Gustave Caillebotte, "Yağmurlu Bir Günde Paris Sokağı”, 1877
Geçenlerde internetin geleceği üzerine yazılmış eski makaleleri karıştırırken, 1998 tarihli kısa bir yazıya rastladım. “Siberflanör”ün doğuşunu muştulayan yazı, bu gizemli internet figürünü bekleyen hoş sürprizlerle, oyunlarla dolu parlak bir dijital gelecek imgesi çiziyordu. Flanör için kent ve sokaklar neyse, siberflanör için de internet ve “bilgi otobanı” o olacaktı yazara göre…
Sonra bu siberflanöre ne olduğunu araştırmaya başladım. 1990’larda pek çok kişi gerçekten de internetin flanörlüğü besleyeceğine inanıyordu ama, internetin bugünkü hazin durumuna bakınca, ne kadar yanılmış oldukları anlaşılıyor. Bugün “siberflanör” diye nitelenebilecek çok az insan var ve sosyal medya denen olgunun kendisi siberflanörlükle çatışıyor. Peki ters giden neydi? Ve durum bizi kaygılandırmalı mı?
Bu sorulara cevap vermek için, işe flanörlüğün tarihine bakmakla başlamalı. Charles Baudelaire ve Walter Benjamin, flanörü modernliğin sembolü olarak görüyorlardı ve onlar sayesinde bugün bu kavram 19. yüzyıl Paris’iyle özdeşleşmiş durumda. Flanör, Paris’in sokaklarında, özellikle de hayat dolu, hareketli pasajlarında, Balzac’ın “göz gastronomisi” dediği beceriyi geliştirmek için başı boş dolaşan bir adamdı.
Kimliğini özellikle saklamak gibi bir derdi olmasa da, flanör tanınmadan gezmeyi tercih ederdi. Zygmund Bauman’ın dediği gibi, “flanörün ustası olduğu sanat, baktığını fark ettirmeden görmekti”. Flanör asosyal değildi, yaşamak için kalabalıklara ihtiyacı vardı; ama kalabalıklara kaynamaz, yalnızlığının üzerine titrerdi. Ve dünya kadar zamanı vardı: Kaplumbağalarını yürüyüşe çıkaran flanörler olduğu söylenirdi.
Flanör pasajlardaki dükkânlar arasında gezerdi ama tüketimin cazibesine kapılmazdı; pasajlar onun için, duyularına bayram ettiren bir şenliğe giden yoldu. Amacı gözlemlemekti, kalabalık içinde erimek, kalabalığın seslerini, karmaşasını, çeşitliliğini, kozmopolitliğini sindirmekti. Ara ara, günlük gazetelere yazdığı yazılarda, gördüklerini anlattığı da olurdu.
İşte siberflanörlüğün internetin ilk zamanlarında bu kadar cazip bir kavram olmasının sebebi de buydu. Henüz devletler ve şirketler tarafından sömürgeleştirilmemiş, el değmemiş bir toprak olan siberuzayda keşfe çıkma düşüncesi romantik bir fikirdi. Bu romantizm, ilk internet tarayıcılarına verilen adlarda bile belli ediyordu kendini: “Internet Explorer” (Internet Kâşifi), “Netscape Navigator” (Netscape Seyrüsefercisi).
Fakat internetle ilgili bu romantik hayallere kapılanlar, gerçek flanörün tarihten silinmesinin arkasındaki sebepleri muhtemelen bilmiyorlardı.
19. yüzyılın ikinci yarısında Paris hızlı ve derin bir dönüşüm geçirmeye başladı. III. Napoléon döneminde Baron Hausmann’ın hayata geçirdiği şehir planlama reformlarının bu dönüşümde büyük payı vardı: Dar sokakların yıkılması, idarî sebeplerle binaların numaralandırılması, kısmen hijyen gerekçesiyle, ama kısmen de devrimcilerin barikatlarını engellemek için geniş ve açık bulvarların oluşturulması, sokakların gaz lambalarıyla aydınlatılması ve ev dışında vakit geçirmenin cazip hale gelmesi, şehri temelinden değiştirmişti.
Teknolojinin ve toplumsal değişimin etkileri de yabana atılamazdı. Sokak trafiğinin artması kentte düşüncelere dalarak gezinmeyi tehlikeli hale getirmişti. Pasajların yerini, daha büyük, daha işlevsel bonmarşeler aldı. Kentin akılcı planlama yoluyla geçirdiği bu değişim, flanörleri yeraltına ve kendi iç dünyalarına itti – Marcel Proust’un kendi odasındaki gönüllü sürgünlüğü, bu “içsel flanörlüğün” doruğu olacaktı.
İşte internette de benzer bir olay yaşandı. O ilk oyuncu niteliğini yitiren internet, artık gelişigüzel gezinmenin yeri değil, işini halletmenin yeri. Artık kimse internette “sörf” yapmıyor. On yıl öncesine kadar, attığımız her “tweet”in veya “durumumuz”un ânında kayıt düşülüp güncellendiği ve muhataplarından karşılık aldığı “gerçek zamanlı ağ” gibi bir mefhum düşünülemezdi.
Bugün internetin Baron Hausmann’ı da, Facebook. Vaktiyle siberflanörlüğü mümkün kılan ne varsa – yalnızlık, bireysellik, isimsizlik, görünmezlik, gizem, merak, risk… bunların hepsi Facebook şirketinin saldırısı altında. Ve bu öyle yabana atılır bir şirket de değil: Tüm dünyada 845 milyon kullanıcısıyla, internetin seyrini belirleyen bir şirket.
Facebook, flanörlüğü mümkün kılan her şeyin yok edilmesi gerektiğine inanıyor. Facebook, film seyretmenin, müzik dinlemenin, kitap okumanın, hatta gelişigüzel gezinmenin bile, sadece ulu orta değil, aynı zamanda toplu halde yapıldığı bir internet inşa etmek istiyor. Spotify veya Netflix gibi, internet üzerinden sinema ve müzik eserlerinin sunulduğu şirketlerle kurduğu ortaklıklar sayesinde, kullanıcıların “sosyallik” zorbalığını güle oynaya kabullenmelerini sağlayan etkili (ama gizli) teşvikler yaratıyor – öyle ki bir noktadan sonra insanlar için tek başlarına film seyretmek veya müzik dinlemek bile imkânsız hale gelecek.
İyi de, sanatı yalnız başına tecrübe etmenin, başka insanlarla birlikte tecrübe etmekten farklı olduğu açık değil mi? Hem, bu yalnızlık korkusu neden?
Facebook’un “ânında paylaşım” (frictionless sharing) uygulamasının altında da, kolektif deneyimin bireysel deneyimden üstün olduğu yolundaki bu anlayış yatıyor. Facebook bu amaçla, kullanıcılarını yaptıkları her şeyi paylaşmaya teşvik ediyor: okuduğunuz yazılar, dinlediğiniz müzikler, izlediğiniz videolar, her şey, otomatik olarak umuma açılıyor. Tabii bu uygulama sayesinde Facebook’un, kullanıcılarını reklam şirketlerine pazarlaması, reklam şirketlerinin de ürünlerini kullanıcılara pazarlaması çok daha kolay hale geliyor.
Benjamin’e göre, Paris sokaklarında boynuna asılı ilan levhası taşıyan adamın hazin görüntüsü, flanörün son suretini temsil ediyordu. Bugün bir bakıma hepimiz ilan levhası taşıyan o adamız – Facebook’un siber sokaklarında, internet kimliklerimize iliştirilmiş gizli reklamlarla dolanıyoruz. Tek fark, enformasyonun dijital niteliği sayesinde, habersizce reklamını yaptığımız şarkıları, filmleri, kitapları güle oynaya tüketmemiz.
Evgeny Morozov, The Net Delusion: The Dark Side of Internet Freedom kitabının yazarı. Metin, The New York Times’dan özetlenerek çevrildi.
http://www.nytimes.com/2012/02/05/opinion/sunday/the-death-of-the-cyberflaneur.html?pagewanted=all