Londra’da evsizlik hızla artıyor. Durum, resmi istatistiklerde göründüğünden daha vahim. Halbuki, daha önceki kriz dönemlerinin aksine, ortalıkta pek fazla evsize rastlanmıyor. Şehirlerimiz yoksulluğu gizlemekte mi ustalaştı, yoksa biz mi görmemeyi becerir olduk?
Geçen yıl Londra dışında bir konut grubunun girişine koyulan “evsizlere karşı demir kapanlar” tartışılmıştı. Sosyal medyada tepkiler paylaşılmış, dilekçeler imzalanmış, protestolar düzenlenmiş ve birkaç gün içinde kaldırılmaları sağlanmıştı. Bir hafta önce Manchester’daki bir büyük mağazanın önüne kapanlar kondu. Amaç, “müşterilerin şikayeti üzerine, çöp atılmasını ve sigara içilmesini engellemekti”. ‘Savunma’ ve ‘disiplin etme’ amaçlı mimarlık yaygınlaşıyor, dikenli tel zulmü artıyor. Kentsel mekân giderek saldırganlaşarak, insan bedenini reddediyor.
Londra’da konut bloklarının önündeki alana yerleştirilmiş çıkıntılar
Manchester’da bir mağazanın önü
Evsizlere kucak açan yerlerin başında eskiden metro istasyonları gelirdi. Artık öyle değil. Küçük mahalle parklarındaki ahşap bankların formları, yıllar boyunca üzerine oturup kalkanların izleriyle yumuşamıştı; hele bir de tepesinde yağmurdan koruyan sık yapraklı bir ağaçla arkasındaki duvara monte edilmiş sıcak hava püskürten bir cihaz varsa, keyfine doyum olmazdı. Bir sabah bu banklar kaldırıldı. Yerlerine, kolçaklarla bölünmüş, sert hatlı metal oturma yerleri geldi. Evsizler derin bir kayıp hissine kapıldılar. Belki başkaları pek farkına varmıyordu ama onlar kendilerine karşı tasarım yapıldığını biliyorlardı. Mesaj açıktı; evsizler kamunun parçası değildi. Kamusal alanda istenmiyorlardı.
Tabii tasarım evsizlere karşı savunmaya geçince, istemeden de olsa, hizmet görmeye layık kabul edilenler de önlemlerden zarar görüyordu –yaşlılar, hastalar, hamileler yorgun bedenlerini yaslayacak bir otobüs durağı bile bulamıyordu– ama ne gam. Çevre düzeni bir kez insan bedenine karşı tavır almaya başlayınca, herkes payına düşene katlanmak zorundaydı. Ancak şu da var: çevre insana düşmansa, insan da çevreye düşman oluyordu.
Savunmacı mimarlık özensizliğin ya da düşüncesizliğin bir sonucu değil. Tam aksine, kararlılıkla sürdürülen kasıtlı bir tasarı. İnce ince düşünülmüş, tasarlanmış, onaylanmış, kaynak sağlanmış ve nihayet uygulamaya koyulmuş bir hoyratlık. Amacı açıkca dışlamak ve taciz etmek.
The Politics of Public Space (Kamusal Mekân Siyaseti) başlıklı kitabın yazarları Setha Row ve Neil Smith, otokratik monarşilerin sonunu getirerek toplumları özgürleştiren ekonomik ve siyasal devrimlerin, özel mülk kavramını yücelterek kadim ortak toprak geleneğini ortadan kaldırdıklarını öne sürüyorlar. Sonuç, kamusal mekânın “devlet ve şirket stratejileriyle kapanması, silinmesi, boğulması, şekil değiştirmesi”.
Çin’de, Guangzhou’da bir viyadük altında beton çıkıntılar
New York’tan Hamburg’a ve Guangzhou’ya, birçok binanın önüne yerleştirilen su püskürtücü cihazlar durmaksızın kaldırımları ıslatarak, evsizleri sırılsıklam ediyor ki oralarda barınamasınlar. Mesaj açık: bir binanın önündeki yol bina sahiplerine ait, hatta, bina kullanılmıyor olsa bile.
Heykeltıraş Fabian Brunsing konuya alaycı bir bakış getirerek “ödemeli bank” tasarlamış. Üzerine oturmak isteyen kişi para atınca, belirli bir süre için metal dikenleri gömülen bir bank. Çinli yetkililer ironiyi anlamamışlar; sanat eserini fazlaca ciddiye alıp iyi bir fikir olduğunu düşünerek bir parka böyle banklar koymuşlar.
Yunanistan’da yeni seçilen Syriza hükümetinin göreve başlayınca yaptığı ilk işlerden birisi parlamento binası önündeki bariyerleri kaldırmak oldu. Bu küçük müdahalenin Atina’nın merkezindeki etkisi büyük oldu. Son yıllarda burada yaşanan mücadelenin bir tarafını temsil eden bariyerlerin kalkması sanki sihirli bir dokunuştu; bütün şehir rahat bir nefes aldı. Herkes anladı ki hükümet insanlara karşı değildi, onların yanındaydı.
Sanatçı Nils Norman savunmacı mimarlığı ’90’ların sonundan beri çektiği binlerce fotoğrafla belgeliyor. “Terör vernaküleri” adını verdiği fenomenin iskan edilemeyecek kadar küçük ama avarelik etmeye yarayacak kadar büyük artık alanlarda gerçekleştiğini söylüyor. Kamusal alanın kaybı ona göre kamusal hayatın sonuyla ilişkili. “Şehir mekânı azami denetim ve dolaşım sağlamak için sessizce dönüştürülüyor” diyor. “Banklar önce oturmaya elverişsiz yapılıyor, sonra yaslanacak hale getiriliyor, daha sonra da zaten kaldırılıyor. Şehir mekânı giderek daha temiz, sembolik olarak daha ‘güvenli’ kılınırken, paranoyaklaşan savunmacı tasarımlarla dolup taşıyor.”
Yoksulluk artık paralel ama ayrı bir gerçeklik olarak varlığını sürdürüyor. Şehir plancıları da yoksulluğu bizim görüş alanımızın dışında tutmak için gayret ediyorlar. Araştırmalara göre Britanya’da evsizlerin sayısı son beş yılda %35 oranında arttı. Başta gelen nedeni, sosyal yardım ödemelerinin durdurulması. Düşük ücretleri ve hızla tırmanan geçim giderlerini, azalan hizmetleri ve yetersiz konut sayısını da göz önüne alınca, ortaya bir insanlık felaketi çıkıyor. İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana ilk kez Kızılhaç, Britanya içinde yoksullara yiyecek yardımına başladı…
Alex Andreou’nun Defensive Architecture Keeps Poverty Unseen and Makes Us More Hostile (erişim: 26 Şubat 2015) başlıklı yazısından kısaltılarak çevrilmiştir.