Bu konferanslar dizisini[1] düzenleyenlerin gerçeküstücülüğün çağımızın büyük konularından biri olduğunu düşünmeleri, bir anlamda aydınlatıcıdır. Batı uygarlığınca kurulan yapının bizim için bir hapishaneye, kanlı bir labirente, toplu bir mezbahaya dönüşmüş olduğu, günden güne daha açık ve seçik ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle gerçekliği tartışma konusu yapmamızda ve bir çıkış yolu aramamızda şaşılacak bir yan yoktur. İşte gerçeküstücülüğün de istediği budur: gerçeküstücülük hem toplumumuzca bugüne değin değişmez sayılmış olana yönelik köktenci nitelikte bir sorgulamadır, hem de bir çıkış yolu bulmaya yönelik umutsuz bir girişimdir. Aradığı, hiç kuşkusuz kurtuluş'un değil, ama gerçek yaşamın yoludur. Günümüz toplumunun robotlar dünyası, gerçeküstücülüğün karşısına tutkunun her zaman bir kadının yüzünde cisimleşmeye hazır fantazmalarını çıkarmaktadır. Bundan daha beş veya altı yıl öncesine değin böyle bir konferansın verilmesi düşünülemezdi. Yüzlerinde ciddi-törensi ifadeler olan eleştirmenler –o hep aşırı aceleci, profesyonel mezarcılar– bize gerçeküstücülüğün artık geçmişte kaldığını ima etmişlerdi. Düşünce evreninin noterliğini yapanlar, kötücül bir zevkle gerçeküstücülük için defin ruhsatı düzenlemişlerdi. Herkes rahat bir soluk almıştı ve artık gerçeküstücülük de yüzyıl başının fütürizm, kübizm, düşlemcilik, dadaizm, ultraizm vb. gibi akımlarının sonsuz uykusunu paylaşmaktaydı. Başka deyişle, günlük sıradan düzenimize dönmemiz için yazın tarihçisinin cenazenin başında küçük bir söylev vermesi yeterliydi. Günlük yaşamdaki mucize, ölmüştü. Gerçekte hiçbir zaman var olmamıştı. Var olan, yalnızca günlük yaşamın sıradan düzeniydi, çalışma ahlakıydı, "ekmeğini alnının teriyle kazanmalısın" sözüydü, klasik hümanizmin ve olağanüstü atombiliminin sağlam dünyasıydı.
Gelgelelim ceset canlıydı. Aynı korkunç ve masum yüzle, aniden çıkan fırtınanın yüzüyle, bir alev dalgasının yüzüyle, büyülü bir ormanın ortasındaki bir perinin kılığı ve yüzüyle mezarından fırlayıp yeniden karşımıza çıkacak kadar canlıydı. Gülümseyen ve deli deli konuşan bu kızı izlemek, onunla birlikte her ağacın canlı, şarkılar söyleyen bir sütun olduğu, yeşil ve altın renkli ormanın derinliklerine dalmak, çocukluğa geri dönmek demektir. Bu, belki o kendini beğenmiş bilimimizinkilerden de büyük olan yetenekler, her birimizin iç dünyasında varlıklarını korumuşlardır. Bunlar gömülü bir hazine değil, ama bir çiğ tanesini bir elmasa, elması da kül kedisinin ayakkabısına dönüştüren o gizemli güçtür. Bunlar bizim doğal özümüzü oluştururlar; adları da düşlem ve tutkudur. İnsan, düşleyen bir varlıktır ve taşıdığı us bile yalnızca bu sürekli düşleme eyleminin biçimlerinden biridir. Aslında düşlemek, kendinin dışına çıkmak, kendini yansıtmak, kendi sınırlarını sürekli aşmak demektir. Tutku beslediği için düşleyen bir varlık olarak insan, bütün dünyayı tutkusunun bir görüntüsüne dönüştürme gücüne sahiptir. Ve bundan ötürü de seven bir varlıktır, düşlerinin maddeleşmiş biçimi, canlı görüntüsü olan bir varlığın özlemini çeker. Tutkusunun güdümü altında, bu görüntüyle kaynaşmayı ve kendini de bu görüntüye dönüştürmeyi amaçlar. Aynaların yarattığı bir oyun, yankılardan oluşma bir oyun, sevginin sürekli güneşi altında sürekli çözülen ve kendilerini yeniden yaratan bedenler. Novalis'in "insan görüntüdür" özdeyişini gerçeküstücülük benimsemiştir. Ama bunun tersi de geçerlidir: Görüntü, insanda cisimleşir. Geçmişin gerçeküstücü diye nitelendirilebilecek akımlarının –yakın örnekler olarak Alman romantizmi ve gothic novel– varlığının itirazsız kabul edilmesi, buna karşılık bunları çağımızda kabule yanaşılmaması, günümüzdeki belli bir tinsel konumu belki de en açık biçimde somutlaştırmaktadır. Evet, başlangıçtaki şaşırtma yeteneğini yitirmiş ve bir manyere, bir reçeteye dönüşmüş olan bir gerçeküstücü biçem vardır. Gerçeküstücülük, çağımızın ürünlerinden biridir ve zamana karşı bağışıklık kazanmış değildir; ama öte yandan çağımız gerçeküstücülüğün ışığına boğulmuştur ve gerçeküstücülüğün alevlerden, değerli taşlardan oluşma bitki örtüsü çağın tüm bedenini kaplamıştır. Ve bu görkemli yara izlerinin çağımızda silinip gitmesi güçtür. Bu izler, yapıtlardan oluşma bir yıldızlar evrenini yaratmaktadır; kendimizi yitime götürmeksizin bu yapıtlardan vazgeçebilmemiz olası değildir. Öte yandan gerçeküstücülük (bir öbek ya da tarikat oluşturmasına karşılık) ne bir okul, (en önemli boyutlarından birinin, esinlenmenin kurtarıcı gücünün şiirsel nitelik taşımasına karşın) ne de bir şiir sanatı olduğundan, bir din ya da siyasi parti de olmadığından, bu yapıtların önemiyle sınırlı değildir. Gerçeküstücülük, tinsel bir tutumdur. Belki de en eski ve dayanıklı, en güçlü ve gizli tinsel tutumdur.
Arcane 17’de André Breton, öteki yıldızları gölgede bırakan bir yıldızdan, sabah yıldızından, Lusifer'den, isyan meleğinden söz eder. Bu yıldızın ışığı üç öğeden, özgürlükten, sevgiden ve şiirden oluşur. Bu öğelerden her biri, ışıkları kesişen ve böylece tek bir yıldız oluşturan üç yıldız gibi öteki ikisinden yansır. Bu durumda özgürlükten söz etmek, aynı zamanda şiirden ve sevgiden söz etmek demektir. Gerçeküstücülük, Dadacılıktan ve bunun yarattığı büyük sarsıntıdan doğma mutlak bir başkaldırı hareketi olarak, kendini usçu ve Hıristiyan kültürünün değerlerine son vermek isteyen bir yıkıcı etkinlik diye ilan eder. Dadacılıktan farklı olarak gerçeküstücülük de, gerçekliği değişime uğratmak ve böylece onu kendi kendisi olmaya zorlamak isteyen bir devrimci girişimdir. Gerçeküstücülük, gerçekliğe ilişkin herhangi bir kuramı çıkış noktası almaz; özgürlüğe ilişkin bir öğreti de değildir. Gerçeküstücülüğün asıl ilgilendiği, gerçeklikle yüz yüze çarpışmada insanoğlunun kendi yazgısını kendi belirleme gücünü etkin kılmaktır. Gerçeküstücülük daha başlangıçtan itibaren gerçekliğin şiirsel yoldan bilinmesiyle, bu gerçekliğin değişime uğratılması arasında bir ayrım gözetmez: bilmek, bilineni değişime uğratan bir eylemdir. Şiirsel etkinlik ise büyülü bir süreçtir.
Max Ernst, "Bakire Meryem Üç Tanığın -André Breton, Paul Éluard ve ressam- Önünde Çocuk İsa'yı Pataklıyor", 1926
Bizim için gerçek dünya, nesnelerden veya özlerden oluşma bir birikimdir. Yeniçağdan önce bu dünya belli bir yönelime sahipti, Tanrının istencinin egemenliği altındaydı. İnsanlar, doğa, dahası nesneler bile onları aşkınlaştıran bir şeyin egemenliğindeydiler; bir değerleri vardı: iyi ya da kötüydüler. Daha sonra –yalnızca iyi kavramın yeniçağa özgü bir düzeysizleştirilmesi olan– yararlılık düşüncesi, gerçeklik kavramının rengini değiştirdi. Dünyayı oluşturan özler ve nesneler, bizim için yararlı, işe yaramaz veya zararlı nesnelere dönüştü. Dünyayı çok yönlü olarak kullanılabilir bir şey sayan bu anlayışın dışında ne doğa, ne insanlar, ne de kadın kalabilir: her şey bize bir konuda hizmet eder ve hepimiz birer aracızdır, o kadar. Ve toplumsal piramidin tepesinde yer alıp bu dev yıkım makinesini kullananlar da mekanik olarak hareket eden araçlardır. Dünya boşta dönen ve sürekli kendi artıklarıyla beslenen dev bir makine olup çıkmıştır. Gerçeküstücülüğe gelince, o, dünyayı iyi ve kötü nesnelerden, bir bölümü tanrının varlığıyla dolu, öteki bölümü de hiçliğin kemirdiği nesnelerden oluşma bir birikim diye görmeyi reddeder. Hıristiyanlığa karşı olan tutumunun nedeni, budur. Gerçeküstücülük, gerçekliği yararlı veya zararlı nesnelerin bir bütünü olarak görmeyi de reddeder; antikapitalist tutumunun nedeni de, budur. Ahlak düşüncesiyle yararlılık düşüncesi gerçeküstücülüğe yabancıdır. Son olarak gerçeküstücülük, dünyayı salt bir bilim adamının yaptığı gibi, yani her türlü değerden yoksun ve gözlemciden kopuk bir nesne ya da nesneler öbeği olarak da görmez. Bizler nesneyi hiçbir zaman gerçekte nasıl ise öyle görmeyiz; nesne her zaman onu izleyen gözün ışığıyla aydınlanır, onu okşayan, sıkan veya yakalayan el tarafından biçimlendirilir. Gülünç gerçekliğin ortasına tıpkı bir yanardağın üstüne oturmuş bir kral gibi yerleşmiş olan nesne, bir anda biçimini değiştirir ve bir başka şeye dönüşür. Onu izleyen göz, bir balmumu gibi yumuşatır, dokunan el sanki bir çamurmuş gibi biçim verir. Nesne, özneleştirilir. Ya da, Achim Von Arnim'in bir kahramanının dediği gibi: "Gerçekliğin gözleriyle gördüğümü düşlemin gözleriyle gördüğümden güçlükle ayırabiliyorum." Büyük bir olasılıkla aynı gözler söz konusudur burada, ama şu farkla ki, ayrı ayrı güçlerin hizmetindedirler. Böylece gerçeklikte kapsamlı bir dönüşüm başlar. Gerçeküstücü nesne, tutkunun çocuğu olarak doğar: sıradağlar, yine devlerin akşam şölenidir; duvardaki lekeler canlanır, uçmaya başlar ve korkunç gagalarıyla bağlı güzelin bedenini parçalayan kuşlardan oluşma bir sürüye dönüşür.
Max Ernst, "Gündoğumunda Doğa", 1938
Gerçekliğin bu köklü dönüşümü bakımından düşsel görüntüler, belli arketipler sağlar. Ve bu konuda tek kaynak düşler değildir; delilikten gündüz görülen düşlere değin başka benzer konumlar da gerçekliğe bakışımızda aksaklıklara ve yeniden uyum sağlamalara yol açar. Breton ve Éluard, bu izlenceye sadık kalarak L’immaculée conception adlı kitapta akıl hastalarının düşünme biçimlerini taklit ederler; Dalí, bir süre "kritik paranoya"dan yararlanır; Aragon, Une Vague de Reves'i yazar. Aslında burada gerçekliği sarsmaya elverişli bir görüntüler akışının varlığı söz konusudur. Alışılmamış'ın ortaya çıkmasını sağlamanın bir başka yöntemi de, normal bir nesneyi hep ait olduğu yerden alıp başka bir yere koymaktır ("Bir dikiş makinesi ile bir şemsiyenin, bir otopsi masasının üstünde karşılaşmaları"). Hiçbir silah, mizahın silahı kadar güçlü değildir: bilinç, dünyanın saçmalığına bir başka saçmalıkla karşı çıkar ve mizah, nesne ile özne arasında bir "berabere kalma" konumu yaratır. Bütün bu yöntemler –ve başka pek çokları– ne geçmişte, ne de günümüzde estetik türde amaçsız alıştırmalar niteliğini taşımışlardır. Amaçları köklü bir değişime yöneliktir, başka deyişle, sallantıda bir uygarlığın bize zorla tek doğru gerçeklik diye benimsettiği bir gerçekliği yıkmaktır.
Max Ernst, L’immaculée conception, 1929
Bu işlemin yıkıcı özyapısı, yalnızca bir ilk adımdır; son hedefi ise gerçekliği tüm çıplaklığıyla sergilemek, sonunda gerçek yüzünü göstersin diye maskesini zorla koparıp almaktır. Varlık, kendini gizlemekten hoşlanır; şiirin istediği ise onu yeniden gün ışığına çıkarmaktır. Gizlenmiş olan gerçeklik herhangi bir biçimde, uygun bir anda sıradanlığın topraklarındaki mezarından çıkar ve insanlarla uyum sağlar. İşte o cennet anında bizler ilk ve son kez, bir an ve her zaman için gerçek oluruz. Onlar ve biz oluruz. Mizahın yıktığı ve düşlemin yeniden yarattığı dünya, artık kullanılabilir nesnelerden oluşma bir ufuk olarak değil, ama bir manyetik alan olarak belirginleşir. Her şey canlıdır; her şey konuşur veya ortaya birtakım göstergeler koyar; nesneler ve sözcükler belli gizemli göstergelere göre birleşirler veya ayrılırlar; duvara saldıran sarmaşık, Melusine'nin yeşil ve altın renkli saçlarıdır, ilzam ve zaman, ilk insanlar için ne idiyseler, yine o olurlar: yani ilençli veya iyicil bir erkle donatılmış canlı bir gerçekliğe, kısacası salt ölçülebilir bir genişleme olmaktan çıkıp, somut ve nitel bir şeye dönüşürler.
Gelgelelim dünya tutku için saydamlaştığında, kendini yararcı tasarımlarından arındırıp öznelliğe adadığında, özne ne olur? Köklü dönüşüm, bu noktada daha tehlikeli ve daha köktenci bir havaya bürünür. Nesne özneleştiğinde, Ben, kendisini eritir. Breton, şöyle der: "Achim von Arnim'den bu yana modern şiirin tüm tarihi, şairlerin Ben varım düşüncesine ilişkin olarak kullandıkları özgürlüklerin tarihidir." Gerçekten de böyledir: Nerval'in bir resminin kenarında bulunan, kendi elinden çıkma bir not, yıllar sonra hemen hiçbir değişime uğramaksızın Rimbaud'ya da bir özdeşleşme olarak hizmet edecektir. Şöyle yazmıştır Nerval: "Ben, başkasıyım"; ve Rimbaud : "Ben, bir başkasıdır." Burada rastlantılarıdan söz edilmemelidir: burada çok eskiye dayanan, Blake ve Alman romantiklerinden bu yana tüm şairlerin yorulmaksızın yinelemiş oldukları bir olumlamanın varlığı söz konusudur. Kafka'nın ve Rilke'nin peşini bırakmamış olan "öteki ben" düşüncesi, öteki dünya karşısında görünüşte tümüyle duyarsız olan Guillaume Apollinaire gibi bir şairin bilincinde bile yer etmiştir:
Je me disasis Guillaume il est temps que tu viennes
Un jour je m'attendais moi-meme Pour que je sache enfin celui-la que je suis...
Apollinaire'in kendi kendisini beklerken duyduğu, henüz panik düzeyinde olmayan korku, Antonin Artaud'da dehşete dönüşür: "Ben'in Ben'le sürdürdüğü safsatadan kurtulabilmek." Benjamin Peret'nin bir kitabında, Je sublime'de, zaman denen nehir Ben'i, tıpkı güneşin altındaki bir fıskiyenin suları gibi, binlerce renkli damlaya ayırır. Batı’nın şiir sanatı, iki bin yılı aşkın bir aradan sonra Budizm öğretisinin odak noktasını bulur: Ben, bir aldatmacadır, duyumlardan, düşüncelerden ve tutkulardan oluşma bir sürüdür..
Ben'in sistematik olarak yıkımı –veya daha iyi deyişle: öznenin nesneleştirilmesi– değişik teknikler aracılığıyla gerçekleştirilir. Bunların en dikkate değer ve etkin olanı, otomatik yazma'dır, başka deyişle kendini ahlakın, aklın ya da sanatsal beğeninin vesayeti altına sokmayan, yönetilmeyen düşünce eyleminin dikte etmesidir. Gevşemenin bu en yüksek derecesine erişmekten daha güç olan bir şey yoktur. Dıştan gelen baskılardan, içimizdeki otosansüre ve "eleştirel us"a varana değin her şey, bu edilgin deliliğe karşı koyar. Kendim de birkaç kez uygulamış olduğum için, "otomatik yazmak" konusunda ne düşündüğümü burada söylemek, yersiz sayılmayabilir. Bunun deneysel bir yöntem olduğunun kesinlikle söylenmesine karşın, deneysel bakımdan bir yöntem olduğuna hâlâ inanmıyorum. Böyle yazmak, bir deney olarak, en azından mutlak bakıldığında, bana göre gerçekleştirilebilecek bir iş değil. Ben bu olguya bir yöntem değil, ama bir hedef gözüyle bakıyorum: böyle yazmak mutlak bir kendiliğindenlık ya da annmışlık konumuna erişmeyi sağlayan bir yöntem değildir, ama erişilebilirse eğer, bu konumun doğrudan kendisidir. Fakat bir kez bu arınmışlığa vardıktan –konuşmak, düşlemek, düşünmek ve yapmak bir bütüne dönüştükten– sonra, artık neden yazmalı? "Otomatik yazma"nın erişmek istediği konum, her türlü yazmayı dışlar. Ne var ki burada erişilmesi olanaksız bir konum söz konusudur. Bunu salt ruhbilimsel bir araştırma niteliğini taşımaksızın, gerçekten uygulamak, insanın mutlak bir özgürlüğe veya bundan farksız bir şeye, yani yine mutlak bir bağımlılığa kavuşması koşuluna bağlıdır: başka deyişle. Ben, üst-ben ve bilinçdışı arasındaki ayrımları ortadan kaldıracak bir konum. Gelgelelim böyle bir konum, psişik doğamıza aykırıdır. Bu konumun bize, dilin ve düşünmenin işleyişi konusunda değerli bazı bilgileri, belli bir bağlam içersinde olmaksızın, parça parça verdiğini elbet yadsıyacak değilim. Breton, bunun "insanın sözüne başlangıçtaki anlığını ve yaratıcı gücünü yeniden kazandırmak için" her şeye karşın en güvenilir yöntemlerden biri olduğu görüşünde direnirken, bu bakımdan haklı olmaktadır. Bunun dışında hiçbir yazar, en iyi tümcelerinin, en arı görüntülerinin hemen her zaman çalışmasının ortalık yerinde gizemli düşünceler gibi belirenler olduğunu yadsımayacaktır. Aynı şey, günlük yaşamımızda da olur: sağlıklı insan usunun tüm sakınganlığını gülünç kılıveren tuhaf bir olay, mutlu ya da uğursuz bir "rastlantı'' her zaman vardır. Otomatik yazma eylemi, yaratıcı bir yöntem olma bakımından tartışma götürür değeri dışında, gizemcilerin tinsel alıştırmalarıyla, özellikle de Zen-Budizmin uygulamalarıyla karşılaştırılabilir: bu bağlamda söz konusu olan, "ben düşünüyorum"un yerine gizemli bir "o düşünüyor"un geçtiği çelişkili bir konuma, etkin bir edilgenlik konumuna varabilmektir. Demek ki yapmamız gereken, dünyanın bizi benimsemeye zorladığı ya da dış dünya karşısında ayakta kalabilmek için kendi kendimize yaratmış olduğumuz bu kurgu ürünü kişilikten kurtulmaktır. Ben, bizi boğar ve gerçek varlığımızı bizden saklar. Ben'i olumsuzlamak, varlığı olumsuzlamak anlamını taşımaz:
Suis je Amour ou Phebus? Lusignan ou Biron?
Kişisel özdeşlikten vazgeçmek, varlığın yitirilmesi değil, aksine yeniden kazanılması sonucunu doğurur. Şair, şimdi bütün insanlardır. Doğa, maskelerini atar ve kendini gerçek yüzüyle gösterir. Büyük şairlerin çoğunun "tüm insanlar olmak" yolunda harcadıkları çaba, Ben'in yıkılmasıyla zorunlu olarak ilintidir. Şiirsel girişim, kişiliği bastırmaktan çok, ortaya çıkarmak ve öznel ile nesnelin kesişme noktasına dönüştürmek amacına yöneliktir. Gerçeküstücülük, içte ve dışta eşzamanlı olarak varolan nesneler yaratarak Ben ile dünya arasındaki eski karşıtlığı ortadan kaldırmak ister. Eğer sesim artık yalnız benim sesim olmaktan çıkıp herkesin sesi olmuşsa, o zaman yeni bir deneye, ortak şiir deneyine girişme yürekliliği neden gösterilmesin? Şiirsel mitler, şiirin büyük imgeleri tüm dillerde ortak bir alımlamanın konusudur. Gerçeküstücüler, yalnızca şiirsel ürünlere ortak katkıda bulunmakla yetinmek istemezler; onların amacı, bu katkıda bulunmayı yeni bir yaratma biçimine dönüşmektir. Bir dizi şiir kitabı Breton, Éluard, Char ve başkalarınca birlikte kaleme alınmıştır. Böylece gerek şiir, gerekse güzel sanatlar alanlarında aynı zamanda olmak üzere, hedefleri iki ya da daha çok şiirsel anlatımın çarpışması aracılığıyla göz kamaştırıcı imgeyi yaratmak olan oyunlar ortaya çıkmıştır.
Gerçeküstücü etkinliğin ilk yılları çok verimli oldu. Bu yıllar yalnızca dönemin duyarlığını değiştirmekle kalmayıp, yeni şiir sanatıyla yeni bir resim sanatını da yarattı. Ancak istenen, yeni bir sanat değil, ama yeni bir insan yaratmaktı. Gelgelelim kendisiyle onca şiddetle çarpışılan gerçekliğin yıkıntıları arasından beklenen altm çağ doğmadı. Tam tersine, insanın konumu gittikçe daha tiksindirici bir görünüm aldı. Birinci Bildirinin başlattığı dönemi, toplumsal sıkıntıların ağırlığı altındaki bir başka dönem izledi. Breton'un, Aragon' un vc arkadaşlarının kafalarında kuşku bulutları belirdi: gerçeküstücülüğün hedefi olan insan düşüncesinin özgür kılınması, yoksa daha önce insanın toplumsal konumundan özgür kılınmasını mı gerektiriyordu? Kendi aralarındaki çeşitli tartışmalardan sonra gerçeküstücüler, Üçüncü Enternasyonal'e katılmaya karar verdiler. Böylece Gerçeküstücü Devrim, Devrimin Hizmetindeki Gerçeküstücülük'e dönüştü. Ancak siyasi devrimciler, bu denli bağımsız kavga arkadaşlarına pek yakınlık göstermediler. Sonunda Komünist Parti'nin bürokratik aygıtı, kendini bağımlı kılamayanların ya da kılmak istemeyenlerin hepsini geri çevirdi. Birkaç yıl boyunca, uzlaşma girişimleriyle ilişkilerin kopması birbirini izledi. Sonunda birleşmenin olanaksızlığı anlaşıldı. Stalinist komünizmin gittikçe güçlenen otoriter ve antidemokrat karakteri, politika-estetik öğretilerinin sıkıdüzeni ve dargörüşlülüğü ve nihayet belirtileri arasında Moskova Davaları'nın da yer aldığı baskıcı yönetimi, ilişkilerin onarılmaz biçimde kopmasına hiç kuşkusuz katkıda bulundu. Buna karşın gerçeküstücülük daha birkaç yıl Leo Troçki'nin anlattığı biçimiyle Marksizmin önemli tezlerine aykırı düşmedi. 1938 yılında Troçki'yi Meksika'da ziyaret eden André Breton, eski devrimciyle birlikte Bağımsız Bir Devrimci Sanat İçin başlıklı, ünlü bir bildiri kaleme aldı. (Bu metin, bütün dünyada André Breton ve Diego Rivera imzalarıyla yayımlandı.)
Leo Troçki'nin engin hoşgörüsüne ve yüce hedeflerine karşın, tarihsel mad-decilikle gerçeküstücülüğün tutumunu ayıran noktalar çoktu. Toplumsal savaşıma doğrudan katılmanın olanaksızlığı, gerçeküstücülük için hep incitici bir olgu olarak kaldı. Kısa bir süre önce yayımlanan bir kitapta Breton, bu konuya acı bir ifadeyle değinir: "Bugün dünyanın toplumsal bakımdan değiştirilmesinin tekelini kendileri için isteyenlerin, insanların özgürlüğü için mi savaştıklarını, yoksa insanları daha kötü bir köleliğin zincirlerine mi vurduklarını tarih gösterecektir. İstençle bağıntılı olarak, daha kapsamlı bir özgürleştirmeyi hareket olarak ilan etmiş ve örgütlendirmiş olan gerçeküstücülük, Komünizmin sistemi içersinde tutanak noktası bulamamıştır..." Yalnızca kendi araçlarıyla yetinmek zorunda kalan gerçeküstücülük, sürekli olarak insanın özgürleşmesinin mutlak olması gerektiğini savunmuştur, içinde artık gerçek anlamda efendilerin bulunmadığı bir toplumun bağrından, tıpkı geçmişin mitleri gibi, tüm insanların ortak yaratısı olan bir şiir sanatı doğacaktır. O zaman insanoğlu düşünce ile eylem, tutku ile korku, söz ile nesne arasındaki barışı yaşayacaktır. O zaman otomatik yazmak gibi bir çaba artık harcanmayacaktır; çünkü konuşmak, yaratmak anlamına gelecektir.
Gerçeküstücülük, gerçekliği tartışma konusu yapar; ama gerçeklik de insanoğlunun özgürlüğünü tartışma ko nusu yapar. Belli yerlerde ve özel anlarda birbiriyle kesişen bir dizi birbirinden bağımsız olay vardır. Peki bizim yazgı, rastlantı, ya da Hegel'in söyleyişiyle, nesnel rastlantı diye adlandırdığımızın anlamı nedir? Breton, çeşitli kitaplarda –Nadja, L'amour fou, Les vases communiquants– durumlar arasındaki bu tür karşılaşmaların tuhaflığına dikkatleri çeker. Burada söz konusu olan, salt rastlantı mıdır? Sorunu bu yolla çözmeye kalkışmak, saf bir gerçekçilik ya da acemice bir pozitivizm olurdu. Özgürlükle zorunluğun kesiştikleri yer: nesnel rastlantı, nedir? Engels, şöyle demişti: "Nedensellik ancak zorunluğun bir dışlaşma biçimi olan nesnel rastlantı kategorisiyle bağlantılı olarak kavranabilir.” Breton için nesnel rastlantı, tutkuyla ya da insanın özgürlüğüyle dış zorunluğun kesişme noktasıdır. Herhangi birinin bu "sorunların sorunu"na kesin bir yanıt bulabildiğini sanmıyorum. Ancak Breton'un yanıtı bize doyurucu gelmese bile, sorduğu soru bizi tedirgin etmeyisürdürmektedir. Bugüne değin hepimiz, açıklanamayan bir karşılaşmanın öncüleri ya da tanıkları olmuşuzdur. Rastlantı sonucu gerçeküstücülüğe çok uzak kişilerce gerçekleştirilen buluşları sayarsak, bu buluşma Pasteur için virüstür, Fleming için penisilindir, Valery için bir uyaktır. Ve aşk, günlük yaşamımızda e- gemen olan, nesnel rastlantının ateşli bir somutlaşması değil midir? Breton'la Éluard'ın Minotaure dergisinde yönelttikleri: "Yaşamınızdaki en önemli karşılaşma neydi? - Bu karşılaşma, sizde ne ölçüde bir zorunlulukmuş ya da rastlantıymış izlenimini uyandırdı?" sorularını biz de kendimize sorabiliriz. Ve pek çok kişinin, altın pençesiyle bizde açtığı izin hep kalacağı bu önemli, dönüm noktası niteliğindeki karşılaşmanın aşk ve aşık olunan kişi olduğu karşılığını vereceğinden eminim. Ve bu karşılaşmanın bir rastlantı mı, yoksa bir zorunluk mu olduğunu hiçbirimiz söyleyemeyiz. Olsa olsa, eğer rastlantı idiyse, zorunluğun boyun eğdiren gücüne sahip bulunduğunu, zorunluk idiyse, o zaman da rastlantının o tatlı belirsizliğini taşıdığını söyleyebiliriz. Nesnel rastlantı, zorunluluğun çelişkili bir biçimidir, doğrudan doğruya aşkın biçimidir. Özgürlükle yazgının çifte bağımsızlığının birleşmesidir. Aşk, bize özgürlüğün en yüce biçiminin, zorunluğu özgürce seçmenin yolunu açar.
Aşk, sevilenin kişiliğinde özgürlük ile zorunluk birleştiği için mutlak ve biriciktir. Breton, en güzel kitaplarından birinde, L'amour fou’da biriciklik niteliğini taşıyan aşkın insanı yiyip bitiren, mutlak doğasını vurgulamıştır: "Barışık doğanın kucağında, mutlak şimdiki zamandalığın sabuklaması." Gerçek aşk, özgür ve özgürleştirici aşk, her zaman mutlaktır ve her türlü sadakatsizliği engeller: "Cinsel ilişkinin zorunlu olarak iki insan arasındaki erotik gerilimin azalmasına, yineleme durumunda o iki insanı birbirinden bıktıracak bir azalmaya yol açtığı iddiası, düşünülebilecek en kötü sofizmdir (...) Böyle bir görüşe kaynaklık eden iki temel yanılgıyı ortaya çıkarmak güç değildir: bu yanılgılardan biri toplumsal, biri ahlaki niteliktedir. Ortadan kalkması için şu andaki toplumun ekonomik temellerinin yıkılmasından başka çare bulunmayan toplumsal yanılgının kaynağı şudur: seven, özgür seçebilme hakkına gerçek anlamda sahip değildir; böyle bir seçimin istisnaen ve yaklaşık olarak kendini kabul ettirdiği yerde de bu, bu yoldaki her türlü başarıya düşman bir seçim-dışı atmosferde gerçekleşir (...) Ahlaki yanılgının temelleri ise (...) çoğu insanın kendini aşka yabancı olan tüm düşüncelerden, her türlü korku ve kuşkudan kurtarmaya ilişkin yeteneksizliğinde yatar (...) Gerek sanatçının, gerekse bilim adamının deneyimi, burada çok yararlıdır: her ikisi de kurulan ve süreklilik niteliğini kazanan her şeyin, daha önce bu mutlak anlamda kendini adayışı gerektirdiğini gösterirler. Aşk, örneğin şiirin tanımadığı o sonradan ağızda kalan acı tadı yitirmek zorundadır. Ancak Hıristiyanlığın o aşağılayıcı günah düşüncesinin köküne her yerde kibrit suyu ekilmedikçe, böyle bir girişimin hedefine varabilmesi olanaksızdır." Başka deyişle insan, masumiyetine yeniden kavuşmak zorundadır. Breton'un bir başka büyük çağdaşının, İngiliz D. H. Lawrence'ın benzer sözcükler kullanmasında şaşırtıcı bir yan yoktur. Zamanımızın –ve tüm zamanların– en gerçek teması, aşk aracılığıyla masumiyetin yeniden elde edilmesidir.
Aşktan "şiire yabancı olan o acı tadı almak"! Buna göre Breton için şiir nedir? Kendisi, bunu bize bir şiirde açıklar:
Şiir de aşk gibi, yatakta yapılır
Buruşuk çarşafları, her şeyin sabah ufkudur
Şiir, ormanlara yazılır.
Şiirin sarılışı da bedenlerin sarılışı gibidir
İkisi de sürdükçe
Korurlar dünyanın uçurumuna düşmekten
Şiir ve aşk, benzer eylemlerdir. Gerek şiirsel deneyim, gerekse aşkın deneyimi bize gerilimli bir anın kapılarını açar. O kapının ardında zaman artık düzenli bir akış değildir; dün, bugün ve yarın her türlü anlamını yitirir: tek var olan, bir "her zaman"dır, bu aynı zamanda bir "şimdi" ve bir "burada" anlamını taşır. Tinsel cezaevinin duvarları yıkılmıştır; uzam ve zaman birbirine dolanır, bir örgü oluşturur ve ayaklarımızın altına bir halı, bizi binlerce bitkinin eliyle örten, su damlacıklarından binlerce gözüyle bizi nasıl isek, öyle gören bir bitki örtüsü yayar. Aşk gibi, şiir de bir eylemdir; bu eylem içersinde bizi pa-ramparça eden ve insan doğasını onca güç kılan, birbiriyle çelişen iki uç nokta, yani doğmak ve ölmek birleşir ve bir bütün olur.
Gizemcilerimiz, sevmenin ölmek olduğunu söylemişlerdi; ama sevmek bu nedenden ötürü ve aynı zamanda doğmak anlamını da taşır. Aşk deneyiminin hiçbir zaman tükenmeyen özyapısı, şiirinkinden farklı değildir. Rene Char, şöyle yazar: "Şiir, tutkunun gerçekleştirilmiş olan aşkıdır, tutku ise varlığını sürdürür."
İnsan, erotik karşılaşmaya bütünüyle katılır, onun göz kamaştıran ışıklarıyla yıkanır. Ve gerilim bitip dalgalar bizi günlük yaşamın kıyılarına sürüklediğin de, bu ışık hala parlamaya devam eder ve doğamızın perdesini biraz olsun kaldırır. işte o zaman kendi kendimizi tanırız ve gerçekte ne olduğumuzu anımsarız. "Önceki yaşam" geri döner: bu önceki yaşam, erkeğin bu dünyadaki yuvası olan bir kadındır, çıplak göğüslü tanrıçadır; denizin suyu ve güneş birbirine karışırken, gülümseyerek Akdeniz kıyılarında duran tanrıça; mısır yapraklarından ve ateşten örülü eteğiyle Xochiquetzal, sislere sarılı etekleriyle fırtınanın ortasında kıvılcımlar saçan bir görüntü; tutkunun simgesi olan nergisleri topladığı yeraltı dünyasından çıkan Persephone. Paul Éluard, aşkla şiirin özdeşliğini bulmuştur:
Bir beden vermektesin dünyaya, hep aynısını
kendininkini
Sen, benzerliksin
Kadın, benzerliktir. Ve bence, karşılıktır. Her şey bir uyak içersine girer, her şey birbirine seslenir ve yanıt verir. Eskilerin inandıkları, şairlerle ezoteriklerin de eskiden beri ileri sürdükleri gibi, dünya, belli bir gizli ritme göre birleşen ve sonra yeniden ayrılan karşıtlıklardan oluşmadır. Şiirsel düzeydeki bilme –bağrında karşıtlıkların birbiriyle uyum içersine girdiği imgeler yaratma yeteneği, düşlem– kozmik benzeşimi sezmemizi sağlar. Baudelaire şöyle demişti: "Düşlem, yeteneklerimizin en bilimsel olanıdır; çünkü evrensel benzeşimi, mistik bir dinin uygunluk diye adlandıracağı şeyi yalnızca o kavrayabilir (...) Doğa bir sözcüktür, bir alegoridir, bir modeldir (...)" İmgelerin ve mitlerin birbirini tanımamış olan bireyler ve halklarca yüzyıllar boyu bir saplantı gibi yinelenmesi, us açısından ancak dünyanın ve şiirsel sözün arketipik özyapısı benimsendiği takdirde açıklanabilir. İnsanın evrene ve kendi kendisine açılan kapının ana anahtarını yitirmiş olduğu kesindir; insanoğlu iç dünyası parçalanmış, doğadan kopmuş, zamanın ve çalışmanın işkencesine boyun eğmiş, kendi kendisinin ve başkalarının kölesi olarak, çıkışı yok gibi gözüken bir labirendin içinde dolanıp duran, tahtından edilmiş bir kral gibi, hiç durmaksızın kendi çevresinde dolanmaktadır. Bazen, zamanın akışından zorla koparılmış bir an için, karabasan geri çekilir. Şiir ve aşk, insanoğlunun o yüce yerin, ikinci Bildiri’de : "Yaşamın ve ölümün, gerçek olan ile düşsel olanın, geçmişin ve geleceğin, anlatılabilenin ve anlatılamayanın, yücenin ve yüce olmayanın artık karşıtlıklar diye algılanmadığı" o yüce yerin varlığını keşfetmesini sağlar.
Eleştirmenlerle tarihçilerin çok sevdikleri dökümlerden birini yapmak için vakit henüz erkendir. Bugün artık kimse gerçeküstücülüğün çağımızın duyarlığının biçimlenmesine geniş ölçüde katkıda bulunduğunu yadsımaya karışmamaktadır. Ayrıca gerçeküstücülük, bu duyarlığın küçümsenmeyecek bir bö lümünü de ilk kez yaratmıştır. Ama gerçeküstücü girişim, zamanımızın en gizli eğilimlerini dile getirmekle ve gelecekteki eğilimleri de şimdiden vurgulamakla yetinmemiştir; bu akım, kendini tarihin akışı içersinde somutlaştırmayı, dünyayı düşlemin ve şiirin silahlarıyla değiştirmeyi istemişti. Batının en büyük şairleri de bundan farklı bir şeyi denemiş değillerdir. Ortaçağın dinsel dünyasının yıkıntıları karşısında aynı zamanda da usçu uygarlığın yaratmış olduğu endüstriyel ve yararcı çölün karşısında modern şiir, kendi kendisini her kiliseden ve her türlü fideizmden uzak bir kutsallık olarak kavramaktadır. Novalis, şöyle demişti: "Şiir, insanın doğal dinidir." Blake, her zaman kitaplarının yeni Kudüs' ün "kutsal yazıları" olduğunu vurgulardı. Gerçeküstücülük bu geleneğe bağlı kalarak üçlü bir ekseni, özgürlük, sevgi ve şiir eksenini temel alan, dindışı yeni bir kutsal alan aramaktadır. Gerçekcüstücü deneme, bir duvarla karşılaşması yüzünden başarısızlığa uğramıştır. Şiiri toplumun odak noktası kılmak, insanın gerçek besinine, kendini tanıma ve değiştirme aracına dönüştürmek, aynı zamanda toplumun mutlak anlamda özgür kılınmasını da gerektirir. Şiir, ancak özgür bir toplumda herkesin ortak varlığı, oluşmasına herkesin katkıda bulunduğu kolektif bir yaratı olabilir. Gerçeküstücülüğün uğradığı başarısızlık, bize sonuçları belki de ağır olan bir başka başarısızlığı, devrimci girişimin başarısızlığını anımsatmaktadır. Eski dinlerin ve Uranlıkların son bulduğu noktada ilkel kültler ve acımasız tanrılaştırmalar yeniden dirilmektedir. Bundan sonraki otuz ya da kırk yılın neler getireceğini kimse bilemez. Her şeyin yıkıntılara ve kül yığınlarına dönüşüp dönüşmeyeceğini, kavrulmuş topraktaki tohumun yeşerip yeşermeyeceğini, ya da dünyayı savaşın sonundan bu yana felce uğratan soğuk cehennemin sürüp sürmeyeceğini bilmiyoruz. Bunun gibi, gerçeküstücülüğün geleceğinin ne olacağını söyleyebilmek de olanaksız. Yalnız bildiğim bir şey var: Nasıl Hıristiyanlığın ilk yüzyıllarındaki Gnostik tarikatlar, İsa'nın tanrılığını yadsıyan Katar'lar, Rönesans ve romantizm dönemlerindeki illüminist gruplar, gizli bilimlerin geleneği antik çağdan bu yana en büyük düşünürleri hep ilgilendirdiyse, gerçeküstücülük de –en iyi ve en değerli yanlarıyla– hep bir çağrı ve bir işaret olarak kalacak: iç serüvene, kendi kendimizi tanımaya yönelik bir çağrı; ve bir uzlaşma işareti, büyük mitlerin ve büyük şairlerin bize yüzyılların akışı boyunca verdikleri türden bir işaret. Bu işaret, çakan bir şimşektir: onun bir anlık ışığında kendi doğamızın gizeminin bir parçasını olsun izleyeceğiz.
Gergedan dergisi Gerçeküstücülük Özel Sayısı, Ağustos 1987, s. 123-127.
[1] “Çağımızın Büyük Konuları”, 1954 yılında Universidad Nacional de Mexico tarafından düzenlenen konferanslar dizisi.