Aşağıdaki metin, Britanyalı kültür kuramcısı ve eleştirmen Mark Fisher’ın 22 Kasım 2013’te North Star dergisinde yayınlanan Exiting the Vampire Castle başlıklı yazısından seçilmiş pasajların çevirisidir. Fisher’ın, muhalif kesimler arasında özellikle sosyal medya üzerinden yürütülen kişisel yaftalama, teşhir ve karalama kampanyalarına ve “kimlikçi” yaklaşımlara tepki olarak kaleme aldığı bu yazı, yayınlanmasının ardından yoğun bir tartışma yarattı, sol kesimden pek çok yazarın cevap ve eleştirilerine konu oldu. (Fisher’a cevaben yazılan eleştirel metinlerden biri için bkz. Kimlik Politikasındaki Sorun Ne: Vampirler Şatosu Yazısına ve Eleştirmenlerine Cevap).
Mark Fisher’ın, kendisinin de mustarip olduğu depresyon ve ruhsal bozuklukların politik-toplumsal nedenlerine de değindiği Kapitalist Gerçekçilik: Başka Alternatif Yok mu? adlı kitabı Türkçe’ye de çevrildi. Fisher, 13 Ocak 2017’de, 48 yaşındayken hayatına son verdi.
Sınıf bilinci kırılgan ve uçucudur. Akademide ve kültür endüstrisinde egemenliği elinde bulunduran küçük burjuvazi bu konu haşa gündeme gelmesin diye türlü türlü saptırmaya ve önleme başvuruyor. Ezkaza konuyu açacak olursanız da büyük bir densizlik, hatta edepsizlik etmişsiniz hissine kapılıyorsunuz. Yıllardır, sol-tandanslı, anti-kapitalist etkinliklerde konuşurum ama bunların pek azında sınıf meselesi hakkında konuşmam istendi.
Peki, şimdi ne yapacağız? İlkin, sınıf meselesinin buhar olup ahlakçılığın her yeri sardırdığı, dayanışmanın imkânsız hale gelip suçluluk duygusu ve korkunun ensemize yapıştığı bu açmaza bizi sürükleyen söylem ve arzuların niteliklerini tespit etmemiz gerekiyor. Burjuva öznellik tarzlarının hareketimizi zehirlemesine izin verdiğimiz için bu noktadayız; sağ tarafından terörize edildiğimiz için değil. Bu duruma yol açan iki libidinal-söylemsel oluşumdan bahsedebiliriz kanımca. Bunlar kendilerini sol addediyorlar ama aslında, pek çok bakımdan, sol denen şeyin tuzla buz olduğunun göstergesi niteliğindeler.
Vampirler Şatosu’na Buyurun
Ben bu oluşumlardan ilkine Vampirler Şatosu adını veriyorum. Vampirler Şatosu, suçluluk duygusu yaymak konusunda uzmanlaşmıştır. Bir rahibin aforoz etme ve kınama, bilgiç bir akademisyenin bir hatayı tespit eden ilk kişi olma, ve bir hipster’ın revaçtaki çoğunluktan biri olma arzusu tarafından güdülenir. Vampirler Şatosu’nu karşınıza almak tehlikelidir; tehlikelidir çünkü ona saldırırken bir yandan da ırkçılık, cinsiyetçilik ve heteroseksizm karşıtı mücadelelere saldırdığınız düşünülebilir – ve bu izlenimi güçlendirmek için ellerinden geleni artlarına koymayacaklarına emin olabilirsiniz. Oysa, bu mücadelelerin yegâne meşru ifadesi olmak şöyle dursun, burjuva-liberal bir sapma olarak anlaşılabilecek olan Vampirler Şatosu bizzat bu hareketlerin enerjisini emer. Vampirler Şatosu’nun doğum ânı, kimlikçi kategorilerle tanımlanmayı reddetme mücadelesinin, “kimliğini” büyük Öteki’ne kabul ettirme çabasına dönüştüğü andır.
Beyaz bir erkek olarak keyfini sürdüğüm ayrıcalıkların bir kısmı etnik kimliğimin ve toplumsal cinsiyetimin farkında bile olmamamdan ileri geliyor; kabul. Ara sıra bu kör noktalar konusunda uyarılmanın da ayıltıcı ve zihin açıcı bir etkisi olduğu doğru. Fakat, Vampirler Şatosu, herkesin kimlikçi sınıflandırmalardan kurtulduğu bir dünyanın peşinde koşacağına, insanları kimlik kamplarına tıkmaya çalışıyor – insanların, ilelebet egemen gücün terimleri üzerinden tanımlandıkları; aşırı bir özfarkındalıkla sakatlandıkları ve aynı kimlik grubuna ait olmadığımız sürece birbirimizi anlayamayacağımız konusunda direten bir tekbencilik mantığıyla yalnızlaştırıldıkları kamplar.
Çok ilginç, sihirli bir ters çevirip yansıtma-inkâr mekanizmasının işleyişte olduğunu fark ettim; sınıf lafını ağzınıza aldığınız anda otomatik olarak sanki ırk ya da toplumsal cinsiyetin önemini azımsıyormuşsunuz gibi davranılıyor. Oysa, bunun tam aksi doğru: Vampirler Şatosu, sınıf meselesini bulandırmak için nihai olarak liberal bir ırk ve toplumsal cinsiyet anlayışına başvuruyor. Bu yılın başında imtiyaz meselesi hakkında dönen absürd ve travmatik tweet fırtınasında sınıfsal ayrıcalıkların hiç lafının edilmemesi oldukça dikkat çekiciydi. Her zaman olduğu gibi şimdi de esas mesele, sınıf, toplumsal cinsiyet ve ırk kategorilerini birbirine eklemlemek – oysa, Vampirler Şatosu’nun ilk hamlesi sınıfı diğer kategorilerden ayırmak oldu.
Vampirler Şatosu’nun kuruluş amacı şu soruna bir çözüm bulmaktı: Bir yandan mağdur, marjinal ya da muhalif gibi gözüküp öte yandan muazzam bir servete ve iktidara nasıl sahip olursun? Fakat, Kilise bu sorunun cevabını zaten çoktan vermişti. Vampirler Şatosu da, Hıristiyanlığın icat ettiği ve Nietzsche’nin Ahlakın Soykütüğü’nde tarif ettiği cehennemî stratejilerin, karanlık patolojilerin ve psikolojik işkence araçlarının tümüne müracaat ediyor. Nietzsche, Hıristiyanlıktan bile beter bir şeyin yolda olduğu tahmininde bulunduğunda tam olarak vicdan azabı vaaz eden bu papazlığı, dindarlık taslayan bu suçluluk duygusu tacirlerini kastediyordu. İşte, şimdi başımızdalar.
Vampirler Şatosu, genç öğrencilerin enerji, endişe ve zaaflarıyla beslenir; ama, hepsinden önemlisi, tekil grupların (bu gruplar ne kadar “marjinal” olursa o kadar iyi) acılarını akademik sermayeye çevirerek hayatını idame ettirir. Vampirler Şatosu’nda en çok itibar görenler, yeni bir acı pazarı keşfedenlerdir. Şimdiye kadar acısından sonuna kadar faydalanılmış grupların hepsinden daha fazla ezilmiş ve köleleştirilmiş bir grup bulanlar, akademinin basamaklarını hızla tırmanacaklarından emin olabilirler.
Vampirler Şatosu’nun ilk kanunu: Her şeyi bireyselleştir ve özelleştir. Vampirler Şatosu, teoride, yapısal eleştiriden yana olduğunu iddia eder; ama pratikte bireysel davranışlardan başka hiçbir şeyi dikkate almaz. Unutmamak gerekir ki, bireyleri suçlamak her zaman kişilerüstü yapılara odaklanmaktan daha önemlidir. Gerçek yönetici sınıf, bireycilik ideolojisi yayar ama sınıf gibi davranır. (“Komplo” adını verdiğimiz şeylerin çoğu, yönetici sınıf arasındaki sınıf dayanışmasının tecessümüdür.) Yönetici sınıfın hizmetindeki enayi Vampirler Şatosu ise, bunun tam tersini yapar: “dayanışma”, “kolektivite” gibi mefhumları sözde destekler; ama, iş eyleme gelince, iktidar tarafından dayatılan bireyci kategorilerin sanki gerçek hayatta bir karşılığı varmış gibi davranır. İliklerine kadar küçük burjuva olduklarından, kendi aralarında son derece rekabetçidirler ama bunu burjuvaziye has pasif agresif bir tavırla bastırırlar. Vampirler Şatosu’nu birarada tutan, dayanışma değil, karşılıklı korkudur – aforoz edilme, ifşa edilme ve kınanma sırasının kendilerine geldiği korkusu...
Peki, bu açmazdan nasıl çıkacağız? İlk olarak, kimlikçiliği tümden reddedip, hayatta kimlik diye bir şeyin olmadığının, yalnızca arzular, çıkarlar ve özdeşleşmeler olduğunun farkına varmamız gerekiyor. Britanya Kültürel Çalışmalar projesinin önemi, kısmen, özcülüğe direnmiş olmasından ileri geliyordu (John Akomfrah, Unfinished Conversation adlı enstalasyonunda ve The Stuart Hall Project başlıklı filminde bunu çok etkili ve dokunaklı bir şekilde ortaya koyuyor). Maksat, insanları, halihazırda zaten var olan eşdeğerlik zincirlerine hapsetmek değil, her tür eklemlenmeyi geçici ve yapay görmekti. Her zaman yeni eklemlenmeler meydana gelebilir. Hiç kimse özü itibariyle şu ya da bu değildir. Maalesef, sağ bu gerçeğe daha vâkıf gözüküyor. Burjuva-kimlikçi sol, suçluluk duygusu yaymayı ve cadı avı düzenlemeyi iyi biliyor ama insanları kazanmak konusunda pek mahir değil. Ama, ne de olsa, esas mesele de bu değil. Amaç, solcu bir tavrı popülerleştirmek ya da insanları solun saflarına kazanmak değil, üstünlük pozisyonunu kaptırmamak, ve hatta, bir de, sınıf üstünlüğünü ahlaki üstünlükle katmerlendirmek: “Ne cüretle ağzını açarsın; acı çekenler adına ancak biz konuşabiliriz.”
Fakat, kimlikçilikten kurtulmanın tek yolu sınıfı yeniden devreye sokmaktır. Sınıf meselesini merkezine almayan bir sol, olsa olsa liberal bir baskı grubu olabilir. Sınıf bilinci her zaman iki yönlü işler: Aynı anda hem sınıfın nasıl her tür deneyimi çerçevelediğini ve şekillendirdiğini bilmeyi hem de sınıf yapısı içinde işgal ettiğimiz tekil pozisyonun farkında olmayı gerektirir. Unutmamalı ki, mücadelemizin amacı ne kendimizi burjuvaziye kabul ettirmek ne de burjuvaziyi ortadan kaldırmak. Yok edilmesi gereken, şu ya da bu sınıf değil, maddi olarak ondan kâr edenler de dahil olmak üzere herkesi yaralayan sınıf yapısının bizzat kendisi. İşçi sınıfının çıkarları herkesin çıkarlarıdır; burjuvazinin çıkarları ise sermayenin çıkarlarıdır; yani, hiç kimsenin çıkarları değildir. Mücadelemiz, yeni ve şaşırtıcı bir dünya kurmayı hedeflemeli; sermaye tarafından şekillendirilen ve çarpıtılan kimlikleri muhafaza etmeyi değil.
Bu, zorlu ve caydırıcı bir görev gibi gelebilir; ve zaten, öyle. Fakat, bu dünyanın habercisi olacak türden faaliyetlere girişebiliriz. Bu tür faaliyetler salt zihinsel egzersizler olarak kalmak zorunda değil; burjuva öznellik tarzlarının parçalanıp yeni bir evrenselliğin oluşmaya başlayacağı verimli bir döngüyü harekete geçirebilir, kendi kendini gerçekleştiren bir kehanete dönüşebilirler. Birbirimizi suçlayıp taciz ederek sermayenin işini göreceğimize, yoldaşlık ve dayanışmayı nasıl inşa edeceğimizi öğrenmeliyiz; daha doğrusu, yeniden öğrenmeliyiz. Bu, her zaman hemfikir olmamız gerektiği anlamına gelmiyor elbette – aksine, dışlanma ve aforoz edilme korkusu yaşamadan fikir ayrılığına düşebileceğimiz koşulları yaratmalıyız.
Sosyal medya kullanımı konusunda bir strateji geliştirmeliyiz. Sermayenin libido mühendisleri sosyal medyanın eşitlikçi bir platform olduğunu iddia etse de, bu ortamın halihazırda sermayenin yeniden üretimine adanmış bir düşman toprağı olduğunu aklımızdan çıkarmamalıyız. Bu toprağı işgal edip sınıf bilinci yaratmak amacıyla kullanmaya başlayamayacağınız anlamına gelmiyor bu. İletişimsel kapitalizmin bizi güzel sözlerle katılmaya zorladığı “tartışma”dan bir çıkış yolu bulup bir sınıf mücadelesinin içinde olduğumuzu hatırlamalıyız. Amaç, eylemci “olmak” değil, işçi sınıfının harekete geçmesine ve kendini dönüştürmesine yardımcı olmak. Vampirler Şatosu’ndan çıkabilirsek bunların hepsini başarabiliriz.