Sosyal Medya ve Maço Kültürü Kıskacında Çatışma Alanı Fotoğrafları

2015 senesinde Yunan sahillerine ulaşan çaresiz göçmenlerle dolu şişme botların neredeyse hepsi çok etkili birer fotoğraf oluşturuyordu: can yeleklerinin parlak renkleri, panik içindeki yüzler, aralarındaki bebek ve çocuklar… Filipinler’de, Devlet Başkanı Rodrigo Duterte’nin 2016’da başlattığı uyuşturucu savaşı da böyleydi. Fotoğrafçılar her gece şipşak görüntü alabiliyor, polis güçleri eliyle yürütülen bir uyuşturucu savaşının (veya polisin göz yumduğu suikast timlerinin) son kurbanlarını fotoğraflıyorlardı: kolluk güçlerinin yerleştirdiği bir tabancanın yanında genç insanların cesetleri, etraflarında yaslı aileler…

2014’te İnsan Hakları Gözlem Örgütü adına Orta Afrika’daki katliamı belgeliyordum; fotoğrafçılar başkent Bangui’nin kana bulanmış sokaklarına çıkıyor, kahvaltılarını etmeden önce birkaç linç olayını görüntülüyorlardı. Katillerin objektiflerimizden kaçınmak gibi bir derdi yoktu – hatta, gaddarlıklarından iğrenip uzaklaşmaya kalktığımızda, “Daha işimiz bitmedi,” diyerek kanlı eylemlerini izlemeye devam etmemizi istiyorlardı. Daha fazla fotoğraf çekmek istemeyişimize şaşırır gibiydiler.

Fakat Avrupa göçmen krizine, Filipinler’deki uyuşturucu savaşına ve Orta Afrika’daki iç savaşa ait çarpıcı fotoğraflarda görüntülenmeyen bir şey vardır: Objektifin diğer tarafında duran, ve olay mahallindeki yegâne fotoğrafçının kendileri olduğu yanılsaması yaratmak için başka hiçbir fotoğrafçının veya fotoğraf makinesinin kadrajlarına girmediğinden emin olmaya çalışarak görüntü alan fotoğrafçı kalabalığı.

Eğer bu olayların herhangi birinde bizzat fotoğrafçılara yöneltilmiş bir objektif olsaydı, Filipinler’de olay yeri inceleme şeridinin arkasında, veya göçmen krizi sırasında Yunan sahillerinde, çatışma alanlarında fotoğrafçılığın yeni kurallarına harfiyen uyan yan yana dizilmiş bir grup fotoğrafçı görürdünüz (bir numaralı kural: “asla başka bir fotoğrafçının kadrajına girme”).

 

Bir olay yerinde yan yana dizilmiş fotoğrafçılar. Yazara Facebook üzerinden gönderilmiş fotoğraf.

 

Bugün artık iş güvencesine sahip bir savaş fotoğrafçısı bulmak neredeyse imkânsız. Uzun zamana yayılan haber dosyalarına hâlâ kaynak ayıran National Geographic veya New York Times gibi istisnalar dışında, verilen işlerin süresi haftalar veya aylarla değil günlerle ölçülüyor. Çatışma alanlarında çalışan fotoğrafçıların bu kısa süreli işlerde derinlemesine araştırma yapacak vakti olmuyor; sadece işi tamamlamaları için gereken birkaç görüntünün peşine düşüyorlar.

İki sene önce [2017] hepsi Bangladeş’e gitti ve sınırdan yeni geçen göçmenleri, mülteci kamplarının sefaletini, tecavüz ve katliamlardan sağ kurtulanları fotoğrafladılar. Editörlerin ne istediğini biliyorlardı, çoğunun fotoğrafı da neredeyse birbirinin aynısıydı – Tula Toli köyündeki tecavüz ve katliamlardan sağ kurtulan kadınların portrelerine varıncaya kadar.

Fotoğrafın etkisinden bahsederken, görüntülerin yalnızca biz bakanlar üzerinde yarattığı etkiyi düşünmemek lazım. Bir an durup, bu sürü zihniyetinin fotoğrafı çekilen insanlar üzerinde nasıl bir etki yarattığı konusunda da kafa yormak gerekiyor. Tecavüz veya katliamdan sağ çıkmış birini düşünün, karşısında onlarca fotoğrafçı, saatlerce onun fotoğrafını çekiyor… veya çocuklarının, gözü önünde nasıl öldürüldüğü ya da nasıl tecavüze uğradığı konusunda kendisine sorular soruluyor. Bunun nasıl bir etki yarattığını düşünebiliyor musunuz?

 

Bangkok’ta altı ay süren şiddetli çatışmaların ardından, aşırı milliyetçi grupları el altından destekleyen Tayland ordusu 21 Mayıs 2014’te seçilmiş hükümeti devirdi. Medya mensupları ve darbe karşıtı bir protestocu, 26 Mayıs 2014. ©Nick Nostitz

 

Yunanistan’a varan Müslüman göçmenler, fotoğraf makinelerinden oluşan bir duvarla karşılaştıklarında ne hissettiler? Botlardaki erkekler ailelerinden kadınların fotoğraflarının çekilmesine itiraz ettiklerinde bazı fotoğrafçılar onları aşağılamış, artık Avrupa’da olduklarını ve kadın akrabalarının fotoğraflanmasına alışmaları gerektiğini söylemişlerdi.

Çatışma alanı fotoğrafçılığında yerleşmiş maço kültürünün de bu kötü gidişatta payı var: Fotoğrafçının itibarının, görüntülenen çatışma sayısıyla ölçüldüğü bir kültür bu. Birçok fotoğrafçı, önemli bir hikâyeyi kaçırma korkusuyla bir çatışmadan diğerine koşuyor, yüzeysel görüntülerle portföyünü şişiriyor. Böyle bir fotoğrafçı, 2011’de Libya’yı, 2012’de Suriye’yi, 2014’te Orta Afrika’yı, 2015’te göçmen krizini, 2016’da Filipinler uyuşturucu savaşını veya 2017’de Arakan krizini “kaçırmak” istemezdi. Dünyanın başka yerlerinde belgelenecek sayısız hikâye cereyan ederken, çatışma fotoğrafçıları sürü halinde gündemdeki bu bölgelere akın etti. Orada işleri bitince de, arkalarında ciddi bir habercilik boşluğu bırakarak yeni maceralara atıldılar (Suriye’de ve Orta Afrika’da savaş hâlâ devam ediyor, Akdeniz’de göçmen krizi sona ermedi, Filipinler’deki uyuşturucu savaşı da, Arakan’daki Rohingya krizi de sürüyor.)

 

Surman, Libya, 20 Haziran 2011. Sabah dört civarında NATO, Halit el-Hamidi’ye ait olan ve ordu tarafından komuta kontrol merkezi olarak kullanıldığı iddia edilen beş villayı bombaladı. Hamidi’nin, aralarında üç çocuğun bulunduğu ailesi saldırıda hayatını kaybetti, kendisi ise sağ kurtuldu. Fotoğraflar olayın ertesi günü rejim tarafından organize edilen bir tur sırasında çekildi. ©Bruno Stevens

 

Gittikleri ülkede ne savaşan taraflar ne de çatışmanın temel gerçekleri hakkında bilgisi olan, ülkenin devlet başkanının ismini bile bilmeyen fotoğrafçılarla karşılaşmak rahatsız edici. İyi bir çatışma fotoğrafçısının aynı zamanda bir tarihçi, bir antropolog, bir sosyolog ve bir araştırmacı olması gerekir. Her şeyden önce, çatışmanın gerisindeki politikaları, insanları ve çatışmanın neden yaşandığını anlamanız gerekir – bunu da yola çıkmadan ve objektifinizi  doğrultmadan önce yapmanız gerekir.

Bir çatışma bölgesini belgelemek üzere uçağa atlayıp “orada hazır bulunabileceğiniz” düşüncesi, sosyal medya kültürüne, Instagram çağına işlemiş bir düşünce. Bunu sahada görebiliyorsunuz. Yunanistan’da göçmenlerin botları sahile varır varmaz fotoğrafçılar ikiye ayrılır: bir tarafta iyi bir görüntü yakalayabilmişler mi diye makinelerine bakanlar, diğer tarafta makinelerini bırakıp az önce fotoğrafını çektikleri insanlarla konuşmaya gidenler. Burada tek suçlu fotoğrafçılar değil: Pek çoğu o kadar dar teslim süreleriyle çalışıyor ki, bir görüntüyü yollamakta birkaç dakika gecikmeleri cezayla sonuçlanabilir, bu da fotoğrafladıkları insanlarla ilişki kurma kabiliyetlerini sınırlıyor.

Pek çok fotoğrafçı kendine şu soruyu sormuyor: Burada bu olayı fotoğraflamamın sebebi ne? Portföyüme yeni bir seri daha ekleyip kariyerimi ilerletmek mi, yoksa bu insanların başına gelenleri gerçekten umursamam, yaşananları anlamak istemem, kamuya bilgilendirici ve anlamlı görüntüler sunmak istemem mi?

Gerçekten etki yaratan özgün çalışmalar, çatışma alanlarında sayıları giderek artan kadın fotoğrafçılardan çıkıyor; çalışmalarına kattıkları eşsiz perspektif ve yaklaşımlar bu alana soluk aldırıyor. Anastasia Taylor-Lind, Nicole Tung, Anja Niedringhaus, Lynsey Addario gibi, savaş mağduru insanları daha yakından tanıyıp kişisel hikâyelerini anlatmak için gereken zamanı ve emeği sarf eden fotoğrafçılar, çatışma alanı fotoğrafçılığına eşsiz bir perspektif kazandırdılar. Savaşın kadın perspektifiyle görüntülenmesi yeni değil elbette; 1970’lerden beri, kendi kişisel bakışıyla, binbir zahmetle ortaya koyduğu benzersiz çalışmalarıyla Susan Meiselas bu örneklerden yalnızca biri.

Çatışma alanlarında fotoğrafçılığa çok uzun süredir toksik bir maço kültürü egemen; travmatik olayları belgelemenin ruh sağlığı üzerinde yarattığı etkileri yok sayan bir kültür. Travma sonrası stres bozukluğu, alkolizm, ruh sağlığı sorunları, ilişki sorunları ve intihar vakalarıyla dolu bir iş sahasında şu en temel gerçeği, başkalarının acısını belgelemenin acı verici olduğunu daha fazla görmezden gelemeyiz. Bu iş insanda derin duygusal yaralar açabiliyor. Patrick Baz ve Finbarr O’Reilly gibi ünlü fotoğrafçılar yaşadıkları ruh sağlığı sorunlarını açık yüreklilikle anlatarak bu alanda çok ihtiyaç duyulan bir diyaloğu başlattılar. Gerçekten etkili çalışmalar yapmak istiyorsak, hem kendimize hem birbirimize mukayyet olmamız, tanıklığın üzerimizde yarattığı etkiyi teslim etmemiz gerekiyor.

 

Peter Bouckaert’in The Crisis of the Cliché başlıklı yazısından seçilmiş bölümlerin çevirisidir.

belge, fotoğraf