Aşağıdaki pasajlar, Jacques Ellul’ün Propaganda: The Formation of Men’s Attitudes başlıklı kitabından seçildi, İngilizceye çev. Konrad Kellen ve Jean Lerner (New York: Vintage Books, 1973 [ilk baskı 1965]). Kitabın Fransızca orijinali: Propagandes (Paris: A. Colin, 1962).
Pasajların seçildiği bölümler, önsöz ile birinci ve ikinci bölümlerdir. Alındıkları yerler paragraf sonlarındaki notlarda belirtilmiştir.
Propaganda, her şeyden önce etki yaratma arzusuyla, siyasi programları etkin bir şekilde desteklemek ve kararlarına karşı konulmaz bir güç bahşetmek amacıyla yapılır. Bu aracı kullanan her kim olursa olsun, ilgilendiği tek şey etkililiği olabilir. Propaganda olgusu analiz edilirken asla akıldan çıkarılmaması gereken birinci yasa budur. Etkisi olmayan propaganda yok hükmündedir. Bu araç teknoloji evrenine aittir, onun ayırt edici özelliklerini paylaşır ve ona kopmaz bir şekilde bağlıdır.
Propaganda bizzat bir teknik olmakla kalmaz, teknik ilerlemenin gelişmesinin ve bir teknoloji uygarlığının tesis edilmesinin vazgeçilmez koşuludur aynı zamanda. Ve tüm teknikler gibi propaganda da verimlilik yasasına tâbidir. Gelgelelim, sınırları tarif edilebilen belirli bir tekniği incelemek nispeten kolay olsa da, propagandaya ilişkin bir incelemenin önünde muazzam engeller bulunur.
Daha en baştan, propaganda fenomeninin kendisinde büyük bir belirsizlik olduğu aşikârdır; bu belirsizlik, her şeyden önce, bazı a priori ahlaki veya siyasi anlayışlardan kaynaklanır. Propagandaya genelde kötü bir şey olarak bakılır, bu da propaganda incelemesini başlı başına zorlaştırır. Bir şeyi doğru şekilde incelemek için etik yargılar bir kenara bırakılmalıdır. Nesnel bir incelemenin sonunda etik yargıya varılabilir, ama bu ancak sonradan, olguların tüm yönleriyle idrak edilmesiyle olacaktır.
Kafa karışıklığının bir diğer kaynağı da, geçmiş tecrübelerden edinilmiş yaygın bir kanaattir: Propagandanın esasen “palavralar”dan oluştuğuna, yalanlar aracılığıyla yayıldığına inanılır. Buna inanmak, geçmişte olduğundan bambaşka bir şey haline gelen propagandanın gerçekliği hakkında en ufak bir fikre sahip olmayı engeller.
Biz propagandayı en geniş anlamıyla, aşağıdaki alanları kapsayacak şekilde ele alıyoruz:
Psikolojik etki yaratma: Propagandacı, tamamen psikolojik yöntemlerle fikirleri değiştirmeyi amaçlar; çoğunlukla yarı-eğitici bir hedefle, kendi yurttaşlarına hitap eder.
Psikolojik harp: Propagandacı burada, psikolojik araçlarla manevi gücünü yok etmeyi istediği bir dış düşmanı hedef alır, muarızını kendi inanç ve eylemlerinin sağlamlığından şüphe etmeye sevk eder.
Islah ve beyin yıkama: Bunlar, düşmanı müttefike dönüştürmek amacıyla, yalnızca tutsaklar üstünde kullanılabilecek karmaşık yöntemlerdir.
Halkla ilişkiler: Bu başlığın da propaganda fenomenine dahil edilmesi şarttır. Bu iddia bazılarına şaşırtıcı gelebilir, ancak biz bu faaliyetlerin, bireyi bir topluma, bir yaşam standardına, bir faaliyete uyarlama amacı güttükleri için propaganda mahiyetinde olduklarını göstereceğiz. Bunlar bireyi uyum sağlamaya sevk eder, ki her türlü propagandanın hedefi budur.
Geniş anlamıyla propaganda bunların hepsini içerir. Dar anlamıyla propaganda ise kurumsal bir nitelik gösterir. Propagandada, psikolojik nüfuz teknikleri ile organizasyon teknikleri, insanın her yönden kuşatılmasıyla biraraya gelir; amaç, etki yaratmaktır.
Modern insan “olgulara” tapar – yani, “olguları” nihai gerçeklik olarak kabul eder. Olanın, sırf olmaklığıyla iyi olduğuna kanidir. Olguların kendi başlarına apaçık delil olduklarına inanır ve olguları değerlere bağlar; kaçınılmaz olduğuna inandığı şeye boyun eğer, onu da bir şekilde ilerleme fikriyle ilişkilendirir. Bu kalıplaşmış ideolojik tutum, ister istemez, olasılığa dair yargılar ile değer yargılarını birbirine karıştırır.
Propagandanın gelişim sürecine dair analizimizde yol aldıkça, propagandanın modern dünyadaki kaçınılmaz nüfuzunu ve toplumumuzun tüm yapılarıyla olan bağlantısını ele aldıkça, okurlar burada propagandanın onaylandığı izlenimine kapılabilir. Propaganda kaçınılmaz bir şey olarak sunulduğu için, böyle bir çalışmanın yazarının da propaganda yapmaya, propagandayı beslemeye ve yoğunlaştırmaya zorlandığı düşünülebilir. Böyle bir niyetimin asla bulunmadığını vurgulamak isterim, bu varsayım olsa olsa olgulara ve iktidara tapanların aklından geçebilir. Bana göre, zorunluluk hiçbir zaman meşruiyet tesis etmez; zorunluluğun dünyası zayıflığın dünyasıdır, insanı inkâr eden bir dünyadır. Bir fenomenin kaçınılmaz olduğunu söylemek, bana göre, insanı inkâr ettiğini söylemektir: Kaçınılmazlığı gücünün kanıtıdır, faziletinin değil.
Ancak, insan zorunlulukla yüz yüze geldiğinde, şayet onu alt edecekse, onun bilincine varmalıdır. İnsan bir fenomenin kaçınılmazlığını inkâr ettiği, onunla yüzleşmekten kaçındığı takdirde dalâlete düşecektir.
Tehlikeli zamanlarda hayal âleminde yaşamaktan daha kötü bir şey olamaz.
İnsanı zayıflığı konusunda uyarmak, onu ümitsizliğe gark etme değil, gücünü toplamaya teşvik etme amacı taşır. Yükseklerden yargı dağıtan, zamanının yıkıcı güçlerinin kendisine hiç dokunmadığını zanneden ve halka, propagandayla yönlendirilecek, en derin yaşantılarına varıncaya kadar propagandayla şekillendirilecek bir sürü gibi bakan kibirli aristokratik entelektüellerden hiç hazzetmiyorum. Şunun altını bir daha çizeyim: Uyarılarım insanı savunma amacı taşıyor, ben propaganda hakkında herkesten üstün bir mesafeyle hüküm vermiyorum; propagandanın etkisine bizzat maruz kalmış, o etkiyi bizzat yaşamış ve analiz etmiş ve birçok defa propagandanın hedefi olmuş –hâlâ da olan– biri olarak, ondan kişiliği her yönüyle tehdit eden bir tehlike olarak söz etmek istiyorum.
Propagandanın gerçek boyutlarını ortaya koyabilmek için onu her zaman uygarlık bağlamı içerisinde ele almamız gerekiyor. Bu konuda yapılan incelemelerin belki de en büyük kusuru propagandayı münferit bir fenomen olarak analiz etmeye çalışmaları. Sosyo-politik olayları birbirlerinden ayıran, parçalar arasında bağıntı kurmayan yaygın yaklaşımın bir muadili bu […]. Örneğin demokrasi incelenirken, yurttaşa devletten ayrı bir varlıkmış gibi, kamuoyuna “kendi içinde şey”miş gibi bakılıyor; bu arada, kamuoyuna ve propagandaya dair bilimsel incelemeler başka uzmanlara bırakılıyor, buna mukabil kamuoyu konusundaki uzman da, demokrasi için uygun bir hukuki çerçeve tanımlayan hukuk uzmanına bel bağlıyor. Teknoloji toplumuyla ilgili sorunlar, ruhsal ve duygusal hayat üzerindeki olası etkilerine değinilmeden inceleniyor; veya işçi sınıfı hareketi, psikolojik araçların yol açtığı değişimlerin üzerinde durulmadan inceleniyor vs. vs.
Propaganda incelemesinin teknoloji toplumu bağlamında yürütülmesi gerektiğini bir kez daha vurgulamak isterim. Propagandaya, teknolojinin yarattığı sorunları çözmek, uyumsuzlukları törpülemek, bireyi teknolojik dünyayla bütünleştirmek için başvurulur. Propaganda, şu veya bu rejimin siyasi silahı olmasından daha çok (elbette bu işlevi de vardır), insanı her yanından kuşatan ve tamamen bütünleşmiş bir toplum olmaya doğru giden teknoloji toplumunun ürünüdür. Halihazırda propaganda bu eğilimin en içsel ve anlaşılması en zor tezahürüdür.
Propagandaya, devletin ve yönetim ve idare tekniklerinin artan gücünün tam merkezinde yer alan bir olgu olarak bakmak gerekir. Durmadan tekrar edilen bir varsayım var: “Mesele, propagandayı ‘hangi tür’ devletin kullandığına bağlı.” Gelgelelim, teknolojik devletin mahiyetini gerçekten kavradığımızda, bu iddia anlamsızlaşır. Artan makineleşme ve teknolojik organizasyon koşullarında propaganda, makineleşme ve teknolojinin ne kadar baskıcı olduğunun hissedilmesini engelleme ve insanları gönüllü olarak boyun eğmeye ikna etme aracından ibarettir. İnsanlar bu teknoloji toplumuna tamamen uyarlandığında, yapmaya zorlandıkları şeyin faziletine ikna olup sonunda hevesle itaat ettiklerinde, teknolojik organizasyonun baskısını hissetmez olacaklardır; doğrusu artık tecrübe ettikleri şey baskı olmaktan çıkacak, polise de iş kalmayacaktır. Her ikisi de propagandayla yaratılan medeni ve teknolojik gönüllülük ve şevk, insan sorununu nihayet çözmüş olacaktır.[1]
Her türlü psikolojik nüfuzun kilit kavramlarından biri “uyum sağlama”dır. İster çalışma koşullarına, ister tüketime veya çevreye uyarlanma olsun, insanları “normal” kalıbında bütünleştirme yönünde açık ve bilinçli bir niyet söz konusudur. Propaganda faaliyetinin zirvesi budur.[2]
Bütünleştirmeye dönük propaganda [propaganda of integration], uzun vadelidir. Bireyi istikrarlı davranışlara, gündelik hayata uyum sağlamaya, düşünce ve davranışlarını sosyal ortama göre yeniden şekillendirmeye sevk eden, kendi kendini yeniden üreten propagandadır bu. Bu tür propaganda, eğitimsiz alt sınıfları hedef alan ajitasyona dönük propagandadan [propaganda of agitation] çok daha kapsamlı ve karmaşıktır. Bütünleştirmeye dönük propagandanın kesintisiz olması gerekir ki birey artık hiçbir zaman kendi başına kalamasın.[3]
Daha gelişkin propaganda, ancak yoksulluğun pençesine tamamen düşmemiş insanlar üzerinde etkili olabilir – olaylara belli bir mesafeden bakabilen, her gün her saat ne yiyeceğinin derdine düşmek zorunda olmayan, dolayısıyla daha genel konularla ilgilenip salt ekmek yemenin ötesindeki amaçlar uğruna harekete geçme imkânı olan insanlar üzerinde. Batı ülkelerinde propagandanın, işçi sınıfının üst kesimleri ile orta sınıflar üzerinde bilhassa etkili olduğu gayet iyi bilinir. Proletarya veya köylüler söz konusu olduğunda propaganda çok daha büyük zorluklarla karşılaşır.[4]
Propaganda konusundaki en yaygın görüş, propagandanın palavralardan, yalanlardan ibaret olduğu, etkili propaganda için yalanın gerekli olduğu görüşüdür. Gelgelelim buna inananlar, propagandadan etkilenmeye ziyadesiyle yatkın olurlar... Zira propaganda hakikaten “doğru”yu söylediğinde, onun propaganda olmaktan çıktığını sanırlar; dahası bu özgüven, onları farkında olmadıkları saldırılara karşı daha da savunmasız hale getirir.[5]
Propagandada, bir tarafta veriler/olgular ile, öte tarafta niyetler veya yorumlar arasında köklü bir ayrım yapmamız gerekir – yani maddi ve manevi unsurlar arasında. Propagandanın işine yarayan doğrular, veriler/olgular alanına aittir. Yalanlar ise –ki onlar da işe yarar– niyet ve yorumlar alanına. Propaganda analizindeki temel kural, bu ayrımı yapmaktır.[6]
Niyetler ve yorumlar, yalanın dünyasına aittir, ama yalanın tespit edilemediği alan tam da burasıdır. Biri olguları tahrif ettiğinde, aksini gösteren tartışmasız kanıtlarla karşısına çıkmak mümkündür. (Cezayir’de işkence yapıldığını inkâr etmek gitgide zorlaşmıştır.) Ancak motivasyonların veya niyetlerin ya da olgulara dair yorumların söz konusu olduğu yerde aksi yönde kanıt ileri süremezsiniz. Bir olayın anlamı, onu kimin analiz ettiğine göre değişir: bir burjuva ekonomisti mi bir Sovyet ekonomisti mi, liberal bir tarihçi mi Hıristiyan bir tarihçi mi yoksa Marksist bir tarihçi mi… Kasten propaganda için yaratılmış bir fenomen söz konusuysa, bu fark daha da büyür.
Barıştan bahseden bir adamın aslında tam tersini amaçladığından, kamuoyunun gazabına uğramaksızın nasıl şüphe edebilirsiniz? Ve aynı adam bir savaş başlatırsa, başkalarının onu buna mecbur ettiğini, olayların seyrinin kendi niyetlerini gölgede bıraktığını söylemesi her zaman mümkündür. Hitler’in 1936-1939 yılları arasında barış istediğini, tüm sorunların sulh yoluyla ve konferanslarla çözülmesini istediğini söylediği sayısız demeci var, bunu unutuyoruz. Hiçbir zaman savaş istediğini söylemedi. Haliyle sırf “kuşatılma” yüzünden silahlanıyordu. Nitekim savaş ilanını Fransa ve İngiltere’den koparmayı da başardı; yani sonuçta savaşı başlatan kendisi değildi.[7]
[1] Buraya kadar olan tüm pasajlar Önsöz’den seçilmiştir.
[2] İkinci Bölüm: Propagandanın Varlığı İçin Gereken Koşullar [The Conditions for the Existence of Propaganda].
[3] Birinci Bölüm: Propagandanın Ayırt Edici Nitelikleri [Characteristics of Propaganda].