Avni Arbaş, Güzin Dino, Nazım Hikmet, Abidin Dino, Vera Tulyakova
Osmanlı ve Kuvayı Milliye ordularında subaylık yapmış babasının aynı zamanda amatör bir ressam oluşu, Avni Arbaş’ın (1919-2003) çocukluk günlerinin sanatla iç içe geçmesini sağladı. Arbaş, Galatasaray Lisesi’ni bitirdikten sonra, 1937’yle 1946 yılları arasında, İstanbul Akademisi’nde Léopold Lévy’nin öğrencisi oldu. Öğrencilik günlerinden itibaren aktif olarak sergi etkinliklerine de katılıyordu. 1946 yılında, Fransız Kültür Ateşesi de olan Galatasaray Lisesi’nin Fransız müdürü Camille Bergeau’nun verdiği öğrenci bursuyla Paris’in yolunu tuttu.[1] Aslında Bergeau, bu burs için önce Selim Turan’ı önermişti. Ama Akademi yönetiminin zorluk çıkarması yüzünden pasaport alamayan Selim Turan,[2] burstan yararlanamadı ve ancak bir yıl sonra Paris’e gidebildi.
1948-1949 yıllarında Scola Cantorium Pansiyonunun bahçesindeki Türk yazar ve ressamları: Sabahattin Ali, Necmi Gürman, Selim Turan, Avni Arbaş. Fotoğraf: Necmi Gürman Arşivi Paris
Avni Arbaş, Fransız başkentinde, daha sonra İstanbullu birçok sanatçı ve yazarın da yaşayacağı, Scola Cantorium pansiyonunda atölyesini kuran ilk ressam oldu. Sanatçının bu pansiyonda yer alan atölyesinde, 1946’dan 1949’a kadar ürettiği çalışmalarında, hocası Léopold Lévy’nin etkisiyle gri renklerin ağır bastığı bir paletle farklı denemelere girdiği görülüyor. Denemeleri arasında soyutlamaların yanı sıra doğrudan soyut tarzda çalışmaların da olması bir rastlantı değildi. Avni Arbaş, Türk sanatını konu alan grup sergilerinde, lekesel resim tarzını benimseyen, tam olarak gerçekçi olmasa da, figür resmiyle ilişkisini kesmeden “soyutlamaya” yakın duran çalışmalarını sergiledi. 1950’den sonra sanatçı, önemli bir yorum değişikliğine girdi ve çalışmalarını ağırlıklı olarak figür resmi üzerinde yoğunlaştırdı. Arbaş, Türkiye Komünist Partisi taraftarı oldukları bilinen Abidin Dino, Selim Turan gibi sanatçıların tersine, reel politik etkinliklere katılmasa da, 1950’li yıllarda Paris’te gündeme gelen “gerçekçi sanat” tartışmalarına ilgi gösteriyordu:
…Artık gizemli sanat çağları geçmiştir. Sanatçı geniş kitleye seslenecektir. Bunun için de halkın “anlayış düzeyinde” olacaktır. Ne var ki, sanatçı halka bir şey vermeden önce halktan birçok şeyler alacak ve halkça eğitilecektir. Demek ki, sanatçı önce halkın sorunları ile ilgilenecek, onları anlamaya çalışacak, sonra da yapıtında bunları “yansıtma” olanaklarını araştıracaktır. Toplumla ilişkisini kesmiş bir sanatçı “halkın sanatçısı” olamaz… Türk sanatçısının “görevi” toplumun ihtiyaçları üzerine eğilmektir… Biçimde de mutlaka içerik gibi halkın “anlayacağı” bir açıklıkta olmalıdır. Biçimi halkın “anlayış niteliklerine” göre ayarlamak gerekir…[3]
Avni Arbaş, Paris’teki ilk kişisel sergisini 1953 yılında, Galerie La Roue’da açtı. 1950 yılında Köy Enstitüsü mezunu yazar Mahmut Makal’ın Bizim Köy isimli kitabı sanat çevrelerinde büyük yankı uyandırmıştı. Kırsal kesimde yaşayan insanların dramını anlatan kitap, Türkiye’de “Köy Edebiyatı” olarak tanımlanan bir akımın doğmasını sağlamış, entelektüelleri Anadolu gerçekleriyle ilgilenmeleri yönünde motive etmişti. 1946 yılından beri Paris’te yaşayan Avni Arbaş’ın Paris’teki ilk kişisel sergisinde bu kitaptan esinlenerek yapmış olduğu figüratif resimlere yer vermesi son derece anlamlıdır. Sanatçı bu resimleriyle hem artık yaşamadığı Türkiye ile bağlarını koparmadığını, hem de o yıllarda Paris’te önplana çıkan Lirik Soyutlama akımının karşısında olduğunu duyurmuş oluyordu. Bit Öldüren Kadın, Köy Öğretmeni ve Talebeleri gibi Anadolu kırsalındaki yaşamın fiziki zorluklarını stilize eden tuvaller ve desenler, Avni Arbaş’ın Fransız Komünist Partisi’nin en büyük destekçisi olduğu “Eleştirel Figürasyon” akımı çerçevesinde değerlendirilebilecek bir eğilimi benimsediğini gösteriyordu.
1946 yılında CHP’nin Yurt Gezileri[4] programı dahilinde Siirt’e giden Arbaş, aradan yedi yıl geçtikten sonra burada edindiği izlenimlerle Paris’teki sergisinin temel çerçevesini hazırlamıştı. Arbaş’ın bu yaklaşımı, o yıllarda hakkında çok konuşulan ressam André Fougeron’la benzerlik gösteriyordu. 1951’de Galerie Bernheim-Jeune’de sergilenen Le Pays des Mines isimli sergisindeki figüratif resimleriyle büyük ilgi uyandıran Fougeron, Boris Taslizky ve Bernard Buffet gibi ressamlarla birlikte Sosyal Gerçekçi Rus resminin izinde yol alan “Eleştirel Figürasyon” akımı çerçevesinde değerlendiriliyordu. Fougeron ile Arbaş’ın resimlerindeki konu birliktelikleri, figüratif yaklaşım benzerlikleri dikkat çeken bir paralelliğe sahipti. Sanatçının ilk kişisel sergisini konu alan yazılarda Bizans sanatı da önplana çıkarılıyordu. Arts dergisindeki eleştiride konu şöyle ifade ediliyordu:
Genç ressam Avni Arbaş’ın eserleri dar manada bölgeci olmamakla beraber her şeye rağmen Bizans dünyasının izlerini taşımaktadır. Bit Arayan Kadın ın çizgileri ve alın görünüşü bunun örneği olabilir. Gerek natürmortlar ve gerek kompozisyonlarda Avni Arbaş’ın aynı davranış, aynı uzaktan bakma temayülü hissediliyor.[5]
Les Lettres (Françaises) gazetesinde Pierre Descarques imzalı yazı ise Arbaş’ın yönelimini destekleyen bir karaktere sahipti:
Birkaç yıldan beri Paris’te yaşayan 34 yaşında genç Türk ressamı Avni Arbaş, Paris’te ilk sergisini açmış bulunmaktadır. Avni Arbaş’ın boya anlayışı son derece zengin olduğu gibi istiflerinin genişliği de göze çarpmaktadır. Ressamın insan biçimlerini tuvalin sathını kaplarken eşyaların bunlara daha belirgin bir yer tuttuğu görülüyor. İşte vermek istediği dünyada emin ve neredeyse tekniğine tamamiyle hâkim bir ressam.[6]
1953 yılında Louis Aragon, Picasso’nun çizdiği Josef Stalin portresini Les Lettres Françaises’de yayımlayarak geniş çaplı bir tartışmayı başlatmıştı. Avni Arbaş’ın geliştirdiği tavrın ise, politik bilinç geliştirmeyi öncelik olarak içerdiği söylenemezdi. 1956’da Galerie Dina Vierny’de ikinci kişisel sergisini açan sanatçı, hem köşeli sanat anlayışının örneklerini sunuyor, hem de temalarını değiştirdiğinin altını çiziyordu. Bu sergisinde soyutlamaya yakın lekesel bir ifade biçimi geliştiren Arbaş, tam anlamıyla “soyut” olarak değerlendirilebilecek olan deneylerine rağmen, doğadan, gözlemlerinden tam olarak kopmayarak, “figür etrafında” gezinen öyküsel bir tavır geliştirmişti.
Fransızca’ya vâkıf olduğu için Paris’teki sanat çevresiyle yakın ilişki kurabilen Arbaş, 1950’lerde Tristan Tzara, Edouard Roditi, Jacques Lassaigne gibi yazar ve edebiyatçılarla da dostluk kurmuş, ancak Lirik Soyut akımı çerçevesindeki etkinliklere katılmamıştı:
Orada Paris Ekolü Salonu vardı, ben de oradaydım. Senelerce onun sergilerine iştirak ettim… Tachist diyorsunuz ya, bunu çıkaran adam benim arkadaşımdı, yani Charles Estienne, beni çok severdi, hep gelir atölyeme ve bana ‘Sen tachist’sin, hep ‘tache’lerle (lekelerle) resim yapıyorsun’ derdi. Sonradan bu isim belli bir akım için gelişti. İlk kullanan odur. Ama bu beni etkilemiş değildir. Çünkü ben eskiden beri resmimde lekelere çok önem veririm. Ama bakın bir yerde bir isim yapıştırıyorlar, aslında bu isimler beni ilgilendirmiyor.[7]
Sanatçı, 1954 yılında Raymond Nacenta’nın sahibi olduğu Galerie Charpentier’de düzenlediği L’Ecole de Paris sergilerine katıldı. Nacenta, 1954’le 1961 yılları arasında her yıl bu başlık altında grup sergileri düzenleyerek Parisli sanatçıları aynı çatı altında toplamaya çalışıyordu. Daha sonra L’Ecole de Paris isimli bir kitap yayınlayan Nacenta, Avni Arbaş’ın yanı sıra Nejad Devrim’e de bu kitapta yer ayırmıştı.[8]
1958’de Antibes’deki Musée Grimaldi’de Abidin Dino ile birlikte ortak bir sergi gerçekleştiren Avni Arbaş’ın 1960’a kadarki çalışmalarında “semi figüratif” olarak tanımlanacak bir yaklaşımı benimsediği görülüyordu. Buna rağmen soyut leke ve kompozisyon kurgularından da olabildiğince faydalanmıştı. Bu durum, ister tam anlamıyla soyut, isterse “semi figüratif” olarak çalışsın, onun esas olarak konulara odaklandığının göstergesiydi. Natürmort, portre, manzara ve günlük yaşama özgü figürler sanatçının bir tür leitmotive olarak ele aldığı temalardı. Konu ağırlıklı olarak çalışırken, 1946’dan 1977’ye kadar yaşadığı Paris’in atmosferinden etkilenen sanatçı, algıladıklarını yumuşak ve etkileyici bir boyama tarzıyla yorumladığı için çalışmalarında dekoratif öğelere yer vermekten de kaçınmamıştı.
1977 yılında, kaybetmiş olduğu Türk vatandaşlığını, büyük bir mücadele sonucunda tekrar kazanan Arbaş, 1979’dan itibaren çalışmalarını ağırlıklı olarak İstanbul’da sürdürdü. Bu dönem yaptığı resimlerde soyut sanatın görsel kazanımlarının olduğu kadar, günlük yaşama dair izlenimlerinin de etkileri görülür.1998, 1992 ve 2001[9] yıllarında tamamı kataloglarla belgelenmiş olan retrospektif sergileri açılan Avni Arbaş, otuz yıldan fazla yaşadığı Paris’te edindiği görsel tecrübelerini[10] sanat yaşamının tamamına yayarak “şiirsel gerçekçilik” olarak adlandırılabilecek bir resim anlayışı geliştirmiştir.
[1]Murat Ural, Biyografi, Avni Arbaş, Milli Reasürans Sanat Galerisi, İstanbul, 1998, S.14. (Sergi Katalogu)
[2]Selim Turan, Mehmet Güleryüz Söyleşisi, Votre Beauté Dergisi, Nisan 1992, S. 44.
[3]Hıfzı Topuz, Parisli Yıllar, İstanbul 1994, S. 50-51, Vurgulamalar: NS.
[4]Murat Ural, Cumhuriyet’in Romansı: Ressamlar Yurt Gezisi’nde (1938-1943), Ameliè Edgü(Ed.) Yurt Gezileri ve Yurt Resimleri, Milli Reasürans T.A.Ş. Yayını, Istanbul 1998 S. 21 (Sergi Katalogu)
[5]Arts, 27 Mayıs 1953, Aktaran: Murat Ural, Biyografi, Avni Arbaş, Milli Reasürans Sanat Galerisi, İstanbul 1988, S.30 (Sergi Katalogu)
[6]Pierre Descarques, Les Lettres (Françaises), 28 Mayıs 1953, Aktaran: Murat Ural, Biyografi, Avni Arbaş, Milli Reasürans Sanat Galerisi, İstanbul 1988, S.30 (Sergi Katalogu)
[7]Avni Arbaş ile Görüşme, Jale Erzen, Yeni Boyut Plastik Sanatlar Dergisi, Kasım 1982, Sayı 1/7, S. 9.
[8]Raymond Nacenta, L’Ecole de Paris, Paris 1960 (Kitabın İngilizce, Almanca çevirileri de bulunmaktadır)
[9]1998 Milli Reasürans Sanat Galerisi, 1992 Garanti Bankası Sanat Galerisi, 2001 İş Bankası Kibele Sanat Galerisi.
[10] Avni Arbaş Paris Yılları, Artisan Galerisi, İstanbul 1995 (Sergi Kataloğu)