Aşağıda, Nicolas De Casinière’in, Skinhead hareketi hakkında tez yazmış olan sosyolog Gildas Lescop’la “skin = Nazi” klişesi üzerine gerçekleştirdiği söyleşiyi sunuyoruz. Kaynak: Qui veut la peau des skins
Nicolas De Casinière: Birçok yerde skinhead’lerden söz edildiğinde ırkçı bir imaj çiziliyor, Neo-Nazizmle ilişkili gösteriliyor ve kavga dövüş hikâyeleriyle bağlantıları vurgulanıyor. Oysaki kökeninde skinheadler Jamaikalı arkadaşlarıyla ska ve rocksteady dinleyen, futbol hayranı genç İngiliz işçilerdi. Skin hareketinin ilk dönemlerinden söz eder misiniz?
Gildas Lescop: Tezimde ele aldığım konu, tam da reggae hayranı genç işçilerin bu alt-kültürüne dair imaj değişimi. 1960’larda skin hareketinde bir politikleşme söz konusu değil. Giyim tarzıyla işçi sınıfına olan bağlılığını ifade ediyor, ama gerçek bir sınıf bilincinden ziyade bir toplumsal aidiyet duygusunu estetikleştiriyor. Aynı zamanda skinler, siyah Jamaika kültüründen, aynı mahallelerde yan yana bulundukları bu göçmen çocuklarının müziğinden, tavrından ve duruşundan etkileniyorlar. Dolayısıyla hareket bu kültürel karışımdan doğuyor. Bu melezleşmenin sembolü ise skinhead reggae dalgası (1969-1971).
Bu moda, siyah gençler ile beyaz gençler arasında bir yakınlık oluşturacaktır, ta ki Jamaika müziğinde rasta dönemeci yaşanana kadar. Buradaki mistik ve etnik temalar skinleri uzaklaştıracaktır. İngiliz işçi sınıfının mabetlerini oluşturan futbol sahalarında saçları kazınmış bu gençlerin kitlesel ve gürültülü patırtılı varlığı medya tarafından horlanmalarına, polis tarafından da yakın takibe alınmalarına sebep olurken, müzikte yaşanan bu gelişme skinhead hareketinin zayıflamasına yol açıyor. Polis de önce botlarının bağcıklarını, sonra da botları yasaklıyor, böylece skinler stadyumlarda çorapla maç izliyorlar! Skinhead olmak, meşakkatli hale geliyor. Başlangıçtaki müzikten mahrum halde ve fazla göze batan tarzlarından dolayı skinlerin birçoğu hareketten ayrılıyor. Fakat punk müziğin ortaya çıkışı tekrar kendilerinden bahsettirmeyi sağlıyor. Yalnızca şiddet olaylarıyla değil, kendilerine atfedilen ırkçı fikirlerle adlarını duymaya başlıyoruz.
Skinler ve Jamaika kökenli bir rude boy
Baştaki şiddet ve vatanseverlik ilanının yanı sıra Pakistanlılara dönük saldırı dalgası milliyetçiliğin gelişimine ve ırkçı sapmaya katkıda mı bulunuyor?
Medya skin hareketine çok saldırdı. Teddy boy’lar, mod’lar ve rocker’lerdan sonra skinler İngiltere’nin çöküşünün, değerlerinin yıkılışının sembolü olarak sunuldu. O zamanlar sağcı siyasetçiler ve gazeteler refah devletinin bu aylak gençlere gösterdiği hoşgörüyü topa tutuyor. Gazeteler “hayvani” tutumlarını mahkûm ederken onları kamu düzenine dönük birer tehdit olarak sunuyor ve genelleşmiş bir davranış olmamakla birlikte Pakistanlılara yönelik şiddet eylemlerini (“pakibashing”) öne çıkarıyor. Ama doğrudur: Skinlerin Jamaikalı rude boy’larla birlikte, toplumla kaynaşmaya direnmekle ve kendi cemaatleri içinde kapalı yaşamakla suçladıkları, dolayısıyla da işçi sınıfının birliğine zarar verdiğini düşündükleri Pakistanlılara karşı saldırıları olmuştur. Skin kültürünün, kendi mahallesine, pub’ına ve futbol takımına odaklanarak yerelliği öne çıkaran bir kültür olduğu da doğrudur. Ayrıca işçi kültürünün her zaman maçizmden, homofobiden, anti-entelektüalizmden ve başkalığın reddinden azade olmadığı da söylenebilir. Tüm bunlara bir de Britanya’nın adalılık kültürünü eklemek gerekir. Dolayısıyla skinler, Jamaika ritimlerine düşkünlüklerinin ötesinde, dönemin diğer İngiliz vatandaşlarının birçoğundan daha dünyaya açık değillerdi. 1980’lerde skin hareketinin vurguladığı Britanyalılık, Ulusal Cephe’nin ve çeşitli yayınların etkisiyle siyasal bir boyut kazanacaktı.
Yorkshire’da Ulusal Cephe yürüyüşü, 1970’ler.
Peki Ulusal Cephe’nin ve söz konusu yayınların bu etkisinden söz edebilir misiniz?
1970’lerin sonunda Ulusal Cephe ekonomik krizden faydalanarak yalıtılmışlığından çıkar. Tribünlere ve konser salonlarına ağırlık vererek gençleri ayartmaya dönük bir kampanya yürütür. Şiddete eğilimli mizaçlarına ve vatansever damarlarına dayanarak skinleri örgütlemeyi, böylece onlardan çatışmalarda iş görecek bir şok birliği oluşturmayı hedefler. Kendi fikirlerini duyurmak için Skrewdriver gibi müzik gruplarını destekler. Ulusal Cephe için müzik sadece bir araçken, aşırı sağda skin stili, savaşçı görünümüyle cezbeden bir giyim kuşam aksesuarına indirgenir.
Tüm skinler Nazi olmayacak, ama tüm Naziler skin stilini benimseyecektir. Medya da buna kayda değer biçimde katkıda bulunur. “Tüm skinler Nazidir” yaklaşımıyla konuyu şematikleştiren ve yalnızca Nazi skinlere odaklanan medya, Nazi-skin fenomeninin inşasına ve Avrupa’ya ihracına doğrudan katılır. İdeal –ve gerçek olmayan– bir itici figür olarak “aptal ve saldırgan” Nazi-skin imgesi, o zamandan itibaren çeşitli romanlar, diziler, filmler vs. aracılığıyla kolektif imgeleme yerleşir.
Fakat aşırı sağ da skinleri terk edecek…
İngiltere’de kendini “düzenin partisi” olarak sunmak isteyen Ulusal Cephe, örgütlediği skinlerin her yerde düzensizlik yarattığını hızla fark ediyor. Üstelik kendine Nazi diyen skinlerin birçoğu, buna inanmaktan ziyade bir provokasyon unsuru olarak bu kimliği benimsiyor. Fransa’daki Ulusal Cephe gibi Britanya’daki Ulusal Cephe de bunlardan kurtuluyor ve böylece en “saf ve sert” Naziskinleri özerkleşmeye, kendi yapılarını kurmaya itiyor. Ulusal Cephe artık kendini skin ortamlarla sınırlı tutmuyor ve müziği (rock, metal, hatta rap) kendi ideolojisinin taşıyıcısı olarak kullanmaya devam ediyor.
Skin’ler arasında yaygın giyilen Fred Perry marka tişört, Dr. Martens marka bot
Bugün skinhead kültürü ve imajı ne durumda?
Skinhead hareketinin tekrar geleneksel skin figürü etrafında şekillendiğine ve This is England filmi veya John King’in Skinhead romanıyla daha önceden yaratılan imajın düzeltildiğine tanık oluyoruz. Gamalı haçlarından kurtulmuş skin figürü yavaş yavaş modaya ve popüler kültüre dahil oluyor. Dr. Martens veya Fred Perry gibi markalar, sokak kültürüyle olan yakınlıklarını (“street credibility”) pekiştirmek için skin imajını kullanmaya devam ediyorlar. Beyoncé’nin Flawless parçasında da aynı stratejiyi görüyoruz. Her zaman bir düşman tarif etme ihtiyacı duyan toplum ise bugün artık “İslamcı” figürüyle yeni bir itici sima buldu kendine.