İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, ekonomik olarak gelişmiş dünyada din, bilhassa Katoliklik, insanların iç dünyalarını, cinselliklerini, toplumsal ve manevi varoluşlarını yönetmek yolundaki yüzlerce yıllık iddiasından vazgeçmek zorunda kaldı. Böylece, insanlığın büyük bir kısmı, burjuvazinin başlattığı ve işçi hareketinin canla başla yürüttüğü uzun soluklu Hıristiyanlık karşıtı mücadelenin semeresini almış oldu, ki sekülerleşme ve dinin özel alana sürülmesi bu mücadelenin en önemli miraslarındandı. Artık çok daha temiz bir hava soluyorduk; zira Hıristiyanlığa nüfuz etmiş Mesiyanik damar, kiliseleri topyekûn terk edip aşkınlıktan el etek çekince, 1960’ların tüm ütopyacı akımlarını besleyebildi. Günümüzün hegemonik iktidar sahipleri hâlâ ölesiye nefret ederler bu akımlardan. Buna koşut olarak, bin yıldan uzun süredir hayalleri emrine alma tekelini elinde tutan dinin araç ve yöntemleri, yeni yeni peyda olan gösteri toplumu tarafından ele geçirildi. Fakat özünde dinin dindışı yollarla hayata geçirilmesinden ibaret olan gösteri, dinselliği tümüyle devre dışı bırakmamaya da özen gösterdi. Dinin mezarını kazmaktansa onu tarihî bir drama biçiminde repertuarında sakladı. Gösterinin bize bugün bir kez daha sunduğu işte bu dramadır.
L’âge d’or (Altın Çağ) L’âge d’or
Doğu Avrupa’daki Stalinist bürokrasilerin çökmesi ve sosyal sistemi dengede tutmada çok işe yarayan devrimci ideolojilerin hezimete uğramasıyla kapitalizm kendi başarısının çıkmaz sokağına sürüklendi, karşısında kendisinden başka hiçbir şey kalmadı. Metanın kesintisiz nüfuzu yoluyla yeryüzünün tamamını birleştiren kapitalizm, sömürdüğü ve yaşamlarını mahvettiği insanların ona meydan okuma çabalarını boşa çıkarmak için gittikçe daha çok yapay ayrımlara başvurur oldu. Elbette kapitalizm bu ayrımları yoktan var etmedi; söz konusu süreci açıklamak için de komplo teorilerine gerek yok: Önceden var olan ırksal, etnik, cinsel, dinî ve toplumsal ayrımları kullanıp kızıştırmak, kapitalizmin tarihsel hareketi olmuştur; Sovyetler’deki devlet kapitalizmini zayıflatmak uğruna köktenci İslamcılığı beslemek gibi, yanlış hesaplarla saptığı yollar da buna dahildir. Bugün Hıristiyanlık ile İslam arasındaki karşıtlıkların yapay bir şekilde yeniden canlandırılmasına tanık olmamızın sebebi budur. Her ikisinin de eski gücünden geriye sadece dinin ideolojik çekirdeği kalmıştır, bir de zihinlerin ve bedenlerin az ya da çok bağımlılığını teminat altına alan birtakım yerleşik ritüeller – özellikle dinin seküler silahlardan destek alabildiği durumlarda. Kimileri şahit oldukları şeyin medeniyetler çatışması olduğunu sanıyor; oysa günümüzün dünyasında tek bir barbarlık hüküm sürüyor, o da hamburger ve cep telefonu barbarlığı. Kimileriyse (kendileri de kapitalist pastadan pay almak isteyen, hayalleri suya düşmüş Müslüman burjuvazinin temsilcileri) yeniden sahnelenen Haçlı Seferleri’ne tanıklık ettiklerini zannediyor. Bu ölümcül aptal oyunu yetmezmiş gibi bir de üzerine yarım asırdan uzun bir süre sistemi ayakta tutmuş bir çatışma –Batı demokrasisi ile totalitarizm arasındaki çatışma– yeniden fitilleniyor. Bu sahte karşıtlıkları vurgulamaktaki niyetimiz, mukayese edilmesi mümkün olmayan gündelik durumlar arasında denklik kurarak haddimizi aşmak değil. Nasıl Soğuk Savaş sırasında proleterler de dahil olmak üzere herkes için sözde-özgür dünyada yaşamak sözde-komünist dünyada yaşamaktan daha tercih edilir idiyse, günümüzde de İslami bir toplumda yaşayan insanların –sadece kadın, eşcinsel veya ateist olanların değil tüm insanların– sırf genel ahlakın akıllara ziyan yasaklarına ve kurallarına boyun eğmek zorunda kaldıkları için neredeyse geri kalan her yerdekinden daha kötü hayatlar sürdüğünü kabul etmemek için çok kötü niyetli olmak gerekiyor.
En az ilki kadar trajik olan bu ikinci sahnelemede, aynı durumlar aynı mide bulandırıcı ittifakları doğuruyor. Nasıl muzaffer Stalinizm döneminde Stalin Rusya’sı ile Hitler Almanya’sı arasında, daha o zamandan liberalizm olarak anılan şeye karşı Alman-Sovyet Saldırmazlık Paktı gibi dehşet verici anlaşmalar imzalandıysa, bugün de liberalizmin tescilli eleştirmenleri –ki yine hatalı olarak ‘aşırı’ diye tarif edilmektedirler– en beter İslamcı rejim ve örgütlerle benzer ittifaklar kuruyor. Bu anlaşmalar ancak her tür vicdani tereddütün yokluğunda imzalanabilir, ki bu da en beter kafa karışıklıklarına sebebiyet verir. Öyleyse, bir yandan kendini tanrının iradesinin uygulayıcısı olarak görürken öte yandan Ahmedinejad canisini desteklemekte hiçbir beis görmeyen Chávez’e tükürelim. Alışkanlıkları olduğu üzere, ezilen bir halk ile onun yabancılaşmış temsilcilerini birbirine karıştırıp, aşırı gerici Hamas’ı destekleyen Avrupalı solculara tükürelim. Yerel seçimlerde İslamcı-faşistlerle işbirliği yapan Britanyalı Troçkistlere; emperyalizmle mücadele bahanesiyle dinî dogmatizmin şu ya da bu taraftarına elini uzatmaktan gocunmayan, bunun ne kadar habis ve alçakça olduğunu sezemeyenlere tükürelim.
Bizim ateizmimiz felsefi ya da mantıksal bir pozisyon değildir. Sade’ın ateizmi gibi bizimki de bir yaşam biçiminin ruhu, içinde nefes alabileceğimiz ve hayal gücümüzün kendini gerçekleştirebileceği o hissedilir sıvıdır. Tanrı’nın yokluğuna dair deliller biriktiren pozitivistlerin ve ruhban sınıfı karşıtlarının ateizmi, nihayetinde basit bir aşkınlık ideolojisine dönüşmüş olan tektanrıcılığın ağacından tam da kopamamış bir meyveyi anımsatır. Oysa bizim ateizmimiz, Kirenelilerin, Lukretius’un ışıl ışıl ve neşe dolu ateizmiyle birdir; tüm animist halklarda gözlemlenebilecek evrensel içkinlik fikrinin ifadesidir. Ki, bu insanlar için kutsallık, doğanın mevcudiyetinin doğurduğu histen başka bir şey değildir. İşte bu yüzden kadiri mutlak bir tek tanrı fikri bize gülünç ve sıkıcı gelir. Ayrıca, insanın en fena suretinde yaratılmış bu Tanrı’nın –yaşlı, bir nebze saplantılı bir erkek– her zaman insanmerkezciliğin zihinsel fukaralığını ve dünyanın mucizesi üzerindeki doymak bilmez sultasını meşrulaştırmaya yaradığını unutmamız mümkün değil. Mükemmel bir şekilde şiirsel keşfin aşırılıklarına doğru çekilen hayal gücü, sorgulamalarının ufkunda beliren böylesi acınası bir figürle yetinmek zorunda mıdır?
Federico Fellini’nin Roma’sı, Vatikan defilesi sahnesinden
Federico Fellini’nin Roma’sı, Vatikan defilesi sahnesinden
Gösterinin, ısıtıp ısıtıp önümüze sürdüğü dinî olanın sözde dönüşü hiçbir şekilde temel bir gerçeği değiştiremez: yüz yıldan daha uzun bir süre önce Tanrı geri dönüşü olmayacak bir biçimde öldü, yerine Sermaye’nin dini geçti; peygamberi para olan bir din. Üstüne üstlük bu peygamber, dinî aşkınlık yükünden kurtulduğu için daha da bir arsızca kamçılar tutkuları; bugün Çin’de şahit olduğumuz budur. Fakat, Tanrı’nın hayaleti, ekonominin ve onun semeresini gören sınıfın durmaksızın ürettiği hüsrana, gareze ve baskıya derman olacak sahte cevaplarla dolu boş bir şarap tulumu gibi, uzun süre boyunca tektanrıcılığa (o da ne demek oluyorsa) maruz kalmış insanların hayatlarına hâlâ musallat oluyor. Ve bu hayalet, uğursuz bir alamet gibi kolektif imgelemin üzerine çöküyor, dilini kirletiyor, umutlarını çalıyor ve itkilerine gem vuruyor. Bu tehdidi bertaraf etmenin yolu, yaşamaya değer yegâne macerayı, özgürlük macerasını, tehlikeye atmaktan geçiyor. Şiirsel dilin tanrıtanımaz, din karşıtı ve dolayısıyla özgürleştirici doğasını bir kez daha olumluyor ve kutsalın kuru gürültüsüne boyun eğemeyeceğimizi, bu tür bir teslimiyete duyduğumuz derin saygısızlığı ilan ediyoruz.
Sürrealist Hareket, Paris Grubu
25 Aralık 2006