Ticari Müziğin Ortaya Çıkışından Dijital Korsanlığa

23/6/2014 / skopbülten / Selda Öztürk

Müzik, üç ayrı dönemde, üç ayrı düzenin egemenliği altında şekillendi ve örgütlendi: dinsel düzen, imparatorluk düzeni ve ticaret düzeni.[1] Ben bu yazıda, Rönensans'la başlayan "ticaret düzeni"nin kuruluşuna ve günümüze kadar gösterdiği değişimlere değineceğim.

Müziğin bir tür metaya dönüşerek ticarileşebilmesi için, bir şekilde parasal değerinin belirlenmesi şarttı. Bunun için de müzik eserinin bir sahibi olmalı ve eserin kendi ‘malı’ olduğuna dair hak iddia etmeliydi. Ayrıca, bu 'mal'ı ticarileştirecek bir girişimcinin, yani yayıncının ortaya çıkması gerekiyordu. Bu gelişmeler yaşanana kadar manastıra, kiliseye veya onu sipariş eden soyluya ait olan eserin sahipliği de soyuttur; kimse onu ne satmayı ne de satın almayı düşünür. Ancak matbaanın icadıyla birlikte her şey değişecektir. Partisyonlara ait notaları çoğaltmak ve satmak artık mümkün olur. Müzik yayıncısı bundan böyle eseri besteciden satın alır; hayatını partisyon satışından kazanır. Yayıncılar genellikle partisyon basma ve satma hakkına sahip tek mercidir ve bir kere eseri satın aldıktan sonra bu haktan süresiz olarak faydalanırlar. Böylece asla tükenmeyen, nesilden nesile aktarılabilecek bir sahiplik kazanırlar ve müzik üzerinde mutlak bir hâkimiyet kurarlar. Eserler çalındığında ne icracılara ne de bestecilerine para verilir, her iki tarafın haklarını kazanması için 300 yıl daha beklemeleri gerekir.[2]

Yüzyıllar içerisinde yayıncıların iktidarı yavaş yavaş sanatçıların lehine yıkılmaya başlar. İlk olarak Kraliyet Konseyi’nin 13 Ağustos 1703 tarihli kararıyla, yayıncının müzik eserlerini sonsuza kadar basma ayrıcalığı kaldırılır. Bu karara göre, bir süre sonra eserin mülkiyet hakkı, eğer hayatta ise sahibine geri dönmelidir. Yani, bir tür kiralama prensibi uygulanmaya başlar.[3] Eser sahiplerini koruyan ilk kanun, İngiliz Parlamentosu tarafından 10 Mayıs 1710 yılında kabul edilen “Kraliçe Anne Kanunu”dur (The Statute of Anne).[4] Gittikçe sanatçıların yayıncılar karşısındaki güçleri daha da gelişir. 21 Mart 1749 günü XV. Louis, Ballard yayıncılığın müzikal baskı ayrıcalığını reddeder; Kraliyet Konseyi, bestecilere ait olan müzikal eserlerin dokunumazlığını kabul eder, Kraliyet Akademisi sadece operalar üzerinde hak sahibi olmaya devam edecektir. Çünkü opera türünün iktidarla köklü ilişkileri vardır. Böylece müzisyenlerin eserleri üzerinde hak iddia etmeleri ilk kez meşrulaşmış olur. Fakat eser, sadece yaşadığı süre boyunca sahibine aittir ve elli yıllığına onu bir yayıncıya kiralayabilir. Bu sürenin sonunda herkesin malı haline gelir. Yani müzik diğer mallar gibi bir mal değildir; serbestçe erişilebilir ve sonunda insanlık mirasının bir parçası haline gelir.[5]

 

İlk Meslek Birlikleri

11 Şubat 1850’te, Fransa’da türünün ilk örneği olan Müzik Yazarları, Bestecileri ve Yayıncıları Sendikası (SACEM) kurulur. Sendikanın amacı, besteci ve yazarlar adına eserlerin her tür umumi ve ticari icrası için –niteliği ve mekânı ne olursa olsun– telif hakkı talep etmektir. O güne dek müzik üzerinden mali ilişkiler yürütme hakkı sadece burjuvaziye ait olduğundan, SACEM’in doğuşu burjuvazinin bazı sektörleri tarafından ayrıcalıklarına saldırı olarak algılanır. Bu yüzden burjuvazi, yeni oluşumun tanınması için hiçbir şey yapmaz; tam tersine, ona meydan okur: “İşte size bir yenilik. Eser sahipleri, besteciler ve müzik yayıncıları için eser haklarını tahsil etme derneği açılmış. Amacı en basit romansların, ariettaların, kısa şarkıların, salon ve konserlerde icra edilen potpurilerin telif haklarını tahsil etmek veya ettirmekmiş. [...] Düşünce özgürlüğünü en yüksek sesimizle talep etmemizin gerektiği, sanatın ise kitlelere büyük özveri ve tarafsızlıkla ulaşması gerektiği bu zamanda, bu çocukça ve saçma sorunlar gündeme geliyor! [...] Operalar besteleyin, senfoniler besteleyin, tek kelimeyle, iz bırakan eserler besteleyin; haklarınızı alırsınız, ama kısa şarkılar ve romanslardan vergi almak, saçmalığın daniskasıdır!”[6]


 

                                            SACEM binasının cephesi 

 

Bütün Avrupa’da SACEM’i örnek alan eser hakkı dernekleri kurulur. Operalar, kabareler, kafe-konserler, konser salonları gibi müzik dinlemek için para ödenen mekânlar, çalınan eserlerin bir listesini derneğe vermek ve eser sahibine, ününden ve eserin kalitesinden bağımsız olarak, kazançları oranında bir ücret, bedel ödemek zorundadır. Bu bedel, daha sonra müziğin bestecisi, söz yazarı ve yayıncısı arasında, eşit olarak üçe bölünür. ABD’de eser sahiplerine yapılan ödeme düşük olur. SSCB’de, “ülkenin çıkarı söz konusu olduğunda” eser sahipleri hiçbir hak elde edemezler. Her iki durumda da eser sahipleri iktidarın, paranın veya politikanın kurbanlarıdır.[7]

SACEM’in kuruluşunu yarım yüzyıl sonra diğerleri izler: Almanya’da Gesellschaft für musikalische Aufführungs- und mechanische Vervielfältigungsrechte (GEMA) 1903, İngiltere’de The Performing Right Society (PRS) 1914, Amerika’da American Society of Composers, Authors and Publishers (ASCAP) 1914 ve Türkiye’de Musiki Eseri Sahipleri Meslek Birliği (MESAM) 1986 yılında kurulur. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin 27’inci maddesine göre eser sahiplerinin mali ve manevi hakları, “temel insan hakları” olarak belirtilir. “Fikrî haklar”, yani “telif hakları”nın korunması için uluslararası sözleşmeler imzalanır: Uluslararası alanda asgari standartların tanındığı ilk sözleşme olan Roma Sözleşmesi (1961); eser sahiplerinin edebiyat ve sanat eserleri üzerindeki haklarını korumak amacıyla Bern Sözleşmesi (1971); kaset, plak ve CD gibi fonogram yapımcılarının izinsiz çoğaltmalara karşı korunmasına ilişkin Cenevre Sözleşmesi (1971).[8] Uluslararası anlamda bir sistem oluşturabilmek için bazı örgütlenmelere gidilir. Bunların en önde geleni, 14 Temmuz 1967 tarihinde, Stockholm’de imzalanan bir sözleşmeyle kurulan ve 187 üyesi olan Dünya Fikrî Mülkiyet Örgütü’dür (WIPO).[9]

 

Türkiye’deki Yasal Düzenlemeler ve Meslek Birlikleri

Türkiye’deki ilk yasal düzenleme 1857 tarihli “Telif Nizamnamesi”dir. 1910 yılına kadar yürürlükte kalan bu yasayla yayın alanında bazı düzenlemeler yapılır. Gerçek anlamda ilk fikir ve sanat eserleri kanunu ise 8 Mayıs 1910 tarihinde yürürlüğe giren ve 1952’ye kadar uygulanan "Hakkı Telif Kanunu"dur. 1 Ocak 1952 tarihinde yürürlüğe giren 5846 sayılı "Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu" bugün de geçerli olan kanundur.[10]

Türkiye’de, ilk telif hakları derneği kurma girişimleri, mimar mühendis Sedat Ergintuğ, Avni Anıl ve Sadi Hoşses’in öncülüğünde başlar. Daha sonra 70’li yıllarda, Ercüment Berker genel başkanlığında, Müzik Söz Yazarları, Bestekârları, Editörleri Derneği (MÜSBED) yasal olarak kurulur. Üyeleri Cevdet Çağla, Necdet Varol, Selahattin İçli, Alaaddin Yavaşça ve Muharrem Ergin’dir. MÜSBED, SACEM ile karşılıklı hak koruma sözleşmesi imzalar ve Türkiye Müzisyenler Sendikası’nın desteğiyle, TRT kurumuna “eser kullanma yasağı” yaptırımı uygular. Böylece o dönem müzik eserlerinin icrasından ve çoğaltılmasından elde edilen gelirin önemli bir kısmını Fisan isimli bir şirket aracılığıyla tahsil ederek ilgili eser sahiplerine dağıtır.[11]


 

Unkapanı

 

Meslek birliklerinin kurulması için gerekli olan kanun ve yönetmeliklerin 1986 yılında yürürlüğe girmesiyle de o yılın sonunda dört meslek birliği resmen kurulur: Türkiye İlim Edebiyat Eseri Sahipleri Meslek Birliği (İLESAM, 1986), Türkiye Sinema Eseri Sahipleri Meslek Birliği (SE-SAM, 1987), Türkiye Güzel Sanat Eseri Sahipleri Meslek Birliği (GESAM), Türkiye Musiki Eseri Sahipleri Meslek Birliği (MESAM, 1986). Daha sonra ise yine müzik alanında Musiki Eseri Sahipleri Grubu Meslek Birliği (MSG, 1999), Müzik Yorumcuları Meslek Birliği (MÜYORBİR, 2000), Bağlantılı Hak Sahibi Fonogram Yapımcıları Meslek Birliği (MÜ-YAP, 2000), Bağlantılı Hak Sahibi Fonogram Yapımcıları Meslek Birliği (MÜZİKBİR, 2008) ve Müzik Yapımcıları Birliği (MÜYABİR, 2006) kurulur.

 

Telif Hak Kayıpları

MESAM yetkilileri, 1990 yılında İstanbul’daki büyük eğlence mekânlarıyla, telif haklarıyla ilgili bazı görüşmeler yaparken Maksim gazinosu müdürüyle degörüşürler. Görüşme sonunda, “bu konuda duyarlı olacağınızdan eminiz, o yüzden öncelikle Maksim gazinosuna geldik, artık sözleşmeyi imzalayalım” demeleri üzerine, gazinonun müdürü Abdullah Bey’in cevabı şöyle olur: “Siz koruduğunuz 40 bin eserin listesini bize gönderin, biz onları değil, onların dışında kalan müzik eserlerini kullanacağız!”[12]

Telifler, üç ayrı alanda yapılan toplu veya özel sözleşmelere göre meslek birlikleri tarafından toplanır. Bu alanlar temsil alanı (otel, gazino, bar gibi ticari mekânlar) ve yayın alanıdır (televizyon ve radyolar). Mekanik alanda (CD, DVD ve kasetler) ise toptan satış fiyatının belli bir yüzdesi alınır.

Türkiye’de, bu alanların hepsinde ciddi telif kayıpları yaşanmaktadır, eser sahiplerinin hakları kendilerine iade edilmemektedir. Radyosu, televizyonu, gazetesiyle ortak ticari gruplar olan medya kuruluşlarının tamamı doğal telif borçlusudur. Temsil alanında 200 bin noktada müzik kullanılmaktadır ancak bunun sadece 20 bini lisanslanabilmiştir. Yani, teliflerin %90’ı kayıptır. Emeğin ne kadar sömürüldüğü ortadadır. Bu hak kayıplarının en önemli sebeplerinden birisi yasaların yetersizliği, hatta yasalar yoluyla hak sahiplerinin önünde birtakım engeller oluşturulmasıdır.

1 Ocak 1952 tarihinde yürürlüğe giren 5846 sayılı "Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu" 1983, 1995, 2001, 2004, 2007 ve  2008 yıllarında bazı yasal değişikliklere uğrar. 1995 yılında çıkarılan yasa, ticari kesimlerin yoğun uğraşıyla çıkarıldığı ve bu kesimlere aşırı haklar tanındığı gerekçesiyle çok tartışılır ve “korsan yasa” olarak değerlendirilir.[13] Bu yasayla tek meslek birliği modelinin terk edildiği ve bunun yol açtığı bölünmeler sonucunda güç kaybına uğrayan meslek birliklerinin telif ücreti toplama konusunda etkisizleştiği söylenir. Türkiye, Avrupa Birliği düzeyinde en fazla meslek birliğine sahip ülkedir, oysa dünyada “aynı alanda tek meslek birliği” modeli benimsenmiştir.[14] Türkiye’de ise süreç, bürokratların, patronların, yayıncıların işbirliğiyle, siyasi ve ticari oyunlarla şekillenir.[15]

2004 Yasa değişikliğinin çarpıcı bir düzenlemesi ise, TRT Kurumu’na telif ücretleri konusunda tanınan ayrıcalıklardır. Yasanın 43. maddesinde yer alan bir hükme göre TRT, eserleri izinsiz olarak kullanabilecek, telif ücretlerini bir önceki yılın tarifesi üzerinden ve her üç ayda bir dörtte bir oranında ödeyecektir. Böylelikle, eser sahiplerinin evrensel hakları, devletin kendi kurumları tarafından ihlal edilir.[16]

 

Müzik Endüstrisinin Kendi Üretimi Olarak Korsanlık ve Sanallık

1955 yılında özel kullanım için ilk ses kayıt cihazları, 1970’te ise ilk minikaset kaydedicileri ve video kayıt cihazları piyasaya sürülür. Böylelikle ayırt edilmesi gereken üç uygulama açığa çıkar: Bir icranın şahsi amaçlı kopyası; kişisel bir kopyanın özel bir kopya daha yapılarak hediye edilmesi; bu kopyaların büyük çapta ticareti, yani başlı başına yasadışı uygulama ve korsan kopya.[17]

1984 yılında Universal şirketinin Sony’ye açtığı bir dava vesilesiyle Amerika Yüksek Mahkemesi kaydedilenlerin ticarileşmediği sürece yasal olduğunu kabul eder. Bir süre sonra başka bir okuma ve kayıt teknolojisi olan DVD çıktığında da aynı hukuki prensipler geçerli olur. Eser sahipleri ve yayıncıların kazanç kayıplarının bir bölümünü karşılamak üzere bazı yasalar çıkarılır. Kayıt okuyucularına ve kayıt araçlarına vergi konur. 1985 tarihli Fransız ve 1992 tarihli Amerikan yasasıyla dijital ses kayıt araçları vergilendirilir. Ancak, bu yasalar teknolojinin gitgide kolaylaştırdığı kişisel kopyayı ve korsanlığı yavaşlatmaya yetmez.[18]

Kasetten DVD’ye boyutlar küçülse de depolanmaları çok yer tuttuğundan endüstrinin satmak istediği kadar müzik satılamaz ve daha az yer tutan farklı bir depolama yöntemi arayışı başlar. 1992 yılında Thomson-Fraunhofer ortaklığıyla sanal olarak iletilmesi mümkün, ilk kayıplı sıkıştırılmış dijital ses biçimi “MP3” çıkarılır. 1994’ten itibaren de MP3 ses dosyaları internette dolaşmaya başlar. Bu sanal nesnenin telif hakkının ödenip ödenmediğini, satın alınıp alınmadığını kontrol etmek çok zordur. 1997 yılında Michael Robertson kullanıcılar için, 117.500 sanatçıdan gelen 750.000 müzik dosyası sunan mp3.com’u kurar.[19]


 

 

Kısa sürede yaşanan bu hızlı gelişmelerle müzik endüstrisi tüm dünyada krize girer. Müziğin dağıtım maliyeti alaşağı olur. Bu dosyaların korsan olarak dolaşmasını engellemek üzere Amerika’da 1998 yılında bir yasa çıkarılmaya çalışılır, davalar açılır ancak baş edilemez. Şifreler kırılarak ücretsiz indirilen MP3 dosyalarına çözüm bulunamaz. Universal ve diğer patronlar, mp3.com’un kataloglarını kullanmasına izin vermeyi tercih ederler. Ve sanal müziğin, büyük firmalardan onay alan sanal marketlerde satılması için anlaşmalar yapılmaya başlanır.[20]  

 

Sektör Krizde

MP3’lerin internette yaygın olarak dolaşıma girmesiyle büyüyen 1998 krizi bütün dünya müzik sektörünü aynı şekilde etkiler, fiziki satışlar hızla aşağıya iner ancak hızlı bir toparlanma da yaşanır. Türkiye’de ise eskiden müzik piyasasının merkezi olan Unkapanı’nın CD satışlarıyla dönen ekonomisi çok ciddi bir şekilde krize girer ve bir daha toparlanamaz. 1980 ve 1990lı yıllarda en parlak dönemini yaşayan Unkapanı’nda o dönemde yılda yaklaşık olarak 80-100 milyon arası albüm satılırken krizle birlikte CD satışlarında anormal düşüşler gerçekleşir. Unkapanı da buna paralel olarak zayıflamaya başlar. Prestij ve Universal gibi büyük şirketler peş peşe batar. Sektördeki en büyük firmalardan Seyhan Müzik’in verileri, krizin boyutlarını gösteriyor: “Krizden önce, listeleri alt üst eden yılda en az 10-15 hit şarkı ve 5-6 hit şarkıcı çıkardı, albümler 2-3 milyon satardı. Bugün (2008) star olan popçuların hepsi 1995 öncesinden, artık star çıkmıyor. Eskiden 1 milyonun altında satan albümlere iyi gözle bakılmazdı. 100 bin satan bir sanatçıya kesinlikle albüm yapmazdık. Şimdi ise 100 bin satan sanatçı başımızın tacı. Zaten şu anda Türkiye'de 100 bin satış grafiğinin üstüne çıkan sanatçı sayısı bir elin parmaklarını geçmiyor. Yıllar önce müzik piyasası 2 milyar dolarlık bir pastaydı, şimdi ise 100 milyon dolar. Şimdi sanatçılara yatırım yapmak mümkün değil, çünkü geri dönüşü olmuyor.”[21]Albüm satış hacmi 2004 yılında 50 milyon, 2012 yılında ise 10 milyon civarındadır. Unkapanı, artık ağırlıklı olarak dağıtımların yapıldığı ve CD’lerin dükkânlara gönderildiği bir yer haline gelir, geleceği olan bir yer olarak görülmez.[22]

Uluslararası Fonografik Endüstrisi Federasyonu’nun (IFPI) 2013 Dijital Müzik Raporu’na göre, dijital müzik endüstrisi 1998’den bu yana en iyi performansına ulaşır ve genişleme tam anlamıyla küresel bir hal alır. Son yıllarda geliştirilen ve lisanslanan yeni dijital hizmetler, hızlı bir şekilde, tüm dünyadaki yeni pazarlara yayılır. iTunes, Spotify ve Deezer gibi en büyük dijital müzik hizmetleri, 2011 yılında 20 kadar ülkede faaliyet gösterirken 2013 yılı itibariyle 100’den fazla ülkeye yayılırlar. Dünya genelinde 500’den fazla lisanslı dijital müzik hizmeti, 30 milyon şarkıyı tüketicilere sunar.[23]


 

 

Türkiye’nin de içinde olduğu dünya dijital müzik piyasasında rekabet ve pazarlıklar devam ederken yasalardan, meslek birliklerinin yapısal sorunlarından ve sanatçıların örgütsüzlüğünden kaynaklanan nedenlere bağlı olarak telif kayıpları yaşanmaya devam etmektedir. 2007 yılından beri Türkiye’de faaliyette olmasına rağmen Youtube, eser sahiplerine herhangi bir bedel ödemeden korsan yayınlarını sürdürüyor. MESAM ve MSG Youtube ile lisans sözleşmesi imzalamaya çalışıyor, pazarlıklar devam ediyor ancak henüz bir uzlaşma sağlanabilmiş değil. Youtube, 2013 yılı ve öncesine ait olan borçlarını kabul etmiyor, üstelik eser sahibine ait olan video üzerinde şarkıyı kullanma (senkronizasyon) hakkını da talep ediyor. Meslek birlikleri bir yaptırım ve önlem olarak telif haklarına sahip oldukları videoları Youtube’un kullanımına kapatıyorlar.[24] Diğer taraftan, TTnet ve Turkcell gibi operatörlerden toplanan gelirlerin, eser sahiplerine iade edilmediği ve ayrıca derneklere bazı sahte üyeliklerin yapıldığına dair birtakım iddialar gündeme geliyor. Bakanlıktan müzik yapımcılığı belgesi almış olan 3400 firmanın en fazla bin tanesinin gerçek yapımcı olduğu söyleniyor.[25]

Küresel olarak sürekli büyüyen dijital müzik sektörü, müzik tüketiminin en yüksek olduğu mecra ve Türkiye’de telif kayıplarının önüne halen geçilebilmiş değil. Eser sahiplerinin haklarını alabileceği gerçek bir sistemin kurulmasında, sanatçılara, üretimlerine sahip çıkarak örgütlenmekten başka bir yol görünmüyor.

 

 



[1] Jacques Attali, Gürültüden Müziğe: Müziğin Ekonomi-Politiği Üzerine, (İstanbul:Ayrıntı, 2005), s.22.

[2] A.g.e., s.71-72.

[3] A.g.e., s. 73.

[4] Yasemin Kızılkaya, “Dünya ve Ülkemizde Müzik Telif Hakları”, İTÜ Yüksek Lisans Tezi, Mayıs 2004.

[5] A.g.e., s. 73-74.

[6] A.g.e., s. 103.

[7] A.g.e., s. 104-105.

[11] Dursun Karaca, “Telif Hakları Üstüne-Ticari ve Siyasi Oyunlar ve Mesam Gerçeği”, Ten Ofset Matbaacılık, 2005, s. 86-87.

[12] A.g.e., s. 145.

[13] A.g.e., s. 2-3.

[14] A.g.e., s. 24-25.

[15] 1989 yılından itibaren 11 yıl MESAM Genel Sekreterliği görevini yürüten ve o dönemin tanığı olan Dursun Karaca, yaşananları detaylarıyla ilgili kitabında anlatmaktadır.

[16] A.g.e., s. 49-51.

[17] Jacques Attali, “Gürültüden Müziğe/Müziğin Ekonomi-Politiği Üzerine”, Ayrıntı, 2005, s.163-164.

[18] A.g.e., s.164.

[19] A.g.e., s. 166-167.

[20] A.g.e., s.168-169.

müzik