Aşağıdaki metin, Guy Debord’un eski Sitüasyonist Enternasyonal üyeleri Jaime Semprun ve Christian Sebastiani tarafından yayınlanan L'Encyclopedie des Nuisances (Musibetler Ansiklopedisi, 1984-1992) adlı derginin Haziran 1987 sayısına imzasız olarak yazdığı “Abolir” (İlga) başlıklı yazıdan alındı. Görseller ve resimaltı yazıları dergimiz tarafından eklendi. Kaynak: https://www.notbored.org . (Metnin İngilizce çevirisi ile Fransızca orijinali arasında yer yer tutarsızlıklar mevcut. Özgün metne ulaşmamızı sağlayan Mehmet Moralı'ya ve tutarsız yerlerin çevirisiyle ilgili yardımlarından ötürü Taha Tunç ve Alâra Kuset'e teşekkür ederiz. Özgün metin: Encyclopedie-des-Nuisances-Fascicule-11-Juin-1987)
L'Encyclopedie des Nuisances, 11. sayı kapağı.
Latince etimolojik anlamıyla basbayağı yok etmek demek olan abolir [ilga etmek], hızla hukuki ve toplumsal boyut kazanarak uzmanlaşmış bir terime dönüşmüştür. Antoine-Leandre Sardou, Yeni Fransızca Eşanlamlılar Sözlüğü’nde bu fiili feshetmek fiiliyle karşılaştırır: “İlga, gelenek görenekler, teamüller, yasalar gibi birçok şeyle ilgili olabilir; fesih, kanunları, hükümleri, kanun hükmündeki kararları ilgilendirir. Kullanılmamak ilga olmak için yeterlidir, fesih ise pozitif bir eylemi gerektirir. Yürürlükten kalkan bir kanun aslında ilga edilmiştir, feshedilmesi için ayrıca bir kanuna veya resmî bir beyanata ihtiyaç vardır.”
Fransız Devrimi, burjuva yurttaş eşitliğini tesis etmek üzere soylu ve ruhban sınıfın imtiyaz haklarını ilga etmiştir. 19. yüzyıl, Avrupa devletlerine bağımlı sömürgelerde ve daha sonra –bir miktar direnişle karşılanarak– ABD’de köleliliği ilga etmiştir. Kuşkusuz çok daha büyük dirençle karşılaşması kaçınılmaz olan devrimci program, devleti, sınıfları, metayı vs. ilga edeceğini öne sürer. Bu programın bazı maddeleri, belli ölçüde, yüzyılımızın karşı-devrim süreciyle şimdiden hayata geçirilmiştir – ama tersyüz edilmiş olarak. [...]
“İnsan hakları” denen boş ideoloji, devletlerin elbirliğiyle toprağa gömdükleri her şeyin mezarına yazılmış bir kitabeden ibarettir. Kır/kent ayrımının ilgası, ikisinin birden çöküşe sürüklenmesiyle idrak edilmiştir. Çalışma/boş zaman ayrılığı, çalışmanın muazzam bir verimsizliğe ve (“hizmet sektörü”nde) anlamsızlığa, boş zamanın da can sıkıcı ve bezdirici bir ekonomik faaliyete dönüşmesiyle çözülmüştür. Yeni eğitimsizlik türü sayesinde kültür alanındaki eşitsizlikler hemen her yerde ve hemen herkes için ilga edilmiştir: Cehaleti ortadan kaldırmayı hedefleyen eski proje, diplomasız cehaletin ortadan kaldırılmasıyla dönüşümden geçmiştir... Elektronik bankacılıkla para özel bir yoldan ilga edilme sürecine girmiştir: Çocuklaştırılmış yurttaş –ki özgüvenli ve iyi eğitimlidir– küçük kumbarasının idaresini, onun için neyin iyi neyin kötü olacağını şüphesiz ki daha iyi bilen, kendisinden daha ehil makinelere teslim etmelidir.
Bütün direngenliğiyle iki bin yıl hayatta kalan Hıristiyan düşüncesi, ömrü boyunca dünyanın bir “gözyaşı vadisi”nden [çile dünyası] ibaret olduğu fikrini yerleştirmeye ahdetmiştir. Bu nedenle insanı insan yapan başat eğilimlere “ölümcül günah” yaftasıyla kara çalmış, ancak bunca zaman hâkim olduğu toplumların geniş kesimlerinde bu eğilimleri yok etme hedefine ulaştığını da asla iddia etmemiştir.
Bu ölümcül günahların hangileri olduğu bugün büyük ölçüde unutuldu; çağdaşlarımız arasında bunların sayısının yedi olduğunu hatırlayanlar herhalde ancak kitaplarla ve dille belli bir münasebeti koruyanlardır. Diğer tüm günahların kaynağı olan yedi günah: Gurur, Açgözlülük, Şehvet, Haset, Oburluk, Öfke, Tembellik.
Hâkim toplumun karşı konulmaz zinde güçleri, gayrisafi milli hasılası, modernleşmiş krizleri, kültürlü bilgisayarları ve daha nice tatlı soyutlamaları hakkında duraksız sürdürülen tantana arasında insan acze düşüp muazzam önem taşıyan somut bir olayı unutabiliyor: Dünya çapında sürekli artan bir hızla hayata geçirilen toplumsal düzenleme, 20. yüzyılın ikinci yarısında yedi ölümcül günahtan altısını (veya günümüz için daha kolay anlaşılır terimlerle ifade edersek, günahların yaklaşık yüzde 86’sını) ortadan kaldırmayı başarmıştır.
Yönetilen seçmen, nabzı yoklanan otomobil sürücüsü, zehirlenen tele-seyirci, toplu konut sakini ve otoban tatilcisi için Gurur’un çoktan tedavülden kalkmış olduğu ortadadır. Bu şekilde yaşamayı kabullenen hiç kimsenin, gurur denen duyguyu bir anlığına bile olsa tatmayı umması mümkün değildir.
Açgözlülük’ün artık hiçbir dayanağı kalmamıştır, zira mülkiyet gittikçe, prensipte har vurup harman savuran devletin elinde toplanmaktadır. Çok az sayıda insana nasip olan kişisel mülkiyet, kılı kırk yaran denetimlerle ve binbir kamu veya özel kurum yetkilisinin müdahale hakkıyla tırtıklanır. Ücretli işçi artık üç kuruş bile biriktiremez zira paranın değeri hep değişken, itibari ve su kadar akışkandır. Aynı para, düpedüz elektronikleşerek, mesafesi gittikçe artan bir soyutlamada, işçinin hiçbir dahli olmadan oynanan bir muhasebecilik oyununda uzaklaşmaktadır...
Gerçek kişiliklerin ve gerçek zevklerin tasfiyesiyle birlikte Şehvet hemen her yerde yok olmuştur. İkiyüzlülüğü ayan beyan ortada olan ideolojinin, ruhsuz taklidin ve mekanikleşmiş tutku gösterilerinin karşısında Şehvet geri çekilmiştir. Hezimete son noktayı koymak üzere AIDS baş gösterir.
Gıda işleme endüstrisinin keşifleri karşısında Oburluk teslim olmuştur. Üstelik seyirci artık –tiyatroda olduğu gibi burada da– yediği şeyin tadı hakkında hüküm verme kabiliyeti olduğuna inanmaz. Bu yüzden son moda yemeklerin isimlerinden, reklamdan ve gastoronomi eleştirmenlerinin kararı’ndan ibaret uyarıcılarla yönünü bulur.
Öfke’nin var olmak için bin türlü gerekçesi vardır ama tezahürleri o kadar azdır ki umumi korkaklık ve tevekkül içinde dağılıp gitmiştir. Bir seçmenin, aslında hep aynı olan, dolayısıyla kesinlikle tahmin edilebilir ve garantili olan seçim sonuçları karşısında ciddi ciddi öfkelenmesi mümkün olabilir mi? Hüsrana uğramış, küçük düşürülmüş bir toy rolü oynamak istemeyen seçmen her durumda suçludur. Olsa olsa kendine öfkelenebilir ki bu da genellikle kaçınmayı tercih edeceği rahatsız edici bir durumdur.
Tembellik artık mümkün değildir: Her yerde haddinden fazla velvele vardır. İşlerine ya da tatillerine koşturan bahtsızlar açısından durum daha da beterdir. Tembellik, halinden memnun olup kendi başına kalabilenlere mahsus bir keyiftir. Modern ülkelerde çok sayıda işsiz, ve tamamen yararsız işlerle iştigal eden çok sayıda çalışan olabilir. Ama bu ülkeler kimseye tembellik imkânı veremez, hiçbiri buna yetecek kadar zengin değildir.
Bu izahatin, içerdiği derin hakikate rağmen, fazla sistematik olduğu söylenebilir; tarihte gerçeklik daima diyalektik olduğu için, tüm ölümcül günahları aynı yok oluşa mahkûm sayan bu izahate zayıf bir şemalaştırma olduğu gerekçesiyle itiraz edilebilir. Böyle bir itiraz temelsizdir: Haset’i unutmuş değiliz – çelişkili biçimde hayatta kalan ve yok olup gitmiş diğer tüm melekelerin yegâne vârisi olan Haset.
Haset artık münhasır ve evrensel güdü haline gelmiştir. Haset oldum olası, insanların kendilerini aynı ölçütle tartmasından kaynaklanmıştır. Bu ölçüt çoğunlukla güç ve paraydı. Bu ortak kısıtlılık ölçütünün dışında gerçeklik çeşitlilik gösterir, güçle ya da servetle fazla işi olmayanlar Haset’ten korunurdu. Öte yandan bazı hasut mizaçlılar kendi faaliyet alanlarındaki insanlarla her zaman rekabet halinde olabilirdi. Bir şair başka bir şaire haset edebilirdi. Bu tür bir haseti bir general de, fahişe de, oyuncu veya kafe sahibi de gösterebilirdi. Ama büyük insan kitleleri başkalarında haset uyandırmazdı. Günümüzde insanlar neredeyse hiçbir şeyleri yokken ve hiçbir şeyi sevmezlerken her şeyi istiyorlar. [...]
Haset’in nasıl galebe çaldığı; radyoaktif özünün zaptedilemez füzyonu ve atıklarının dört bir yana saçılışı kolaylıkla anlaşılabilir. Yok olan ölümcül günahların tümü, kendi başına hareket eden (veya Tembellik söz konusu olduğunda hareket etmemeyi tercih eden) bireye ait özelliklerle ilgilidir. Oysa Haset, başkalarıyla ilgili olan tek kişisel özelliktir. Her şeyleri ellerinden alınmış insanları avutmak ve kışkırtmak üzere kalan yegâne günah olması gayet doğaldır. [...]
Kişiliğin hem yoğunlukla hem de kapsamlı biçimde bastırılması ister istemez kişisel beğeninin yok olmasına yol açar. Hiçbir şey olmayan, hiçbir şeyi olmayan ve hiçbir şey bilmeyen bir insan, yalandan ve kulaktan dolma malumattan başka neden hoşlanabilir? Böyle bir insanın nahoş bulacağı hiçbir şey de yoktur: Bu toplumun sahiplerinin ve “karar vericilerinin”, yani toplumsal iletişim araçlarını ellerinde tutan ve onlar sayesinde yok olmuş zevklerin taklitleriyle oynayanların amacı da tam olarak budur.
Paul Gauguin. Sol: Tahitili Yüzleri, 1899. Sağ: Tahitili Figür, 1896.
Beğeninin ve bilginin –ve onlarla birlikte her türlü ihtimaldışılık ve saçmalık hissinin– yok oluşunu en iyi gösteren olay, bu yüzyılın en büyük kültürel sahtekârlığıdır ki Theilhard’ın pek sevdiği Piltdown Adamı’ndan, 1971’de Cumhurbaşkanı Marcos’un emriyle Filipinlerde sergilenen ilkel Tasaday kabilesine kadar, yüzyılımız bu konuda gayet bereketli olmuştur. Fakat görünen o ki bu örnekte sahtekarlığa kanmayarak gülüp geçenlerin sayısı bir elin parmağını geçmemiş, zokayı yutan baş enayilerse daha fazla açıklama yapılmadan olayın unutulduğuna inanmayı tercih etmiştir.
1980 yılı civarında, Çinlilerin 1974’te ortaya çıkardıklarını iddia ettikleri, sözümona 2200 sene önce İmparator Çin Şi Huang’la birlikte gömülmüş gerçek boyutlardan biraz daha büyük binlerce asker ve at heykelinin haberi büyük heyecan yaratmıştı. Yüzlerce gazete ve onlarca dergi oltaya gelmekle kalmamış, bu sözde hazine Avrupa’nın birçok büyük kentinde sergilenmişti. Dört bir yanı gezen bu harikaların, neo-Maoist hükümetin başta güvence verdiği gibi kadim heykellerin asılları olup olmadığı konusunda kıyıda köşede bazı kuşkular dillendirilmişti elbet, ki aynı hükümet sonradan bunların kopya olduğunu itiraf etmek zorunda kalmıştı. Ama "kazı" fotoğrafları diye gösterilen görüntülere bakan herkesin aklına gelmesi gereken asıl şüpheyi hiç kimse dillendirmemişti: yani bu kopyaların, asılları hiç var olmamış kopyalar olduğu; Feuerbach’ın kendi dönemi için işaret ettiği, kopyaların asıllara tercih edilmesi olgusunun ilerleme sayesinde çoktan miadını doldurmuş olduğu şüphesini. Yabancıları aptal yerine koyan Çinli bürokratların arsızlığı yeni veya görülmedik bir şey değildi. Bu kuklaların Mao’nun yönetiminin son yıllarında, sözde “kültür devrimi” çılgınlığı sırasında yok edilenleri telafi etmek üzere mucizevi bir keşif olarak bol miktarda imal edilmiş olduğu fikri ortaya atıldı ister istemez. Nitekim bu niyet, Pekin’in dağıttığı bir arkeolojik yayında kusursuz bir küstahlıkla ortaya konmuştu: “Mart 1974’te, bednam Baş İmparator hiç beklenmedik şekilde Çin’e büyük bir iyilik yaptı, böylece Çin şimdi bu yüzyılın en önemli arkeolojik keşfiyle gurur duyabilir.”
Debord’un sözünü ettiği heykeller, Toprak Askerler veya Terracotta Ordusu olarak anılan ve bugün dünya harikaları arasında sayılarak müzelerde sergilenen heykellerdir. Kadim Çin kaynaklarında ne heykeller ne de bulundukları alan hakkında hiçbir kayıt bulunmamaktadır (bunun da söz konusu heykellerin “gizemi” olduğu öne sürülmektedir). Sinolog Jean Levi de, Debord gibi, sergilenen heykellerin kopya olmakla kalmadığını, kopyası çıkarılacak özgün heykellerin de hiç var olmadığını savunur. La Chine est un cheval et l’univers une idée adı kitabının “Büyük İmparator ve Toprak Askerler” başlıklı bölümünde Terracotta Ordusu’nun sahte olduğunu, heykellerin 2200 yıl önce değil Çin Kültür Devrimi sırasında üretildiklerini yazar. Debord dışında, daha önce bu iddiayı savunmuş olan Jean Leclerc du Sablon ile Térence Billeter’in görüşlerine değinir.
Niyet açıkça itiraf edilmiş, ipuçları da mevcut şüpheleri artırmıştı (dev kuklalar ilk bakışta, aslında aynı şeyler olan Stalinist ve Nazi dönemine ait heykeller ile, Batı sanatında Gauguin’den beri izi sürülen yeni egzotik figürün garip melezleri gibi görünüyordu). Tek eksik, suçu hukuken tesis edecek maddi kanıtlardı. Peki bu tür kanıtları, saklanmalarında menfaati olanlar dışında kim sunabilirdi? Modern yalanların kendilerini nasıl dokunulmaz kıldığını, yalanın cezasız kalmasını temin eden imal edilmiş cehaletin boyutlarını bu örnekte görebiliyoruz. Ve delilik her yerde sağduyuyu kendini açıklayıp meşrulaştırmaya zorluyor.
Nasıl ki nükleer suçlarda, kullanılan silahın mahiyetine dair detaylı bilimsel tariflerle davalarını savunmak zorunda bırakılanlar bizzat o suçların kurbanlarıysa, ama kendileri katillerden olmadıkları için o tarifleri sunma imkânından mahrum olanlar da bizzat bu insanlarsa, heykellerin durumunda da, herkesin yapabileceği basit gözlemlere tuhaf kuruntular gözüyle bakılırken, mantık sınırlarını zorlayan en olmadık şeyler sırf kimse karşı çıkmadığı için kabul ettirilmektedir.
Çağının boşinancına karşı Diderot şu ilkeyi öne sürebilmişti: “olguların gerçeğe yakınlığı/inandırıcılığı ile, [gerçeğe yakın/inandırıcı olduklarını söyleyen] otoriteler arasında genel olarak ters orantı olmalıdır: yani [bir olgunun gerçeğe yakın/inandırıcı olduğunu söyleyen] ne kadar çok sayıda ve önemli otorite varsa, [o olgu] gerçeklikten/inandırıcılıktan o kadar uzaktır.” Ama mantıksızlığın muteber olmasını temin eden bunca otoritenin bulunduğu günümüzde, Diderot’nun işaret ettiği şu olgu bizzat bu otoritelere yaramaktadır: “Geçmişte doğruluğuna itiraz edilmemiş, veya yalnızca az sayıda ve kötü niyetli ya da eğitimsiz insan tarafından itiraz edilmiş umuma mal olmuş olgular, neredeyse hiçbir zaman çürütülemez” (Ansiklopedi, “İskit Kuzusu” maddesi).
Uygarlık tarihinde, formlar tarihinde kaydedilen iki asırlık derinleşme, şimdi aynı boşluk içinde unutulabilir, zira Parislilerin hâlâ konuşabildikleri zamanlarda kullandıkları ifadeyle “toplumun sözcüleri”, ister burada ister başka yerde, insanın muhakkak bilmesi gereken bilimsel hiçbir şey olmadığına ve cehaletin her şeyi söyleyebileceğine kani olmuşlardır, çünkü bilirler ki artık herhangi bir tepkiden çekinmelerine gerek kalmamıştır.
Büyük olasılıkla dünyada binlerce insan, arkeolog ya da Sinolog olmaları gerekmeksizin, daha en baştan [heykel hikâyesine] inanmamıştır. Peki ya gösteri ve onun malumatçıları? Onlar kitlelerin üstüne dezenformasyon boca eden su katılmamış cahillerdir. Bu tür konularla ilgilenen vasat profesyonellere gelince: Onlar da, içerden bilgi alıp hata yaptıklarını anladıklarında, kendi paylarına hiçbir şey hatırlamıyormuş gibi davranmanın akıllıca olduğuna karar vermişlerdir. La Boetie’nin [Gönüllü Kulluk Üzerine’de] gösterdiği üzere, zorbanın bu alanda çok dostu olmasının sebebi budur: Büyük çıkarları olanların yanı sıra, birkaç küçük çıkarı olan çok sayıda insan sayesinde tarih de hafıza da ilga edilebilir.
Ronald ve Nancy Reagan, İmparator Çin Şi Huang’ın "mozole"sinde, 1984.