik olarak, bilimin kötüye kullanılma olasılığına bağlı güven kaybından (hatta şüpheden) daha derine inmeyi amaçlıyorum. Bilimin mahiyeti üzerine düşünmeyi; bilimin yabancılaşmayla birlikte ele alınması gereken bir bilme biçimi olduğunu göstermeyi amaçlıyorum. Bilim ile toplumsal değerler arasındaki ilişkiye dair geleneksel yoruma aykırı bir yaklaşım bu. Ortodoks bilimin pozitivist tutumundaki en belirgin özellik, tek tek olgu ve teorilere, içinde kök salmış oldukları değer ilişkileri ağından bağımsız muamele etmesidir. Aynı tutum, bilime, toplumsal değerlerden bağımsız bir bütün gibi bakar. Gelgelelim pozitivist bir bilim insanı bile, klasik Yunan felsefesi ile matematiğini veya 16. ve 17. yüzyıllardaki bilimsel devrimi doğuran tarihsel koşulların ne kadar önemli olduğunu inkâr etmeyecektir. Zihinsel faaliyetteki bu iki büyük atılımın, içinde geliştikleri tarihsel dönemden beslendiğini o da teslim edecektir. Şayet düşünce tarihi hakkında biraz bilgi sahibiyse, antik Yunan’daki metamatiksel fikirlerin modern bilimin yükselişindeki can alıcı bir unsur üzerinde –Galileo Galilei’nin doğa felsefesinde– temel bir etkisi olduğunu da kabul edecektir. Lakin bilginimiz, bu çağların ekonomik sistemleri ile, onlara damgasını vuran soyut kavramsal akıl yürütme biçimi arasındaki ilişkinin önemini vurgulama noktasında Marksistlere katılmaya yanaşmayacaktır.

Bir Marksist için bu iki tarihsel dönemin özel bir önemi vardır. İlkinde, MÖ 7. ve 6. yüzyıllarda madeni paranın icadı ve hızla yayılmasında görüldüğü üzere, meta üretimi tam bir gelişmişlik düzeyine ermiştir.[1] İkincisinin önemi ise, elbette, modern bilimin doğuşunun modern kapitalizmin doğuşunda köklenmiş olmasından ileri gelir. Toplumsal gelişmenin bu iki aşaması da insanlık tarihi açısından olağanüstü önem taşır. Yunan biliminin ve Galileo biliminin temel kavramsal formasyonları ile, içinde geliştikleri tarihsel çağ ve kendilerine özgü üretim tarzları arasındaki dolaysız bağı göstermek mümkün olursa, pozitivist yorumcu ve tarihçilerin inkârlarına rağmen bilimin toplumsal mahiyeti görülür.

Bilimin nesnelliği, toplumsal meseleler karşısında tarafsız olmasını gerektirir; bu toplumsal tarafsızlığın kabulü, her bilim insanının geçtiği eğitimin bir parçasıdır. Bilimsel hakikatlerin, zamandan, oluşma ve uygulanma koşullarından bağımsız olarak geçerli olduğu kabul edilir. Bilim insanı profesyonel yaşamında hayatın diğer tüm unsurlarına gözünü kapatır. Peki bu tarafsızlık gerçekten bilime içkin ve onun nesnelliğine bağlı mıdır? Burada daha derin bir görmezden geliş söz konusu olmasın – bilim insanının ve bilimin, sermayenin çıkarlarındaki rolünün görmezden gelinişi? Bu durumda bilimin nesnelliği, tam da, onun yabancılaşmasının dışavurumu olur; bilim insanını, kol emeği ile kafa emeğinin ayrılışının ne anlama geldiğini idrak etmekten alıkoyar. Yabancılaşmış bir bilinç biçimi olarak bilim eleştirisi, bilimin gelişim evreleri boyunca kol emeğiyle arasındaki ilişkinin incelenmesini gerektirir. Başka deyişle, bilimin toplumdan ayrılmasının eleştirisi, zihin emeğinin kol emeğinden ayrılmasının eleştirisine koşuttur; keza bütünleşmeleri de, sınıfsız bir topluma götürecek sosyalist ilerlemenin ölçütüdür.

Bilimin, işaret ettiğimiz anlamda yabancılaşmış bilinç olup olmadığı sorusu, ancak bilimin tarihsel kökenleri dikkatle incelenerek cevaplanabilir – daha kesin söylemek gerekirse, bilimi, meta üretiminin toplumsal tarihinin bir ürünü olarak ele alıp incelemek gerekir. Bundan kastım, bilimsel düşüncenin kavramsal temelini veya mantığını, meta üretiminin toplumsal ilişkilerinden çıkarsamaktır. Başka deyişle, pozitivist bilim insanının tümden imkânsız addettiği bir şey yapmayı amaçlıyorum – bu hususu özellikle vurgulamak isterim. Zihinsel formların mantıksal yönleri ile tarihsel yönlerini birbirinden tamamen bağımsız biçimde ele almak idealist düşüncenin ortak eğilimidir – sözgelimi pozitivizmde ve (Hegel hariç) geleneksel düşüncede böyle yapılır. Bu eğilim, bir ilişkinin terimlerinin karşılıklı ve birbirine nüfuz eden yönlerini hesaba katmaz: yani, diyalektik olmayan düşüncenin alamet-i farikasıdır bu eğilim. […] Oysa anlam ilişkiseldir. Diyalektik olmayan düşüncenin sonucu, bu örnekte, mantığın ve tarihin ayrılması ile kol ve zihin emeğinin ayrılmasının birbirine payanda olmasıdır: Mantık unsurundan ayrı olarak yürütülen tarihsel analiz, sınıflı bir toplumun doğal ve kaçınılmaz olduğunu düşünmeye devam etmemize yarar. 

 

Leonardo da Vinci. Mitralyözün atası sayılan, Ortaçağ sonlarına ait ribauldequin adlı silaha ait çizimler. 

 

Dolayısıyla bilimin özünde tarihdışı mı olduğu, yoksa meta üretimi çağındaki toplumsal tarihin bir sonucu mu olduğu sorusu hem önemli hem de açık uçludur. Burada, Galileo biliminin kuruluşunda başat rol oynamış belirli bir kavramı incelemek istiyorum: “hareketteki eylemsizlik” [inertial motion] kavramını. Bu, harekete ilişkin, tamamen matematiksel işleme tabi, ampirik olmayan, düşünsel bir kavramdır ve modern bilimdeki matematik ve deney yönteminin köşetaşı işlevi görmüştür. Bu yöntemin kuruluşunda bilim, matematiğin doğanın dili olduğu inancına uygun olarak hipotetik doğa kanunlarını ortaya koymayı vaat etmiştir. Bilim ayrıca, kol emeği dışındaki kaynaklardan, hatta kol emeğine tamamen yabancı olup sermayenin ihtiyaçlarına uyum gösteren zihinsel kaynaklardan, doğaya ilişkin kesin bilgiyi devşirmeyi vaat etmiştir. Bu bilimin kavramsal kuruluşunda, tarihsel gerçekliklerle her türlü bağ nihayet koparılır. Bizi bekleyen iş, “hareketteki eylemsizlik” kavramının tarihsel temellerini ortaya koymak ve kavramın cazibesinin –soyut, matematiksel bir bilgi türü olarak çekiciliğinin– bu tarihsel temellerde yattığını göstermektir. 

Marksist eleştiri lehine zar tutmadığımızdan emin olmak için, hareketteki eylemsizlik kavramıyla ilgili iddianamemize başlarken idealist bir tarihçinin ferasetli tanıklığına başvuracağım: Alexandre Koyré. Kendisi, bilim tarihinin, fikirlerin kendi içindeki tarihi olduğunu savunan, dolayısıyla toplumsal ilişkileri dışarda bırakan seçkin tarihçilerden biri. Galileo hakkındaki kapsamlı incelemelerinin iyi bir özeti olan “Galileo ve 17. Yüzyılın Bilimsel Devrimi” başlıklı yazısından aktarıyorum:

 

Modern fizik, yani Galileo’nun çalışmalarıyla, Galileo’nun çalışmalarında doğ[an] […] fizik, eylemsizlik yasasını en temel yasası olarak görür. […] Eylemsizlik ilkesi çok yalındır. Kendi haline bırakılmış bir cismin, herhangi bir dış gücün müdahalesine uğramadığı sürece, durgunluk ya da hareket halinde kaldığını söyler. Başka deyişle, durgun haldeki bir cisim, harekete sokulmadıkça, sonsuza dek durgun halde kalacaktır. Hareket halindeki bir cisim de, dış bir güç kendisini engellemediği sürece, hareket etmeyi sürdürecek, düz çizgi üzerindeki tekbiçimli hareketi içerisinde kalacaktır.

Hareketteki eylemsizlik ilkesi bize çok açık, inandırıcı, hatta pratik açıdan apaçık görünür. […] Galileo’nun hareket kavramı (tıpkı mekân kavramı gibi) bize öyle doğal görünür ki, hiç kimse bir eylemsizlik hareketini gözleyememiş olduğu halde (zira böyle bir hareket tümüyle ve kesinlikle olanaksızdır, her şeyden önce mutlak boşlukta hareket etmeyi önvarsayar), eylemsizlik yasasının deney ve gözlemden çıkarsandığını sanırız.

Yine, doğanın incelenişinde matematiği kullanmaya öyle alışmışızdır ki, Galileo’nun “doğa kitabı geometrik harflerle yazılmıştır” savındaki yürekliliği görmeyiz; mekaniği matematiğin bir dalı olarak inceleme, yani günlük deneyimin gerçek dünyasının yerine tanrısallaşmış bir geometrik dünya koyma, gerçeği olanaksızla açıklama kararındaki aykırılığın bilincine varamayız.[2]

 

Dolayısıyla Koyré’ye göre, Galileo’nun “hareketteki eylemsizlik” kavramı deneyimden çıkarsanmamıştı. […] Galileo’nun çığır açıcı fikri, benzersiz bir üstünlüğü olan gayri ampirik bir kavramdı: hem doğadaki sayısız olayda ortak olan hareket unsuruna sahipti, hem de aynı zamanda Öklid geometrisine ait bir unsur gibi ele alınabilecek bir matematik kavramıydı. Nitekim bu kavramın açtığı kapı sayesinde matematik, verili hareket fenomenlerinin analizinde kullanılıp, deneyle sınanabilecek matematiksel bir hipotez ortaya koymaya yarayan bir araç olarak kendini kurabildi.

 

Galileo teleskopları

 

Soyut Düşüncenin ve Bilimin Kökenleri: Meta Mübadelesi Soyutlaması

[…] “Bilim” terimi, Yunan antikitesinden beri, nesneler dünyası hakkında akılla denetlenen düşünce ve bilgi geleneğini temsil ediyor. Aynı zamanda zihin emeğinin kol emeğinden kesin çizgilerle ayrışmasını temsil ediyor. Bu ayrışma, uygarlık öncesi komünal üretim tarzlarının özelliği değildi; rasyonel sosyo-ekonomik pratik ile rasyonel doğa teorisini birleştiren bir toplum kurabilsek, zihin ile el arasındaki bu temel ayrışma devam edemez. Fakat biz şimdi, bir yandan daha iyi bir geleceği düşünürken, içinde bulunduğumuz berbat karmaşanın yapısal unsurlarına ve tarihsel özelliklerine bakalım.

MÖ 500 dolaylarında kavramsal akıl yürütmenin ortaya çıkışını kimileri “Yunan mucizesi” olarak adlandırmıştır. Bizim de bakmamız gereken tarihsel ve mantıksal fenomen bu: Söz konusu olaya, meta üretiminin anarşik toplumsal süreci temelinde bir açıklama getirmemiz gerekiyor. Peki onun yabancılaşmış bir bilinç biçimi olduğunu gösterebilir miyiz? Bu bilincin “hakikat” fikrine sahip olduğu kuşku götürmez, peki bizzat “hakikat” fikri tarih içinde yanlış bilincin tasarrufunda mı ortaya çıkmıştır? Bu bilinç zorunlu olarak mı yanlıştır?

Argümanın özüne yaklaşıyoruz ve haliyle teknik Marksist dile meylettiğimi görüyorum. Tanımları açmak ve argümanı özetlemek için, George Thomson’ın benim yaklaşımımı da özlü bir şekilde ortaya koyan şu savına başvuracağım: “Saf akıl” kavramı, klasik Yunan’da, para ekonomisi ilişkilerinin bir yansıması olarak oluşturulmuştur. Şöyle diyor George Thomson:

 

Bu yolla, özne, yani insan, kendisini dış dünyadan, nesneden soyutlamayı ve onu ilk defa insan iradesinden bağımsız, kendi yasalarıyla belirlenen doğal bir süreç olarak görmeyi öğrendi. Fakat aynı soyutlama eylemiyle insan, yeni düşünce kategorilerinin, onları yaratmış olan toplumsal ve tarihsel koşullardan bağımsız, içkin bir geçerlilikle donatılmış olduğu yanılsamasını da beslemeye başladı. İşte bu, “toplumsal açıdan zorunlu yanlış bilinç”tir ve bu yanlış bilinç, bir yandan günümüze kadar modern bilimin epistemolojik temelini sağlamış, öte yandansa filozofları, meta üretiminin ideolojik refleksi olarak gelişmiş olan “ussal özerklik”lerinin sınırlarını fark etmekten alıkoymuştur.[3]

 

Thomson sözlerine, “çağın yanılsaması” meselesiyle devam ediyor:

 

Sınıflı toplumun her çağında, yerleşik toplumsal düzene tarihin değil de doğanın bir ürünü olarak bakmak, yönetici sınıfın ayırt edici özelliğidir. Marx ile Engels’in “çağın yanılsaması” dedikleri budur. “Toplumsal açıdan zorunlu yanlış bilinç” kavramının karşılığıdır bu ve “insanların varoluşunu belirleyen bilinçleri değil, tersine bilinçlerini belirleyen toplumsal varoluşlarıdır” şeklindeki Marksist ilkeden türetilmiştir. […] Bu yanılsamalar, yönetici sınıfın felsefi ve bilimsel teorilerinde kaçınılmaz bir biçimde yansır. Doğa ve insan dünyası, aslında tarihsel olarak belli bir çağda belli bir sınıfın durumuyla belirlenmiş olmalarına karşın mutlak hakikatler olarak sorgusuz kabul edilen varsayımlar temelinde yorumlanır.[4]

 

Şimdi argümana dönelim: Hem Yunan felsefesinde hem de Galileo ve Newton bilimlerinde rastladığımız, zamandan bağımsız evrenseller çerçevesinde düşünme biçimine temel oluşturan özgül soyutlamanın kökeni nedir? Ben bu soruya Marksist bir cevap veriyorum: Bu soyutlamanın birincil kaynağı olarak zihne ve düşünmenin doğasına değil, meta üretiminin toplumsal sürecine bakıyorum. Bu soyutlama, teorik bir kavram haline gelmesinden çok daha önce, toplumdaki mübadele sürecinde işlemeye başlamıştı. Kökeni düşünce değil, insan eylemiydi.

[…]

 

Galileo’nun Diyalog’unun (1632) kapak resmi: Aristoteles, Ptolemaios ve Copernicus evrenin yapısı üzerine tartışıyorlar.

 

Modern Kapitalizm, Modern Bilim

Klasik antikite ve Ortaçağ boyunca hâkim üretim biçimi küçük köylü ve zanaatkâra dayanıyordu. Fikir ile icraatın, tasarlama ile yapmanın, kafa ile kol gücünün üretici şahsındaki birliği üzerine kuruluydu. Üretim süreci içerisinde bilimin uygulanması için bir ihtiyaç olmadığı gibi, buna elverişli bir alan da yoktu. Ancak, Ortaçağ’ın sonlarında başlayan ve sonraki üç veya dört yüzyıl boyunca (aşağı yukarı 1200-1600 arasında) genişleyip derinleşen ticari devrim, bu durumda yavaş yavaş değişime yol açtı.

Çok ilginç bir tarihsel dönemdir bu, aynı zamanda barutun ve ateşli silahların icadına, harp tekniklerinde topyekûn devrime tanıklık etmiştir. Bu gelişmeler, birçok farklı faaliyet alanında, zanaatkârın ekonomik, teknik ve teorik açıdan sınırlı imkânlarının yerine getirmekte yetersiz kaldığı birtakım işler doğurdu. Ekonomik açıdan, zanaatkârlar ticari sermayedarlara bel bağlamaya (dolayısıyla giderek onların hükmü altına girmeye) başladılar. Teknik alanda ise, küçük bir zanaatkâr azınlığının, “uygulama ustaları”na, sanatçı ve mimarlara dönüştüğünü görüyoruz. Bu durum özellikle kent sarayı, sur, kamusal anıt ve katedral inşaatı; nehirlerin tanzimi ve su rezervlerinin tasarlanması; gittikçe daha da ağırlaşan silahların dökümü; maden çıkarma ve ulaşım alanlarında artan talep gibi, büyük ölçekli işlerde yaşandı. Bu “ölçek ustaları”, başta matematikçiler olmak üzere âlimlerin bilgisine başvuruyordu, böylece pratik işler ile matematiksel analiz ve teori arasında yepyeni bir simbiyoz oluştu. Brunelleschi gibi yapı ustaları, Toscanelli gibi âlim ve matematikçilerle istişare ediyordu. Toscanelli, matematiğini daha önce hiç bedensel işle bağlantılandırmamıştı, Brunelleschi de bedensel işlerini onlara uygun bir matematikle… Toscanelli’nin mektuplarından öğreniyoruz ki, bu işbirliğinin sonuçları ikisini de çok heyecanlandırmış. Başka isimlere baktığımızda da aynı hikâyeyi görüyoruz: [Bonaccorso] Ghiberti, Donatello ve Alberti, Giorgio Martini, Leonardo ve Dürer’in isimlerine, [Niccolo Fontana] Tartaglia ve Benedetti, Cardano ve Ferrari, Stevin ve nihayet bizzat Galileo gibi danışman matematikçiler eşlik etmiştir.

 

 

Floransalı mühendis ve silah yapımcısı Bonaccorso Ghiberti’nin (1451-1516), Brunelleschi vinçlerine ait çizimleri. 

 


Dürer, "Uzanmış Bir kadının Perspektif Çizimini Yapan Ressam", 1600 dolayları. 

 

Modern bilimin evrimini mecazen şöyle tarif edebiliriz: matematiğe ve zanaate ait unsurların tek bir zihnin kapsamı içine yerleştirilmesi. Ama âlim ile üretici arasında Ortaçağ’da açılan mesafe kapatılırken, bu kez kapitalist istihdamdaki proleter emek kütlesi için üretici güçleri tasarlayan bilim insanıyla arada daha da büyük bir mesafe açılır. Matematiğe ve deneye dayalı yöntemde, bedensel organların –ellerin ve duyuların– rolü, ölçme araçlarının yorumlanmasına indirgenir: bireysel üreticinin somutluğunu, sosyalleştirilmiş zihnin matematiğine ve onun zamandan bağımsız evrensel mantığına tercüme eden araçlardır bunlar.

Röneans’a dönersek, Galileo’nun selefleri, mekânda harekete ilişkin ampirik tasavvurlardan kurtulmayı başaramadıkları için başarılı bir teknik keşfedememişlerdi. Galileo’nun tamamen matematiğe dayanan eylemsizlik kavramı, bir doğal fenomen olarak hareketin analizini, deneyime bağımlı olmayan soyut toplumsal düşünceyle aynı seviyeye getiriyordu. Galileo’nun düşüncesindeki devrim niteliğindeki bu dönemeç, kapitalistlerin zanaatkâr atölyelerine ve üretim araçlarına el koyma hamlesiyle bire bir örtüşüyordu. Bu el koyma yoluyla kapitalistler “üretici”ye ve (bundan da ironik bir yanlış adlandırmayla) “imalatçı”ya dönüşürken, gerçek üreticiler ücretli emekçi olarak onun için “çalışma”ya başlıyordu. Üretim ilişkilerindeki bu köklü değişimle birlikte, üretim sürecinin sorumluluğu zanaatkâr-ustadan kapitaliste devroldu. Çoğunlukla vasıfsız olan kapitalist, bu sorumluluğunu ancak parası aracılığıyla yerine getirebiliyordu. Parasını sermaye olarak kullanan kapitalistin pazardan satın aldığı malzeme ve hizmetleri kendi denetimi ve talimatları altında biraraya getirmesiyle, üretim sürecinin bütünselliği oluşuyordu.

Kapitalistin üretim sürecine bilfiil katılmasını sağlayacak üretici bir işlevi olmadığı için, bu sürecin –kapitalistin ideolojisi açısından– kendi kendine işleyen bir süreç olması gerekiyordu. Kapitalist, kapitalizmin üretim ilişkilerini zorunlu, kaçınılmaz, otomatik ve doğal (adeta bir kanun) gibi sunuyordu işçiye. Bu determinizm ve otomatiklik görüntüsü, söz konusu mekanizmanın teknolojik mahiyetinin sonucu değildir; belirli toplumsal ilişkileri (ve onların makineler biçiminde sabitlenmiş tarihlerini) birer doğa kanunu gibi temsil eden kapitalizm ideolojisinin parçasıdır. Klasik mekanik teorisi, üretim sürecindeki bu otomatiklik ve kaçınılmazlık görüntüsüyle mükemmel bir uyum içindedir ve çoğunlukla kapitalist ilişkilerin analojisi olarak kullanılır.

Üretimin sermayenin kontrolüne geçmesi ile klasik mekaniğin epistemolojik temeli arasındaki bu sıkı bağa rağmen, kapitalist üretim henüz bilimden sonuna kadar yararlanma aşamasında değildi; bu aşamaya 19. yüzyılın ikinci yarısında gelinecekti. Üretim sorumluluğunun tamamen ve yalnızca sermayenin kontrolüne geçmesi için, zanaate dayalı üretimin tüm izlerinin ortadan kaldırılması gerekiyordu. Bu gerçekleştirildikten sonradır ki, üretim işi, üretim sürecinin teknolojisini ve örgütlenişini geliştirmek için tamamen bilime bel bağlar hale gelmiştir. Bu tarihe gelindiğinde kapitalizm serbest piyasa rejiminin sonuna gelmekte, tekelcilik evresine yaklaşmaktadır; bu evreye hükmeden ayırt edici özellik ise, meta üretiminin piyasa düzenleyicilerinin manipüle edilmesi gereğidir. Bu da toplumsal sentezde değişimlere yol açacaktır. Yeni fizik biçimlerinin gelişmesi de buna eşlik eder.

Hikâyemizde yepyeni bir bölümün yazılmasını gerektiren bir noktaya gelmiş bulunuyoruz. Bu noktada yapılacak ayrıntılı bir analizde, “bilimsel yönetim” [scientific management], taşıyıcı bant fabrikaları ve yeni yönetim bilimleri [management sciences] ile, kuantum mekaniği ve moleküler biyolojinin biçimsel özellikleri arasındaki bağlantıların vurgulanması gerekecektir.

Burada amacım, hem yararlı bir perspektif kazanmamıza imkân verecek kadar bize uzak olan, hem de bugün bilimi hâlâ meta formuyla ittifak içine sokan yabancılaşmış düşünme ve varlık tarzını verimli biçimde eleştirme yolları sunacak kadar zamanımıza benzeyen bir döneme odaklanan bir analiz tarzı sunmaktı. Hâlâ sermayenin standartlarına tabi olmaya devam eden bilimsel anlayışlar, bu açıdan kafa ve kol emeği ayrımını idame ettirmektedir. Bilim ile kapitalist meta ilişkileri arasındaki mevcut sentezi aşan bilimsel yaklaşımlar, zihin ile kol emeğinin toplumsal birliğine destek olacak perspektiflere katkıda bulunabilir, böylece insanı hemcinsleriyle ve kendisiyle yeniden birleştirebilirler.

 

 



[1] Bkz. Engels, The Origin of the Family, Private Property and the State [1884] (Lawrence & Wishart, 1972). George Thomson, The First Philosophers (Lawrence & Wishart, 1978) – yazarın notu. Türkçesi: Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni; George Thomson, İlk Filozoflar, çev. Mehmet Doğan (Payel, 2. basım 1997) – ç.n.

[2] Alexandre Koyré, “Galileo ve XVII. Yüzyılın Bilimsel Devrimi”, Bilim Tarihi Yazıları içinde, çev. Kurtuluş Dinçer (TÜBİTAK, 2000) s. 189-192. Çeviri kısmen değiştirildi – ç.n.

[3] George Thomson, İlk Filozoflar, çev. Mehmet Doğan (Payel, 2. basım 1997) s. 382. Çeviri kısmen değiştirildi – ç.n.

[4] A.g.e., s. 382-383. Çeviri kısmen değiştirildi – ç.n.

sanat ve emek