Sürreel Kent: Oscar Niemeyer'in Brasilia Vakası

 

 

Niemeyer, Rene Burri, 1960

 

Sürrealistler mimari üzerine pek kafa yormamışlardı; hele bir de modernist idiyse daha da az. Hangi gruba ait olursa olsun tüm mimariler onlar için, düzeni, olumlamayı ve resmiyeti temsil ediyordu; diğer bir deyişle, bozmayı ve yıkmayı umdukları hemen her şeyi. Anthony Vidler’e göre Breton, modern mimari için “kolektif bilinçdışının en bedbaht düşü” ve “arzunun gaddar ve acımasız bir tezahürle cisimleşmesi” diye düşünüyordu.[1] Georges Bataille ise 1929’da mimarinin basbayağı otoriter olduğunu söylemiş ve formlarıyla “tüm toprakların gerçek efendileri köle ruhlu yığınları gölgelerinde toplayıp, yönetim, düzen ve baskı dayatıyorlar,” diye yazmıştı.[2] Breton, sürrealizmi içsel bir tasavvurdan çok, siyasal bir devrim aracı olarak görüyor ve bireyden çok kolektife yaptığı vurgular da, modernist mimarların arzularıyla koşut özellikler barındırıyordu. Merveilleux (olağanüstü) olanın deneyimlenmesi, salt ayrıcalıklı bir grubun oynadığı estetik bir oyun değil, ama daha iyi bir toplum yaratma yolunda bir adımdı da. Ne var ki Le Corbusier’nin yakın bir gelecek için tahayyül ettiği bir uygarlık projesi olan Plan Voisin, ya da Ernst May’in Frankfurt’taki Siedlung’u veya II. Dünya Savaşı’ndan sonra İngiltere’de inşa edilen kamusal konutlar gibi, mimari adına somut tedbirler alan sürrealist bir programın varlığından söz etmek mümkün değil. Sürrealistler kente dair herhangi bir şey söylediklerinde, bu asla modern ve yeni olan üzerine olmamıştı; daha çok terk edilmiş, harabeye dönmüş ya da kenarda kalmış, modern dünyanın çoğu kez görmezden geldiği yerlerdi onları ilgilendiren. Sözgelimi Bataille’in mezbahalara olan ilgisi[3] ya da André Boiffard’ın çektiği ve abideler kenti olarak bilinen Paris’le hemen hiç ilgisi olmayan, kentin kıyıda köşede kalmış bölgelerinin rastgele çekilmiş tuhaf ve donuk fotoğraflarıyla bezenmiş ve psikotik bir kadına delicesine tutulmuş yazarın öyküsünü anlatan Breton’un Nadja’sı.[4] Tüm bunların ardından Brasília’dan bahsetmek ters gelebilir elbette. Ne de olsa 1960’tan sonra Brezilya’nın başkentine dönüşen Brasília, salt form olarak değil, ama keskin geotmetrikliği ve ideolojik eğilimleriyle hem düşünsel, hem de uygulama bakımından tam anlamıyla modernisttir.[5] Yine de, kentin baş mimarı Oscar Niemeyer’in bu kente dair yazdıklarının sürrealist kavramlar barındırdığı da bir gerçek: Onun arzusu, kenti ziyaret edenleri “şok etmek” ve böylece onları o alıştıkları gündelik hayatın dışına çıkarabilmekti.[6] Ve Nisan 1960’taki açılışa gelen pek çok yabancı ziyaretçiyi de huzursuz eden duygu tam olarak buydu. Onun yazdıklarında yabancılaşma, şok ve uzaklaşma, ne derseniz deyin, anahtar kavramlardır. Söylemsel bir olgu olan Brasília ise böylece daha en başından, yoğun bir sürrealizmle kaplanmış bir mekândır aslında.

 

                     

                                           Lúcio Costa/Oscar Niemeyer, devasa eksen, Brasília, 1959

 

Yeni bir Başkent

1988’de UNESCO, kentin kuruluşundan yalnızca 28 yıl gibi kısa bir süre geçtikten sonra Brasília’yı sıradışı oluşu nedeniyle Dünya Mirası Sit Alanı ilan etti.[7] Böylelikle Brasília, Tac Mahal ve Piramitler ile aynı konuma ulaşmış oldu. 500.000 kişinin ikamet edeceği bir yerleşim yeri olarak tasarlanan ve 1960’a dek Brezilya’nın en ücra yerlerinden olan bu alana kurulan kentin nüfusu, çevresiyle birlikte 2,5 milyona ulaştı. İnşaat çalışmalarının başladığı 1957’de, en yakın yol 100 km ve en yakın büyük şehir de 700 km uzaklıktaydı. 700 m gibi bir irtifaya sahip olan kentin iklimi de oldukça kuruydu. Kent o kadar büyük bir hızla inşa edilmişti ki, belli başlı abideler ve konutlar, yalnızca üç yıldan biraz fazla bir zaman içinde hem tasarlanmış, hem de yapımı tamamlanmıştı. Kapladığı alanla Chandigarh’ı gölgede bırakan bu kent, gelmiş geçmiş en büyük modernist mimari proje aynı zamanda.

Brezilyalı kent planlamacısı Lúcio Costa’nın elinden çıkan planın formu, bir kuşu ya da bir uçağı veya bir ok ve yayı andırıyor. Kıvrımlı kanatları üzerinde 15 km boyunca uzanan, az katlı konut blokları ya da superquadra’ları, hükümet binası, başkanlık ofisi, bakanlıklar, ulusal tiyatro ve bir otobüs garının bulunduğu 5 km’lik devasa bir eksen bölüyor. Plana göre bölgenin güneyinde ise Paranoá nehrine yapılan bir barajla, çevre uzunluğu 80 km’yi bulan yapay bir göl oluşturulmuş. Costa, kentin farklı bölgeleri için farklı ölçekler kullanmış ve özellikle konutlarda bir mahremiyet hissi hâkim. Yine de kenti ziyaret eden kişiyi ilk çarpan, bu devasa eksenin olağanüstü boyutları, binalar arasındaki boşlukların fazlalığı ve gökyüzünün enginliği.

 

                     

                                                             Ulusal Kongre Binası, Rene Burri, 1960

 

Öte yandan böylesi bir projenin ne kadara mal olacağını kimse bilmiyordu; hele projeyi hazırlayanların hiçbir fikri yoktu. Kentin baş mimarı Oscar Niemeyer’e bu konu hakkında bir soru yöneltildiğinde yalnızca omzunu silkmiş ve bunu bilmesinin mümkün olmadığını söylemişti.[8] [...] Brezilya için sembolik ve politik önemi büyük olan bu proje, yalnızca siyasal bir güç gösterisi ve ekonomik kalkınma arzusu değildi; ülkenin kolonyal geçmişinden kaynaklandığı düşünülen sınıf ve ırk ayrımı gibi, derin toplumsal sorunların çözülmesine yönelik bir girişimdi aynı zamanda. Costa, evlerin mimari dokusunun toplumsal ayrılıkları azaltmada etkin bir rol oynayacağına inanıyordu.[9] Niemeyer ise bu kentin, “ırk ve toplumsal ayrımcılığa maruz kalmayacak özgür ve şanslı insanlar”dan oluşacağını düşlüyordu.[10]

 

                          

                                                    Brasília’nın açılış günü, Rene Burri, 1960

 

Sürreel bir Kent

Brezilya’da kimilerine göre Brasília’yı oluşturan mantık, kasıtlı bir yabancılık duygusu barındırıyordu. Toplumbilimci Gilberto Freyre’ye göre ise Amerikan ya da Alman bürokrasisinin yetkinliğini yansıtan bir imgeye sahip bu kent, gelişmekte olan tropik bir ulus için uygun değildi.[11] Freyre daha çok haz odaklı, farklı bir ütopya düşlüyordu ki bu zaten Brezilya’nın usta olduğu bir konuydu ve bu anlayışın gittikçe makineleşen bir topluma çok daha yararlı olacağı kanısındaydı. Freyre’nin bu eleştirisi önemliydi, çünkü Brasília’nın rasyonel imgesinin yarattığı sorunlara dikkat çekiyor ve Brezilya’nın bu kenti kolay kolay kabullenemeyeceği gerçeğini vurguluyordu. Bu otoriter ve düzenlemeci görünüm, Kuzey Avrupa ya da Amerika gibi bölgelerde kabul görebilirdi; ancak burada fazlasıyla ayrık kalacaktı. Dolayısıyla bu kent, her ne kadar belirli bir mantık çerçevesinde planlanmış ve sunulmuşsa da, hiç kuşkusuz son derece sürreel bir projeydi. Brasília, rasyonel ve insancıl bir kentin işlevlerini nadiren yerine getiriyor ve belli başlı politik savunuları dışında irrasyonellikten kaçamıyordu. Hatta bu irrasyonellik Costa’nın proje yarışmasına katılımında bile kendini gösteriyordu; sürrealist otomatizmle yazılanları ve düşsel ilhamları andıran bir açıklama kaleme almıştı: “Yaptığım tek şey zihnimi özgür bırakmaktı. Çözüm birdenbire, tamamlanmış bir resim gibi zihnimde belirmişti ve bu tamamen bilinçdışımdan geliyordu”.[12]

Bu arada Niemeyer de çalışmalarında sürrealist sanatın etkisi ve önemi üzerine bir şeyler yazmıştı. Anılarında Breton, Luis Buñuel, Louis Aragon ve diğer sürrealistlerle Paris’teki Café Cyano’da yaptığı görüşmelerden bahsediyor ve onların eserlerinden övgüyle söz ediyordu. Eskizlerinin öteden beri “sürrealist” özellikler barındırdığını ve Matisse ve Picasso, Henry Moore, Barbara Hepworth ve Aristide Malliol gibi sürrealizmi özümsemiş sanatçıların yarattığı formları alıntıladığını söylüyordu.[13] Yine de yazdıklarında en çok vurgu yaptığı şey, bir mimarın içinde yer alan “şok etme” arzusuydu –bilinç düzeyini yükseltmeye ya da dönüştürmeye yönelik avangard anlayış. Bretoncu sürrealizmde, bağlamsallığın ortadan kalkmasıyla, alakasız yan yanalıklarla ve düşsel imgelerle yaratılan şok duygusu, olumlu bir merveilleux etkisi de verir. Niemeyer’in Brasília’da yaptıkları da buna benzer bir özellikte. Niemeyer 1960’ta şöyle yazmıştı: “Gelecekte bu kenti ziyaret edenlerin binaları gördükleri zaman hayretle bakmalarını ve karmakarışık duygulara kapılmalarını istiyorum. St. Marks Meydanı, Palazzo Ducale, Chartres Katedrali gibi abideleri düşündüğümde, cüretkâr bir icra ve güzelliğin yarattığı o müthiş şok etkisi geliyor aklıma, ki o etki olmaksızın bizler, mimari yapıların inşasında görev alanlar için teknik ve işlevsel bilgi sağlayan bir rehber olmaktan öteye geçemeyiz.[14]

Bu “şok” yaratma arzusu, Niemeyer’in irrasyonel olana duyduğu ilgiyle doğru orantıdaydı. Niemeyer’in tasarımlarında, yüksek irtifanın yarattığı doğal etkilere uyum sağlamayı reddetmesi ya da onları tanımaması oldukça tepki toplamıştı; ancak burada sürrealist bir hassasiyet söz konusuydu ki bu, sıradan bir barınak sağlamaya yönelik bir mimari anlayışın çok daha ötesindeydi. Kimilerine göre Niemeyer Brasília’yı tasarlarken salt forma önem vermişti –diğer her şey “ikincil” bir önemdeydi.[15] Örneğin devasa eksen üzerinde yer alan, hem yapısal hem de sembolik olan on altı kirişiyle tıpkı bir kraliyet tacına benzeyen dairesel ve betonarme katedrali düşündüğümüzde bunu daha iyi anlayabiliyoruz. Bu yapıda başka sembolik öğeler de var: Yeraltında bulunan kapısından giriş yapan ziyaretçileri, kasıtlı olarak karanlık bırakılmış bir koridorun sonunda katedralin ana yapısının göz kamaştıran aydınlığı karşılıyordu. Niemeyer, Gotik döneme ait katedrallerin ya da Liverpool ve Rio de Janeiro’daki modern katedrallerin yarattığı şok etkisini burada ışıkla elde ediyordu (Niemeyer zaman zaman Chartres’den ne kadar etkilendiğini söylerdi).[16] Yapımında ağırlıklı olarak cam kullanılan katedral, iklimin oldukça sıcak ve nemli olduğu da düşünüldüğünde tam bir sera etkisi yaratıyordu. Bu haliyle konforlu olmaktan çok uzaktı ama kesinlikle sıradan değildi.

 

                          

                                                                           Brasília Katedrali

 

Niemeyer’in işlevsellik karşısındaki umursamazlığının belki bir nedeni de kentin inşası sırasında yaşanan zorluklardı: Proje yarışmasıyla başlayan ve inşaatın bitimine dek süren, üç yıllık korkunç yorucu bir dönemdi bu. BBC’yle yaptığı bir söyleşide Niemeyer, bölgeye ilk kez adım attığında hissettiği “korku”yu tüm içtenliğiyle paylaşmıştı: “Her yerden öylesine uzaktı ki, dünyanın sonuna gelmiştiniz sanki. Hissettiğiniz yalnızlık ürperticiydi”.[17] Barınak olarak çinko kaplı kulübelerden başka bir şey olmadığı düşünüldüğünde, yaşam koşullarının pek parlak olmadığı anlaşılıyor. Kent, bir daha sevdiklerini görebileceklerinden emin olmayan bu işçilerden, sanki cephede savaşıyorlarmışçasına fedakârlık yapmalarını bekliyor gibiydi. [...] Niemeyer’e göre ise bu zorlu deneyim aynı zamanda bir çeşit arınmaydı da. Koşulların ağırlığı, işçisinden mimarına kadar projede yer alan herkes arasında sıkı bir bağ oluşturmuştu ve geçici bir süre de olsa Brezilya’da hüküm süren toplumsal ayrımlar ortadan kalkmıştı.

Oysa Brezilya dışından kenti ziyaret etmeye gelenlerin yaşadığı şok, onlarda bu arınmışlık duygusunu harekete geçirmemişti. Bu kent, tam anlamıyla yabancılaştıran bir nitelikteydi. Bu nitelik, kentin ürkünç yalıtılmışlığı, yabanıl çevresi ve her şeyden öte, isyankâr ve kalabalık bir alt sınıfın hem tehdit ettiği, hem de biraz olsun yumuşattığı modern kent merkeziyle daha da derinleşiyordu. İşte burada da sürrealizm iş başında; ancak bu, yabancılaşmanın aydınlanmaya giden bir başlangıç olarak görüldüğü Bretoncu bir sürrealizm değil.

La Force des Choses’de (1963) Simone de Beauvoir’ın yaptığı yorum bu kentin gerçekliğini çok daha iyi yansıtıyor. Beauvoir burada Sartre ile birlikte 1960’ta Brezilya’ya yaptığı yarı resmi bir geziyi anlatıyor ve bu anlatı, bir ziyaretçinin kente dair yazdığı en sağlam edebi yorumlardan biri. Gezi süresince Malroux karşıtı bir tutum sergileyen Sartre, ondan önce ülkeyi ziyaret eden Fransa Kültür Bakanı’nın (Malraux) yaptığını düşündüğü de Gaullecü propagandaları silmeyi kendine görev bilmişti.[18] Çift, Niemeyer ve başkan Kubitschek dahil herkesle tanışmış, her yere gitmişti. Beauvoir anlatısında, Brasília’ya beş sayfa ayırmıştı ama yazdıklarının pek övgü dolu olduğu söylenemezdi. Gilberto Freyre de Brezilya’ya gelişlerinden kısa bir süre sonra onlara, Kubitschek’in “hiç kimsenin yaşamak istemeyeceği soyut bir kent” için nasıl bir servet harcadığını anlatmıştı.[19]

Beauvoir ve Sartre’ın kente yaptıkları yolculuğa, zaman zaman kara bir komediyi hatırlatan anlar dışında kötümser bir ruh hali hâkimdi. Bir tek kara yoluyla ulaşılabilen Brasília’ya yolculukları sırasında, aynı zamanda bir devlet memuru olan şoförleri, her şeyin çok pahalı olduğu bu ücra başkente vardıklarında fahiş fiyata satmak amacıyla, yol boyunca karşılaştıkları seyyar satıcıların elindeki kaçak mallara el koymuştu. Yolculuğun kendisi ise bu çorak topraklarda hiç bitmeyecekmiş gibi uzanan dümdüz yollar nedeniyle tam manasıyla iç karartıcıydı. Kente vardıklarında da tam olarak neyle karşı karşıya olduklarını anlayamamışlardı –ilk bakışta birebir ölçülerde yapılmış mimari bir maketi andırıyordu ve hiçbir şey insani boyutlarda değildi. Bir yerden bir yere gitmek neredeyse imkânsızdı ki aslında gidecek pek bir yer de yoktu. Diyelim ki gitmek istediniz, arabasız hiçbir yere varmak mümkün değildi. Bir şişe mürekkep ya da bir ruj almak, kavurucu sıcak nedeniyle işkenceye dönüşen bir keşfe çıkmanızı gerektiriyordu. Cidade Livre, yaşam olan ve bir şeyler satın alabileceğiniz tek yerdi ama bu kızıl toprakla örtülü vahşi batı kasabasına gitmeye kalktığınızda, baştan aşağı kırmızı bir tozla kaplanmayı da göze almanız gerekiyordu.

 

                          

                                                                  Niemeyer, Rene Burri, 1960

 

Ne var ki Beauvoir’ın verdiği bu olumsuz tepkide şaşılacak bir şey yok. Siyasal görüşü her ne olursa olsun, üst sınıftan gelen bir Parisli için henüz tamamlanmamış olan Brasília, yüzeyde ne kadar modernist görünürse görünsün, tam bir Vahşi Batı kasabasıydı. Oysa Beauvoir’ın ağırlıklı olarak kentin fiziksel sıkıntıları çevresinde şekillenen yorumlarındaki olumsuz kavramlar, aslında Niemeyer ve kenti savunan diğer kişilerin temel gerekçeleriyle aynı çizgideydi. Kentin verdiği yabancılaşma duygusu burada üstesinden gelinmek istenen bir özellik değildi; tam tersine, onun varoluşunun esaslarından biri olarak görülüyordu.

Susan Sontag’ın “Melancholy Objects” adlı denemesinde, dünyayı dümdüz yansıtmaya yatkın olan sürreel, ne kadar tuhaf ve grotesk olursa olsun tıpkı bir objet trouve (buluntu nesne) gibi ulaşılabilir bir niteliğe de sahip.[20] Açık biçimde burjuva kafasından çıkan bu ilginç ve estetize edilmiş dünya, her ne kadar kendi içinde bir değer barındırsa da, bakan kişi ve gördükleri arasında müthiş bir kopukluk olduğu da bir gerçek. Bakan kişiyi burada asıl etkisi altına alan şey, öteki olana duyduğu hayranlık bir bakıma. Sontag sürrealizm için “burjuvanın hoşnutsuzluğu” diye yazmıştı. Ele aldığı konular itibariyle “ezilen kesimi..., farklı ya da resmi olarak kabul görmeyen gerçekliği” savunuyor gibi görünse de, aslında onlara yaklaşımı “elinde kamerasıyla egzotik ganimetler peşinde koşan hevesli bir avcı”dan çok farklı değildi. Ayrıca “cinsellik ve yoksulluk” ağırlıklı konuları için Sontag “burjuva düzeni nedeniyle karanlıkta kalmış sıradan gizemlerden başka bir şey değil,” diyordu.[21]

Nasıl ki Paris romantikliğiyle, Los Angeles kirli havasıyla ve Manchester da yağmuruyla damgalanmışsa, Brasília da adeta bu sürreel role mahkûm kalmış gibi görünüyor bir yandan da. Yine de kentin bugününe baktığımızda, burayı mesken edinen pek çok tuhaf tarikatın turist rehberlerinde öne çıkarıldığını görüyoruz ki bu da, sürreel etkinin yavaş yavaş sindirildiğinin bir göstergesi. Gelgelelim Brezilyalılar bu turist mıknatısı gibi işleyen mekânlardan gurur duyuyorlar ve göstermek için can atıyorlar: ziyaretçilerin bu ısrarlardan kaçması neredeyse imkânsız. Yine de Brasília, orijinalinde sürreel olarak düşünülmüştü ve bunu yapanlar ne yerliydi, ne de kente karşı bir bağlılıkları vardı–Niemeyer de bu gruba dahil.[22] Onlar her şeye dışarıdan bakmışlar, egzotikleştirmişlerdi; zengin ve yoksul arasındaki uçurumdan, teknoloji ve doğadan, medeniyet ve yabanıllıktan, bir gün nasıl olsa buradan gideceklerinin bilinciyle sonuna dek faydalanmışlardı. Sontag’ın da vurguladığı gibi onların öne sürdüğü kaygılar bir anlamda estetize etmeye duydukları arzuyu maskeliyordu.

 

Richard J. Williams, “Surreal City: The Case of Brasilia” başlıklı metinden kısaltılarak çevrilmiştir. Surrealism and Architecture içinde, ed. Thomas Mical (Routledge, 2005).

 

 

 



[1] A. Vidler, The Architectural Uncanny, Cambridge, Mass. ve Londra: MIT Press, 1992, s. 150

[2] G. Bataille, “Architecture”, Rethinking Architecture kitabından, ed. N. Leach, Londra: Routledge, 1997, s.   21.

[3] G. Bataille, “Architecture”, s. 22.

[4] A. Breton, Vidler’den alıntı, Architectural Uncanny, s. 150.

[5] J. Holston, The Modernist City: An Anthropological Critique of Brasília, Chicago, III.: University of Chicago Press, 1989, s. 314.

[6] O. Niemeyer, “Mes Experiénces a Brasília”, L’Architecture d’Aujourd’hui, 90, 1960, s. 9.

[7] C. Wright ve B. Turkienicz, ‘Brasília and the Ageing of Modernism’, Cities, 4, Kasım

 1998: 347–64, s. 347, 362–363.

[8] Max Lock, W. Holford, ‘Brasília, A New Capital City For Brazil’, Architectural Review,

122 (731), Aralık 1957, s. 157.

[9] Costa, Holford, ‘Brasília’, s. 401. Costa, Holford, ‘Brasília’, s. 401.

[10] Niemeyer, ‘Mes Experiénces a Brasília’, s. 9; Niemeyer’in hiçbir zaman tam anlamıyla tutarlı bir tavrı olmadı. Brezilya’nın toplumsal durumuna dair yaptığı basın açıklamaları ve Brezilya Komünist Partisi’ne üyeliği, mimari uygulamalarındaki formu önceleyen yaklaşımıyla hep bir tezat oluşturdu. Brezilya’da yaptığı işlerde de en çok bu formu üstün kılan becerilerini konuşturdu –abidevi kamu binaları. Örneğin superquadra’ların hiçbirini o tasarlamadı.

[11] Gilberto Freyre, Brasis, Brasil, Brasília, Lisboa: Libros do Brasil, 1960, s. 156–157.

[12] Costa, Holford, ‘Brasília’, s. 399.

[13] O. Niemeyer, Les Courbes du Temps, Paris: Gallimard, 1999, s. 126–127.

[14] Niemeyer, ‘Mes Experiénces a Brasília’, s. 9. Rio de Janerio’da Eylül 2001’de yapılan bir söyleşide Niemeyer, bu görüşlerini onaylamıştı ve Canoas’taki Niemeyer Vakfı’nda bulunan kütüphanesindeki kitaplar da sürrealizme olan ilgisinin ne kadar yoğun olduğunu gösteriyordu.

[15] R. Harbison ve G. Balcombe, ‘Conversation in Brasília’, RIBA Journal, vol. 68, no. 13, Kasım 1961, s. 481–494.

[16] F. Gibberd,  Roman Catholic Cathedral, Liverpool, 1960.  Nikolaus Pevsner bunu doğrudan Niemeyer’in işiyle karşılaştırıyor.Bkz. Pevsner, N., The Buildings of England: South Lancashire, London: Penguin Books, 1969, s. 194–5. Diğer bir karşılaştırma: Catedral Metropolitana de São Sebastião do Rio de Janeiro, tasarım Edgar de Oliveira da Fonseca, 1964. 1965 ve 1976yılları arasında inşa edilmiş. Her ikisi de tıpkı Brasília’yadaki gibi konik bir forma sahip.

[17] O. Niemeyer, Niemeyer habla de Brasília, 41 años despues, 2001,

http://news.bbc.co.uk/hi/spanish/misc/newsid_1292000/1292551.stm

[18] André Malraux (1901–76) de Gaulle döneminde 1945-6 arası Enformasyon Bakanı ve 1960-9 arası Kültür Bakanı olarak görev yapmıştı.

[19] S. de Beauvoir, La force des choses, Paris, Gallimard, 1963, s. 535.

[20] S. Sontag, On Photography, Londra: Allen Lane, 1978, s. 46.

[21] Sontag, On Photography, s. 54.

[22] Niemeyer bana Brasília’da ne kadar kalacağımı sormuştu; yürekli bir edayla “iki hafta” demiştim. Niemeyer ise buna karşılık “iki gün sana yeter de artar” demişti. (Niemeyer ile söyleşi, Eylül 2001)

mimarlık, Arzu Mimarlığı