skopdergi 21 / Sunuş / Tear it Down and Turn it Upside Down!

7/11/2022 / skopbülten / Cihan Küçük

Müzeler, tarihî nesneleri barındıran, koruyan ve sergileyen fiziksel mekânlardan fazlasıdır.[1] Linda Nochlin, müzeleri “Aydınlanma’nın iyimser günlerinde tasarlanmış ve Fransız Devrimi’nin dalgaları tarafından kıyıya taşınmış” kurumlar olarak tanımlar.[2] Nochlin gibi, Laura Raicovich de Aydınlanma Çağı’nın neticelerinden biri olan müzeleri temelinde evrensel insanın aydınlanma fikrinin yattığını savunur.[3] Günümüze kadar çağın gereksinimlerine göre güncellenerek gelen “evrensel müze” fikri kuşkusuz “evrensel insan” için oluşturulmuştur. Fakat bu “evrensel” anlatının sömürgecilikle bağı günümüzde hâlâ devam etmektedir.

Müzeler, bir kültürün başka kültrlere yönelik ilgisinin maddi tezahürünün sonuçlarıdır. Aydınlanma kurumları olarak temel amaçları, farklı kültürlerinin bilgilerini biraraya getirerek, kültürel hoşgörü ve anlayışı teşvik ederek kültürler arasında köprü kurmaktır. Buna karşın müzelerin koleksiyon oluşturma yöntemleri tüm bu anlayış ve hoşgörü misyonlarının tam tersi şekilde gerçekleşmiştir. Kolonyalizm, farklı kültürler arasında birer köprü inşa etme iddiasıyla kurulan müzeleri yüzyıllar boyunca kendi eylemlerini meşrulaştırma aracı olarak kullanmıştır. Zamanla “ulusal” müzeler “evrensel” insana hizmet etmekten çok, birer güç gösterisi aygıtına dönmüştür. Günümüzde müzelerin tartışmalı bir konumda olmasının nedeni, tarihlerinden gelen bu miras ve yüktür. Dan Hicks, günümüzde “ulusal” veya “evrensel” olarak adlandırdığımız bu müzeleri “Brutish Museums” (vahşi müzeler) olarak tanımlar:

 

Pitt Rivers Müzesi ulusal bir müze değil, vahşi bir müzedir. Diğer antropoloji müzeleriyle birlikte, Afrika'daki sözde 'küçük savaşlar'ın ganimetinin sergilenmesi yoluyla militarist bir beyaz üstünlüğü vizyonu yaratmanın aracı haline getirilmeye rıza göstermiştir.[4]

 

Müzelerin bir diğer amacı da kimliği ve hafızayı şekillendirmektir. Kolonyal ve emperyalist bakış açısıyla şekillendirilmiş bu kimlik yaratma çabasının en basit örneği, eserin kökeni hakkında bilgi veren –veya vermekten kaçınan– uzun duvar metinleri ve etiketlerdir. Özellikle son yıllarda kolonyal geçmişle yüzleşme adı altında bu metin ve etiketlerin güncellenmesi nafile çabalardır. Çünkü günümüz müze ziyaretçisinin birincil amacı müzeyi ve objeyi deneyimlemektir. Kültür endüstrisinin diğer bileşenleriyle ziyaretçi kapma mücadelesine giren müzeler, bu rekabet ortamında tutunabilmek için yapısal ve tarihsel sorunlarına kökten çözüm bulmaktan çok, günümüz teknolojisi ve görsel estetik unsurlarını kullanarak çağa ayak uydurmaya çalışmaktadırlar. Örneğin yeni kurulan birçok müze, mimarlığın çekiciliğini, yeniliğini ve hatta nostaljisini kullanarak halkın dikkatini çekmek için yıldız mimarlar tarafından inşa edilmektedir. Ziyaretçileri sergilere daha da yakınlaştırmak için müze deneyiminin tamamı, ses enstalasyonları ve dokunmatik ekranlar gibi birçok teknolojik imkânı kullanan interaktif mekânlara dönüşmektedir. Tüm bu örneklerin biraraya geldiği en güncel örnek, 20 Temmuz 2021 tarihinde Berlin’de açılan Humboldt Forum’dur. Yüzyıllar boyunca Alman İmparatorluğu’na ev sahipliği yapan Berlin Sarayı’nın bir kopyası olarak ünlü mimar Franco Stella tarafından tasarlanan yapı, müzelerin dekolonizasyonu probleminin merkezine oturmuştur.

 “HMKW; Hochschule für Medien, Kommunikation und Wirtschaft/Berlin” başlıklı görsel antropoloji yüksek lisans programı için hazırladığım teze dayanarak derlediğim “Müzelerin Dekolonizasyonu” sayısı, Humboldt Forum’u merkeze alan protestoların etrafında, müzelerin en temel sorunu olan kolonyal geçmişlerine odaklanıyor. Bu araştırma, Coalition of Cultural Workers Against the Humboldt Forum (CCWAH – Humboldt Forum’a Karşı Kültür Emekçileri Koalisyonu) adlı protesto grubunun söylem ve eylemlerinin derinlemesine bir analizidir. Üç adet filmle desteklenen araştırmanın temelini; bir protesto grubunun (CCWAH) toplu olarak anlatısını nasıl oluşturduğu ve müzecilik alanındaki bir tartışmaya nasıl meydan okuduğu oluşturuyor.

 

“Skating on the Ruins of History”, Vogelfreiheit kaykay parkı / Tempelhof

 

Birinci film “Tear It Down”, sürekli genişleyen bir ittifak modeli şeklinde yapılanan CCWAH’nın bir yıl içinde gerçekleştirdiği dört protestonun görsel kayıtlarından ve alan notlarından derlenmiştir. İkinci film, “Skating on the Ruins of History”, Berlin’in iç içe geçmiş toplumsal, politik ve ekonomik katmanlarının bir örneği olarak günümüzde park olarak hizmet veren eski havalimanı Tempelhof’ta yer alan bir kaykay parkını anlatıyor. Adam Sello ve Robert Merk tarafından projelendirilen “Vogelfreiheit” (Kuş Özgürlüğü) kaykay parkı, Humboldt Forum’un inşa edildiği alanda bulunan ve Doğu Almanya Parlamentosu’na da ev sahipliği yapan Palast der Republik’ten alınan granit bloklarla inşa edilmiştir. Her gün onlarca kaykaycı, bundan habersiz olarak bu kaykay parkını ziyaret etmektedir. Film, yok edilen tarihî bir yapının yıkıntılarının farklı bir yerde, farklı koşullarda ve farklı bir amaçla nasıl hâlâ hayatta olduğunu göstermeyi amaçlıyor. Üçüncü film, “Museal – The Story of Dying Museums”, adını Theodor W. Adorno’nun müze tanımından alıyor:

 

“Müzelik” [museal] ifadesinin Almanca’da nahoş bir tınısı vardır. İzleyicinin artık canlı muamelesi etmediği, ölmekte olan nesneleri tanımlar. Halihazırdaki bir ihtiyaçtan değil de, daha çok tarihe gösterilen itibardan ötürü muhafaza ediliyordur bu nesneler. Müze ile mozole arasında, salt fonetik olmanın ötesine geçen bir bağ vardır. Müzeler sanat eserlerinin özel aile mezarlıkları gibidir.[5]

Berlin Sarayı’nın Humboldt Forum olarak reenkarne olan kopyası, museal’e dönüşen müzelerin en iyi örneklerinden biridir. Bu film, çeşitli zamanlarda Humboldt Forum’a gerçekleştirdiğim ziyaretler sırasında çekilen fotoğraflar ile araştırma sırasında bir antropolog olarak değil bir müze emekçisi olarak cevap aradığım soruların kolajıdır.

Dan Hicks, Brutish Museums adlı kitabında, çalıştığı kurum olan Pitt-Rivers Müzesi’nin ötekileştirme üretme aracına dönüşmesini anlatır. Evrenselleştirme iddiasıyla ortaya çıkan müzeler, birer ötekileştirme kurumuna dönüşmüştür. Müzelerin dekolonizasyon çabaları çok uzun bir süredir gündemde olmasına karşın, Humboldt Forum’un açılışı, etnografya müzelerinin “antropolojik farklılık” varsayımına ve “öteki”nin temsiline dayalı koleksiyonlarını eleştirel yaklaşımla yeniden değerlendirme çabalarını daha da ateşlemiştir. Günümüz etnografya müzelerinde sergilenen eserlerin ne kadar ölü olduğu bu tartışmaların merkezindedir. Zira etnografik eserler aslında birer objedir ve bizzat etnograflar tarafından yaratılmıştır. Yüzyıllar boyunca müzeler, sadece ölü nesnelere ve sanatçılara ev sahipliği yapmıştır. Ziyaretçiyle hiçbir hayati ilişkisi olmayan nesneleri kolonyal bir anlatıyla sergiledikleri için gün geçtikçe ölmeye ve çürümeye mahkumdurlar. 1960’lara kadar Fransız makamları tarafından sömürgecilik karşıtı olduğu gerekçesiyle yasaklanan, yönetmenliğini Alain Resnais, Chris Marker ve Ghislaine Cloquet’in yaptığı Les Statues Meurent Aussi (Heykeller de Ölür) filmi (1953),[6] müzelerde görünen kültür dediğimiz şeyin üretim sürecini gözler önüne serer. Film, Jean Negroni’nin anlatımında etnografik eserler aracığılıyla yapılan kültür üretimini şöyle açıklar: “İnsanlar öldüklerinde tarih olurlar. Heykeller öldüklerinde sanat olurlar. Bu ölüm botaniği, kültür dediğimiz şeydir.”

Filmin yönetmenleri, insan, heykel, çevre ve mimari ayrımı yapmadan tüm konuları merceğe alarak sinemanın büyüsünü kullanır. Canlı ve cansız nesneleri birbirine yakınlaştırır. Filmin adından da anlaşılacağı gibi, bu görsel deneme, müze vitrinlerinde sergilenen nesnelerin artık ölü nesneler olduğunu savunur. Bu fikrin aksine, Ariella Aisha Azoulay’ın Un-Documented: Unlearning Imperial Plunder[7] adlı filmi, kolonyal güçler tarafından yağmalanan ve müzelere hapsedilen heykellerin ölmediğini savunur. Azoulay’ın Potential History: Unlearning Imperialism adlı kitabından uyarladığı film, bu nesnelerin müze vitrinlerinde esaret altında hayatlarına devam ettiğini öne sürer. İki film arasındaki bakış açısı farkı, Azoulay'ın “öğrendiklerini unutma”yı emperyalizm veya sömürgecilikle başa çıkma yöntemi olarak kullanmasından kaynaklanır. Ona göre, müzelerdeki kolonyal anlatıdan kurtulabilmek için tarihi geri sarmamız gerekmektedir. Zira karşı karşıya olduğumuz tarih anlatısı, bu kolonyal güçler tarafından bize öğretilmiştir. “Öğrendiklerini unutma” yöntemi, kişinin atalarının atalarından, kendilerinin de atalarından miras aldıkları kökenlerine dikkat etmek ve kolonyal yağmayla yeniden karşılaşma ihtimalini ortadan kaldırmak için gereklidir. Müzeler (ve arşivler), imparatorluk tarihçiliğinin araçları olarak kullanıldıkları için, bu yöntemin uygulama alanlarından biridir.

 

Humboldt Forum

 

Bir müze emekçisi olarak, günümüz müzelerini mimari açıdan alışveriş merkezlerine, yapısal olarak mezarlıklara, işlevsel olarak da hapishanelere benzetiyorum. Kültür ve eğlence endüstrisinin diğer bileşenleriyle rekabet içine girip asıl amacından sapmış, ait oldukları toplumlarda hâlâ hayatta olan ama şaşaalı müze vitrinleri içine gömülen, iklimlendirilmiş galeriler içinde güvenlik görevlileri ve kameralar tarafından izlenen nesnelerle dolu mekânlar... Son Humboldt Forum ziyaretim sırasında elimde tuttuğum müze broşüründe iddia edildiği gibi, Humboldt Forum gerçekten de “Berlin’de tüm dünya için kurulmuş bir saray” mı?[8]

 

Humboldt Forum içerisinde yer alan Etnografya Müzesi’nde sergilenen, Afganistan’dan getirilmiş büst koleksiyonu

 

Ziyaretimden hemen önce izlediğim Sovyet yönetmen Konstantin Lopuşanski’nin 1989 tarihli Müze Ziyaretçisi filmi, sebebi açıklanmayan bir çevre felaketinin geride bıraktığı kıyamet sonrası dünyanın hikâyesini anlatır. Bu dünyanın nüfusu, felaketin mutantlaştırdığı “soyu bozuklar”dan ve önceki uygarlığın hayatta kalan insanlarından oluşur. Filmin kahramanı, insan formunu ve düşünce tarzını korumayı başaran ve hayatta kalan az sayıdaki insandan biridir. Film boyunca “Müze”ye ulaşmaya çalışır. Denizin derinliklerinde bulunan bu müzeye ulaşmak son derece zordur (yalnızca gel-git sırasında ulaşılabilir) ve bu uğurda birçok insan hayatını kaybetmiştir. Kuşkusuz bu müze, önceki uygarlığın kalıntılarına ev sahipliği eden bir “etnografya müzesi”dir. Humboldt Forum’da, Afganistan’ın Kandahar bölgesinden koparılıp getirilmiş bir büst koleksiyonunun yer aldığı son derece şık bir vitrine bakarken şunu düşünmeden edemiyorum: Günümüzde bir Afgan’ın kendi uygarlığının kalıntılarını “evrensel müze” iddiasıyla kurulan Humbdolt Forum’da görebilmesi için geçmesi gereken yollar, Müze Ziyaretçisi filminde hayatta kalan son insanlardan birinin “Müze”ye ulaşabilmek için geçmesi gereken yollardan ne kadar farklıdır?

                                                                            *

Protesto bir itiraz eylemidir. Gösteri, yürüyüş, sivil itaatsizlik, işgal, grev, isyan, boykot, sessiz protesto vs. gibi pek çok farklı şekle bürünebilir. Protestonun her biçiminde, rutinler ve ritüeller önemli rol oynar. Yürüyüşler, sloganlar, pankartlar ve konuşmalar bu yöntemlerin araçlarıdır. Günden güne çürüyen müzelerin toplumsal varlıklarını sürdürebilmesinde dekolonizasyon mücadelesinin ne kadar önemli ve gerekli olduğunu vurgulamak amacıyla skop’un bu sayısını hazırladık. “Müzelerin Dekolonizyonu: Humbolt Forum” sayısı, bu ortak amaç uğruna mücadele eden tüm kültür ve sanat emekçilerine adanmıştır.

 


[1] Yazının başlığı “Tear it Down and Turn it Upside Down!” (Burayı yıkın ve ters çevirin): Coalition of Cultural Workers Against the Humboldt Forum’un ana sloganlarından biri.

[2] Linda Nochlin, (1972) “Museums and Radicals: A History of Emergencies” Museums in Crisis içinde, Brian O’Doherty (ed.)

[3] Laura Raicovich, (2021) “Culture Strike: Art and Museums in an Age of Protest”

[4] Dan Hicks, (2020) “Brutish Musesum: The Benin Bronzes, Colonial Violence and Cultural Restitution”

[5] Adorno, “Valéry, Proust ve Müze”, çev. Tanıl Bora, Müze ve Eleştirel Düşünce içinde, ed. Ali Artun (İstanbul: İletişim Yayınları sanathayat dizisi, 3. baskı 2017) s. 185.

[8] Humboldt Forum bu ifadeyi görsel ve basılı kaynaklarında kullanmaktadır.

kolonyalizm, skopdergi 21