Trans.Candır

Manet, Olympia, 1863

 

Bir süredir sosyal medya üzerinden yürüyen ve feminist hareketi içinden, bir açıdan da LGBTI+ hareketiyle karşıtlık içinde bölen bir tartışma var. Bu tartışmanın bütün taraflarını izleyebilmiş, bütün argümanlarına vâkıf olmuş değilim. Fakat bugün (13 Ağustos 2018) İleri Haber’de yayınlanan “‘Sex Belası’: Anti-beden, anti-norm, anti-iktidar…” başlıklı yazıyı okuyunca, bazı noktalar hakkında şerh düşme ihtiyacı duydum. Nihayetinde kuramlar (kuramcılar) kutsal değil, okunabilir, yorumlanabilir ve eleştirilebilirler. Fakat hoyratça yapılınca gönül razı gelmiyor.

Aşağıda noktalar halinde yazıdan yaptığım alıntılara cevap vermeye çalıştım. Yazarı herhangi bir şekilde tanımadığımı, kendisini kişisel olarak hedef almadığımı, aksine yazısını yaygın birtakım ön kabulleri dile getiren bir vesile olarak alarak, bu yaygın yanlış okumalara cevap vermeye çalıştığımı söyleyeyim. Cevaplarım da yepyeni değil, bir kısmını şimdi yazdım elbette, fakat bir kısmını da eski yazdığım birkaç yazıdan ‘çaldım’.[1]

-     “Biyolojik cinsiyet ten rengi, kıvırcık saç ya da göz rengi gibi maddesel, biyolojik bir gerçekliktir.”

Hayır. ‘Biyolojik’ (maddi denmek isteniyor herhalde) bir gerçekliği olan, kromozomlar, hormonlar, organlar olabilir; bizi bunları ‘cinsiyet’ torbası içinde düşünmeye iten, cinsellik tertibatıdır (yani cinsiyeti ve cinselliği ilişki içinde kuran söylem ve pratiklerdir). Bugün (ve ancak son birkaç yüzyıldır) ‘biyolojik’ addettiğimiz şeylerin tümü, bu niteliklerini, ‘biyolojik’ kategorisini mümkün kılan söylem ve pratiklere (biyoloji kürsülerine, deneylere, hastanelere, tür tasnifleri ve benzerlerine) borçludur – bunlardan önce böyle bir kategori veya nitelik yoktu. Dikkat ederseniz, rahim yoktu demiyorum, rahmi ‘biyolojik cinsiyet’ diye bir şeyin parçası olarak düşünmek mümkün değildi, demek istiyorum. Ayrıca bu konu üzerine düşünülmüyordu, bu alanı düzenleyen söylem ve pratikler yoktu da demiyorum. Örneğin Ortaçağ Avrupası’nda cinsiyet ve cinsellik muhtemeldir ki dinî bir söylem içinde sorunsallaştırılıyordu, işleyişlerinde bugün ‘biyoloji’ye atfettiğimiz türden bir otoriteye değil, başka türlü bir otoriteye yaslanılıyordu.

Bir de şunu eklemek istiyorum: ‘Biyolojik’ denen kategorinin de ne kadar kaypak olduğunu; yekpare, herkeste aynı şekilde vücut bulan bir kadınlık/erkeklik varsayımının ne kadar temelsiz olduğunu aslında biliyoruz. Birkaç örnek vermek gerekirse, insanların hormon düzeyleri farklıdır (kimilerininki çok çok düşüktür) ve yaşamları boyunca da değişikliğe uğrar. Kimilerinin üreme organları yoktur veya varsa da çocuk doğurmayı tercih etmezler. Çeşitli nedenlerle rahimleri alınan kadınlar, birden kadın olmayı bırakmazlar. Cinsellik bazı kişiler için hiç pratik edilmeyen bir etkinliktir. Kimileri içinse cinselliğin merkezinde ‘cinsel organlar’ değil, başka eğilimler, tercihler, ilgiler, duygular vardır. Ve en değişmez ve belirleyici parçamız sayılan kromozomlar bile kadın/erkek tasnifinde sandığımız kadar güvenilir değildir: Olimpiyatlara katılmak isteyen atletler için zorunlu olan cinsiyet kromozomu testini beş yüz atletten birinin geçemeyeceği iddia edilmiştir. Kuzey Amerika İnterseks Derneği’ne göre her 2000 bebekten biri yaklaşık 25 farklı nedenden ‘belirsiz’ cinsel organlarla doğar ve başka bir araştırmaya göre yeni doğan 200 çocuktan biri bir tür interseks matrise sahiptir (bu arada 70’i aşkın interseks sendromu vardır).[2]

-    “Biyolojik olan boş kaba dönüştüğünde ezilmenin biyolojik ölçeği (klitoris sünnetinden tecrit politikalarına beden), iktidarın yönü tümüyle olumsal ve belirsiz hale gelir. Bu aslında feminist hareketin son iki yüz yıldır göklerden yere indirdiği ataerkiyi gerisin geri kavramların bulutsu kozmosuna, idealizm diyarına göndermek anlamına gelmektedir.”

Yukarıdaki paragrafta açıklamaya çalıştığım yaklaşım, her şey sözlerden (veya fikirlerden) ve adlandırmalardan ibaret demek değil. Daha ziyade, bugün ‘biyoloji’ dediğimiz şey de dahil olmak üzere, tüm yaşamın dilin içinde anlam ve şekil bulduğu, tasnif ve tercüme edildiği, dolayısıyla her zaman dilsel, toplumsal, tarihsel ve politik olduğu anlamına geliyor (Daha açık bir ifadeyle örneğin rahmin bir ‘fikir’ olduğunu iddia etmiyorum, rahme yüklenen anlamların, onun muhtelif iktidar ilişkilerinin hedefi, türlü türlü ayrımcılığın vektörü haline getirilmesinin değiştirilemez [‘biyolojik’] bir belirlenimin sonucu olmadığını iddia ediyorum). Buradaki temel tez şudur: Biyolojik-toplumsal, kadın-erkek, eşcinsel-heteroseksüel, cis-trans, siyah-sarı-beyaz tenli, sakat-sağlam ve hatta LGBTIAQ gibi, etkileri itibariyle son derece gerçek, kimi zaman ölümcül tüm bu tasnifler tarihsel ve toplumsal olarak kurulmuştur; bu kurulumun öncesinde/dışında değişmez hiçbir temele dayanmazlar ve dolayısıyla yine aynı tarihsellik içerisinde dönüştürülebilirler (Yine küçük bir örnek vereyim: 1950’li yıllara kadar Avrupa’nın orta yerinde hayvanat bahçesine benzeyen “İnsan Bahçeleri” (human zoo) kuruluyor, mevcut ve eski sömürgelerden getirilen yerli halklar buralarda sergileniyor; elbette bu tasnif ve teşhir siyahlarla beyazlar arasında değişmez (‘biyolojik’), yaşama değer biçen bir farkın varlığına dayandırılıyordu. Irkçılık karşıtı mücadele bize derideki pigment miktarının (maddi öğe) kendi başına, dili ve anlamlandırmayı (ve tabii iktidar ilişkilerini) önceleyen bir anlamı bulunmadığını, bu farka dayanan hiyerarşilerin alt üst edilebileceğini göstermiştir). 

 

Claude Cahun, Oto-portre, 1927

-     “Materyalizmin reddi yenilginin başlangıcı olmuştur.”

Tam da şimdi açıkladığım neden yüzünden, yine hayır. Queer tahayyül bizi hiçbir şey yapmamaya değil, aksine müstakbel bir devrimi beklemeden, hemen şimdi ve tercihen kendi ilişkilenmelerimizden başlayarak mevcut hiyerarşileri sorgulamaya, onları yeniden üreten söylem ve pratikleri dönüştürmeye çağırır. Alışın, buradayız!

-     “Kuir kuramın M. Foucault’dan devraldığı iktidar ve normatif kavramları tam da burada devreye giriyor. Buna göre iktidar akışkan, her şeyi kapsayan, her yerde hazır ve nazır bir ilişkidir, iktidarın ezenden ezilene yönelen bir vektörü yoktur.”

Evet ve hayır. Evet, çünkü iktidar gerçekten de her yerdedir; yukarıda yazdığım gibi, bizzat bizim kendimizle ve başkalarıyla ilişkilerimizde de işler. Öyleyse işleyişinde bizim de payımız ve sorumluluğumuz vardır. Hayır, çünkü “ezenden ezilene yönelen bir vektörü yoktur” türünden bir ifade, Foucault’nun iktidar ilişkilerini kavramsallaştırma biçiminin doğru bir ifadesi değildir. Öncelikle bu terminolojinin kavramları ezen-ezilen değil, tabiiyet ve direniştir. İktidar işler ve işlediği sürece de muhtemel eylem biçimlerini ve imkânlarını dağıtır, kullandırır veya kısıtlar. Bu işleyişi bükmek, tersine çevirmek mümkündür. Bu kavramsallaştırmada iktidar, nihai olarak bir kişinin ve grubun elinde toplanan değil, aksine stratejik hamlelerle korunması gereken (yani kaybedilebilir) ve taktik olarak altı oyulabilir bir şeydir (Foucault’da iktidarın her şeyi kuşattığı iddia edilir, bu da doğru değildir).

-    “İktidar her yerdeyse ‘biz’ olmaktan özenle kaçınmalı, iktidarı değil direnişi ve bir tür ‘anti-iktidarı’ savunmalıyız. İktidarı elde etmeden dünyayı değiştirmek mümkündür, cinsiyetleri çoğaltarak, normları yıkarak, normatif dili yapı-bozuma uğratarak vb.(2)”

İktidarın her yerde oluşuyla, “biz” olmak arasındaki ilişkiyi tam anlayamadım, fakat şu kadarını söyleyebilirim. Normlar (örneğin erkeklik) ‘ezilenler’ kadar ‘ezenleri’ (örneğin erkekleri) de bağlar, zorlar, tehdit edebilir. Foucault’nun normların tümüyle yıkılabileceğini iddia ettiğini sanmıyorum (en azından bu tür bir iddiaya rastlamadım), fakat içinde yaşadığımız dünyayı başka türlü düşünmenin, yaşamı başka türlü kurmanın araçlarını mevcut normatif çerçeveyi dönüştürmeden geliştiremeyeceğimiz bana oldukça açık görünüyor.

‘Bize’ gelince: ‘Biz’ olmak değil de, ‘bizim’ nasıl tanımlandığımız önemli sanki. Queer’in kimliksizleşme önerisi, kimlikleri yok saymak, etkilerini göz ardı etmek demek değil; bu önerinin daha ziyade, politikleşme imkânını belirli bir kimliğe bağlamanın nasıl kapatıcı ve sınırlayıcı sonuçları olabileceğini, nasıl yeni dışlama biçimleri yaratabileceğini düşünmeye bir davet olduğunu düşünüyorum (Trans kadınların 8 Mart’a katılımlarının tartışma konusu edilmesi gibi). Preciado’nun ‘stratejik özdeşleşme’ önerisi burada bana politik açıdan önemli geliyor: Beyaz, kolonyal, straight kimliklere karşı, ikincil, madun, kötü şöhretli kimliklerle özdeşleşmek. Fakat bu, her tür özcülüğü, kökeni, doğallığı dışarıda bırakan, tamamen stratejik (politik) bir ilişkilenme biçimi. Şu veya bu kimliğe sahip olduğum için değil, şu veya bu kimlik, ikincilleştirildiği, değersizleştirildiği, sessiz kılındığı için, orada olurum. Dikkat ederseniz, burada kurulan bir ‘biz’ vardır, fakat bu ‘bizin’ herhangi bir biyolojik temeli/kökeni yoktur. Sadece ve tümüyle politiktir.

-    “Bir tarafta okuması, yaşaması, çalışması engellenenler vardır, diğer tarafta rejimin cadı ilan ettiği feministlere diş geçirmeyi en büyük marifet bilen yapı-bozum ustaları…”

Maalesef ikili düşünce sadece cinsiyet-cinsellik tertibatının içinde işlemiyor. Aslında son günlerdeki tartışmayı biraz yakından takip eden biri, ‘queer tarafın’ “feministlere diş geçirmeyi marifet sayan yapı-bozum ustaları” değil, aksine bugünün trans-dışlayıcı akademisinde kendisine yer bulamamış, Türkiye’de trans bir yaşam sürmenin herhalde bütün zorluklarından geçmiş, “okuması, yaşaması, çalışması” engellenen kişileri de içerdiğini kolaylıkla görebilir. Daha önce de bunu birkaç kere bu şekilde ifade ettim: Queer’in feminizmle bir çatışma, ikilik, neredeyse zıtlık içinde düşünülmesi beni şaşırtıyor. Queer, feminizme çok şey borçludur ve hiçbir queer kuramcısının da bu borcu inkar ettiğini sanmam. Çünkü feminizm de, LGBTI+ aktivizmi de cinsiyet temelli ayrımcılık ve şiddet biçimlerinin teşhir edilmesinde, bunlara maruz kalanların desteklenmesinde ve haklarının aranmasında, gündelik hayatın dönüştürülmesinde müthiş katkıları olmuş hareketlerdir. Fakat ne feminizm ne queer tek bir görüşe indirgenemez ve her biri kapsamında yapılan çeşitli çalışmalar arasında yakınlaşmalar ve uzaklaşmalar vardır. Bence bu ikisinin bir zıtlık içinde düşünülmesinin, ilişkilerinin böyle kurulmasının kendisi sorunsallaştırılmalı. Bu eğilimin, yaklaşımın, karşı karşıya koymanın kendisi bizzat kimlikçidir. Queer misin, feminist mi? Kendimizi özellikle ‘bir’ şey olarak tarif etmemizin, dolayısıyla son kertede bir kimliğe indirgememizin kamplaştırıcı bir tarafı var. Ben queer’in sürekli bir istikrarsızlaştırma teşebbüsü olarak, bu kamplaşmalara da karşı olduğunu düşünüyorum.

                                                                            *

 

Benim için, birisi kendisine trans diyorsa trans, trans kadın/erkek diyorsa trans kadın/erkek, kadın/erkek diyorsa kadın/erkektir. Bunu biyolojik bir temele atıfla reddetmek (yalnızca aradaki ‘biyolojik’ farka işaret etmek için bile olsa), tıpkı sağlamcılık veya ırkçılık aracılığıyla işleyen (yani işleyişi itibariyle kendisini ‘biyolojik’ farka dayandıran) bir tür ayrımcılığa kapı aralamak demektir. Hem derin ve etraflı teorik bir tartışmaya, hem de bizdeki bir duyguya değdiği için, bu sözü çok seviyorum: Trans-candır.[3]



[1] Büyük oranda şu yazı: “Queer Tahayyül: Cinsiyet Kimliğinde ve Cinsel Yönelimde İkiliğin Ötesi”, Toplum ve Hekim, cilt: 29, sayı: 4 (Temmuz-Ağustos 2014). Ayrıca şu yazılarda da burada ele aldığım bazı noktalara değiniyorum: “Ne O! Ne Bu! Ne Şu! Queer Kuramı ve Kimliksizleşme”, “Canavar: Kültüralizm Ne Zamandı?”. Bir de şu röportaj: “‘Queer Tahayyül’: Gezi Direnişine Selam Olsun!”

[2] Vanessa Baird, Cinsel Çeşitlilik: Yönelimler, Politikalar, Haklar ve İhlaller, çev. Hayrullah Doğan (İstanbul: Metis, 2004) s. 112-115.

[3] Mücadeleyi, sesi, dostluğu ve neşeyi birlikte büyüten dostlara.

kimlik