Sanatsal Üretim ve Özgürlük Kavramı Üzerine

29/1/2014 / skopbülten / Necmi Sönmez

Düşünce özgürlüğünün kısıtlandığı zor bir süreç içindeyiz. Sadece politik, ekonomik açılardan değil, sanatsal bakımdan da, “düşüncenin” kapı dışarı edildiği zamanlara tanıklık etmek kolay değil. Güncel sanat etkinliklerinin uzun zamandan beri sadece “dekoratif”, “pop” ya da “Osmanlı” beğenilere hitap etmesi, sadece alkış, takdir ve bravo bekleyen bir sanat ortamının oluşmasına destek verdi. Eleştiri beklenilmediği, istenmediği, hatta kapı dışarı edildiği için “düşünce” kavramından yola çıkmayı tercih ettim. Yapay hareketlilik oluşturmada çok başarılı olan bir sanat gündemi karşısında olduğumuz için, sanatsal üretimin “içerik” kısmıyla hiç ilgilenilmediğini görüyoruz.  

Güncel sanatın, başını kuma sokarak görünmediğini sanan tavus kuşuna benzeyen bir karakteristiği oluştu ülkemizde. Özgürlükler üzerindeki baskının, Neoliberal yapılanmaların ve demokrasiden uzak güncel politik manzaranın neden sanatsal üretime yansımadığı ve etkinliklerde yer almadığı üzerinde durulması gereken bir konu. Güncel sanatın vitrinini oluşturan adreslere baktığımızda tamamıyla “sanat piyasasının” çizgisinde giden bir manzara ile karşılaşıyoruz. Galeriler, koleksiyoncular, müzayedeciler ve diğer aracılar arasında paslaşma eskiden, “al gülüm ver gülüm” düzeyinde, biraz kapalı bir şekilde devam ediyordu. Günümüzde ise “sanatın çirkin pazarlanma oyunları” çok açık, korkusuz bir şekilde sahneleniyor. Susma, görmeme ya da başını kuma sokarak varlık sürdürmenin “erdem” kabul edildiği bir dönemde elbette sanatın “bağımsızlığından” söz edemeyiz. Örnek vermeyi gerektirmeyecek şekilde sanat piyasasının istediğini yaptırabildiği güncel sanat ortamımız hakkında not alırken neden “hürriyet” fikriyle ilgilendiğimi, bir tesadüften yola çıkarak anlatmak istiyorum.

 


“Son yıllarımda Hürriyet fikri, bir demir çubuk gibi beynime saplandı”
Ocak ayının inanılmaz derecede sıcak geçen günlerinden birinde, eskiden olduğu gibi, Şişli’den Beşiktaş’a yürüyordum. Hüsrev Gerede Caddesi’nin bittiği noktada, bir el arabasının üzerinde yığınlarca kitap duruyordu. Eski tarz ciltlendiği için çok uzaktan bile kalitesini belli eden kırmızı, mavi, siyah renkli kitaplar beni adeta mıknatıs gibi kendilerine doğru çekti. Sağa sola baktım, kimse yoktu. Kitapların kapaklarını kaldırmaya başlar başlamaz, sol kapak cildinin içinde mavi renkli dolmakalemle yazılmış ad ve soyad notuyla karşılaştım. Yavaş yavaş kitapları incelerken kırmızı ciltlerin Fransızca, mavilerin İngilizce, siyahların ise Türkçe baskılar olduğunu gördüm. Edebiyat adına pek bir şey yoktu; kitaplar 1940-50 arasında Avrupa ve Türkiye’de yayınlanan popüler tarih yayınlarıydı. Yokuş aşağı yürüdüğüm için vapura epeyce zamanım vardı, kitapları karıştırmaya devam ettim. Derken arabanın sahibi, bir çuvala doldurulmuş ciltsiz, karton kapaklı kitaplarla çıka geldi. “Hocam” dedi, “şu güzel cilde bakar mısınız?” Elindeki atlasa benzeyen bir kitabı bana uzattı. Sıradan bir eskiciyle karşı karşıya olmadığımı o anda anlamıştım. Bana gösterdiği kitap, rahmetli Emin Barın’ın atölyesinde ciltlendiği belli olan çok güzel keten kumaşla çalışılmış bir “eserdi”. Onu elime aldığımda ketenin yumuşaklığını hissettim. İç kapağındaki imza diğer kitaplardan farklıydı. Onu el arabasının üzerine koyamıyordum bir türlü. Çantamı kitap öbeklerinin üzerine bırakıp onu da en üste koydum. Bu sırada eskici çuvalın içinden çıkardığı diğer kitapları tezgâhına yerleştirmeye çalışıyordu. O sırada gözüme karton kapağı yırtık olan Hasan Ali Yücel’in “Hürriyete Doğru” kitabı ilişti. Bu beni ilgilendiriyordu. Eskici elimden ayıramadığım kitap nedeniyle bir şeyleri satın alacağımı anlamıştı. Tek tek kitapları karıştırdığım için ellerimin tozlanmasına rağmen bakmaktan kendimi alamıyordum.

Bir sürü popüler roman çıktı ama Hasan Ali Yücel’in başka kitabına rastlamadım. Vapura yetişmem için artık ayrılmam gerekiyordu. Eskici bu iki kitap için inanılmaz derecede makul bir para istedi. Ona iki katını uzatıp cildin Emin Barın’ın olabileceğini söylediğimde, “Evet” dedi. Sanki söylediklerimin ödülü olarak, tezgâhın altına sakladığı bir kutunun kapağını açtı. Birbirinden güzel ciltler adeta mücevher gibi parlıyorlardı. Ama o kutuya bakamayacak kadar yorgundum. Eskici, Emin Barın’ın ciltlerini tanıyan bir kitap kurdu çıkmıştı. Gözlerini sürekli kitaplara çevirdiği için, fazla konuşmak istemediğini kavradım. Elini sıkıp ayrıldım.

 

 

Teknede sonbaharı aratmayacak hava sayesinde açık güverte kısmına oturduğumda etrafımda kimse yoktu. Bir elimde sıcak çay bardağını tutarken Hasan Ali Yücel’in kitabının kapağını çevirdim. İşte ilk cümle: “Son yıllarımda Hürriyet fikri, bir demir çubuk gibi beynime saplandı”[1]. Bu etkileyici girişten sonra kitabı elimden bırakamadım. 1950 seçimleri ardından iktidara gelen Demokrat Partisi’nin yarattığı “anti demokratik” havayı kaldıramayan aydınlardan biriydi Yücel. O dönemin önde gelen gazetelerinden biri olan Akşam’a her pazartesi günü yazdığı makalelerini biraraya toplamıştı bu kitabında. Bugünün ölçüleriyle değerlendirildiğinde bile etkisini kaybetmeyen bir tutkuyla demokrasiyi savunan yazar, Hürriyet’in fikir olarak ülkemizde hangi zor koşullarda doğduğunu detaylı örneklerle ele alıyordu. Yücel’in kitabını yayınladığı 1955 yılı, Modern Türk Sanatı açısından önemli bir yıldı.  

1954’te Yapı Kredi Bankası, Sir Herbert Read, Lionello Venturi ve Paul Fierens gibi dünyaca önemli sanat tarihçilerinin jüri üyesi olduğu bir resim yarışması açmıştı. O dönemin tüm ressamlarının katıldığı bu yarışmayı Aliye Berger’in soyut karakterli “Güneşin Doğuşu” isimli çalışmasının kazanması sanat ortamında adeta deprem etkisi yapmıştı.[2] Bu sayede İstanbul Akademisi’nin savunduğu Modern Sanat yorumunun geçerliliğinin olmadığı ortaya çıkmıştı. Bu kurumda çalışan, yarışmada ödül alamadıkları için küplere binen profesörler (Bedri Rahmi, Cemal Tollu gibi) sanatta deneylere kapalı oldukları için büyük bir yenilgi almışlardı. İstanbul sanat ortamının hareketlenmesini sağlayan bu olay, en çok o yıllarda etkinlik yapan Maya Galerisi’ne ve bağımsızlık mücadelesi yapan sanatçılara güncellik kazandırmıştı. Maya Galerisi’nin bir kat üstünde ise, o yılların sanat ortamında aktif  bir kişilik olan Yıldız Moran, o yıllarda pek az sanatçının başardığı bir düşü gerçekleştirip kendi özel fotoğraf stüdyosunu açmıştı:

“İspanya, İtalya, Portekiz, Paris çalışmalarım ile portre etütlerimi görmek üzere 26 Ocak 1955 Çarşamba günü saat 16’dan itibaren İstiklal Caddesi Lion Mağazası yanındaki Maya Galerisi üstü Kallavi Sokağı No 20 kat II’deki stüdyomu teşrifinizi rica ederim. Yıldız Moran”[3] 

Sözü Pera Müzesi’nde açılan Yıldız Moran sergisine getirmek istiyorum.[4] “Zamansız Fotoğraflar” başlığıyla açılan bu önemli sergi, çalışmaları fazla bilinmeyen bu sanatçının (1932-1995) üzerindeki bilinmezlik perdesini biraz olsun aralayabiliyordu. Bu sergiyi belki de son yılların en ayrıcalıklı projelerinden biri yapan karakter, Yıldız Moran’ın bir efsane olmasıydı. Pera Müzesi’nde Coşar Kulaksız’ın sergi yapımcılığını üstlendiği etkinlik, Yıldız Moran külliyatının kapılarını araladığı, 1950’lerin zor sanat ortamında varlık göstermeyi başaran bir sanatçıyı bizlere yeniden tanıttığı için eşsiz bir fırsattı.

 


Her kuyruklu yıldız gök kubbede yaşamını tamamladıktan sonra etrafında ışık tozları bırakır, tamamıyla yok olmaz. Kişisel olarak Yıldız Moran’ın ardında bıraktığı tozların peşinde koşan birisi olduğum için bu sergiyi ayrı bir heyecanla seyrettim. İtiraf etmem gerekirse, yıllardan, onyıllardan beri İstanbul’da bu kadar keyif alarak gezdiğim, dönüp dönüp tekrar baktığım başka bir sergi olmamıştı. Moran’a karşı olan bu ilgim, 2008 yılında onun çalışmalarını Frankfurt Fotografie Forum’da açtığım “Turkish Realities / Türkiye Gerçekliği” isimli sergiye koymamdan kaynaklanıyor. Her kuyruklu yıldız onu görmeyi bilenlerin araladığı cefakâr kapılardan süzülen ışık tanecikleriyle yeniden keşfedilebilir. Beni Yıldız Moran’ın sanatı ve çalışmalarıyla tanıştıran sanat tarihçisi Nazan İpşiroğlu, fotoğraf sanatçısı Mehmet Kısmet, çevirmen Samih Rifat[5] ve sanatçının oğlu, yönetmen Olgun Arun olmuştu. Onların emeği ve desteğiyle tanıdığım Moran, bende henüz tamamlayamadığım bir mozaiğin parçaları gibi ayrı ayrı duran noktalardan oluşuyordu.

 
Pera Müzesi’ndeki sergiyi ele almadan önce, bu mozaiğe ait kimi parçalardan bahsetmek istiyorum. 2007 yılında Mazhar Şevket İpşiroğlu’nun 100. yaşı nedeniyle hazırlayacağım bir sergi[6] nedeniyle Nazan İpşiroğlu ile birlikte çalışıyordum. Bu sırada elimize “Die Kirche von Achtamar – Bauplastik im Leben des Lichtes” (Florian Kupferberg Verlag Berlin, Mainz 1963) kitabı geçti. İpşiroğlu’nun Almanca olarak kaleme aldığı bu olağanüstü kitabın içinden siyah beyaz fotoğraflar çıktığında Nazan Hanım, “Bunlar Yıldız’ın ya da Aziz Balbek’in olabilir” demişti. Yıldız Moran’ın ismini ilk kez orada, dayısı Mazhar Şevket İpşiroğlu ile ortak çalışması sayesinde duymuş oldum. “Kimdi bu Yıldız Moran?” sorusu kafama takıldı. Zar zor da olsa bulabildiğim tek yayın Samih Rifat ve Uğur Kökten’in yazılarının olduğu “Fotoğrafçı Yıldız Moran”[7] isimli küçük bir kitapçıktı. Samih Rifat ile olan konuşmalarım Moran’a olan ilgimi daha da artırmıştı. Frankfurt için hazırladığım sergi sırasında fotoğrafçı Mehmet Kısmet’ın yardım ve desteğiyle Yıldız Moran’ın çalışmalarına ulaştım. Beş fotoğrafıyla sergimde yer alan Moran’ın işleri son derece etkileyiciydi. Onun izini sürmeyi hep düşünmüştüm. Pera Müzesi’ndeki sergiyi böyle bir geçmişin ışığında izlediğim için değerlendirmemde tarafsız olamayacağımı biliyorum. Buna rağmen Yıldız Moran hakkında yazmak istememin nedenleri başka.  

 

     

 

Yıldız Moran’ı tıpkı Hasan Ali Yücel gibi, istediğini düşünen, fikirlerini gerçekleştirdikten sonra onlara ait sayfaları kapayabilecek denli güçlü bir karakter olarak düşünüyorum. Lafı evelemeye gevelemeye gerek yok, 1954-1962 arasına, on yıl bile çalışmadan fotoğraf çekmeyi bırakan bir sanatçı olan Moran bugün, açık söylemem gerekirse benim üzerimde de etkili olan, “arkeolojik bir ilginin” odağında. Sergi kataloğunda tamamı fotoğrafla uğraşan kişilerin kaleme aldıkları yazılar bize “Yıldız Moran kimdir” sorusunun yanıtını verebiliyor. Ama bunun ötesine geçerek Yıldız Moran fotoğrafının tartışmaya açılması için daha çok çalışılması gerektiğini düşünüyorum. Sergide klasik siyah beyaz fotoğrafçısı olarak 18x24 cm boyutlarında çalışan bir sanatçının büyütülmüş çalışmalarıyla karşılaşmak sürprizdi. Bunun doğru bir yaklaşım olmadığını düşünüyorum. Çünkü bugün kimi özel koleksiyonlarda yer alan imzalı çalışmalar sayesinde Yıldız Moran’ın kendi fotoğraflarını nasıl sergilediğini, çerçevelediğini biliyoruz. İmgelerin büyümesi, Moran’ı çağdaş fotoğraf estetiğine yakınlaştır(a)mıyor. Çünkü kendisiyle yapılan tüm söyleşilerde üzerine basarak söylediği gibi Moran “belgesel” kaygılardan yola çıkarak fotoğraf çekiyor. Bu da onun çalışmalarına bu belgesel perspektiften yaklaşılması gerektiğini bir önkoşul olarak gündeme taşıyor. Sergideki çalışmaların tarihlendirilmemiş, portrelerin isimlerinin bile yazılmamış olması büyük bir eksiklik olarak karşımıza çıkıyor. Pera Müzesi’ndeki sergiye emeği geçenlere teşekkür borcumuz olduğu kesin. Bu ilginin arkasının gelmesini, yeni Moran sergilerinin yapılmasını ve kataloglarının yayınlanmasını merakla bekliyoruz.  

Hasan Ali Yücel ve Yıldız Moran, “hürriyet” fikrini çok ayrıcalıklı noktalardan yorumlayan iki aykırı yaratıcı olarak ülkemizdeki sanat ortamının “geçmişinin” günümüze göre daha cesaretli ve ilginç olduğunun altını çiziyorlar. Bugünün yaratıcıları aykırı neler yapıyorlar sorusunu sormadan edemiyor insan. 

 




Fotoğraflar: Yıldız Moran

 

Necmi Sönmez'in Lebriz'de yayınlanan yazısıdır.
 



[1] Hasan-Ali Yücel, Hürriyete Doğru, (İstanbul: İnkılab Kitapevi, 1955), s. 5.

[2] Necmi Sönmez, Çok Sesli Bir Görsel Sanatlar Ortamına Doğru İlk Adımlar, İş ve İstihsal Sergisi Kataloğu, Kazım Taşkent Sanat Galerisi, 1994 İstanbul.

[3] Yıldız Moran, Zamansız Fotoğraflar, Sergi Kataloğu, Pera Müzesi 2014.

[4] http://www.peramuzesi.org.tr/Sergi/Yildiz-Moran/146

[5] http://www.ykykultur.com.tr/dergi/?makale=355&id=53

[6] Öncü Bir Düşünür Mazhar Şevket İpşiroğlu, Yapı Kredi Kültür ve Sanat Merkezi, 2008 İstanbul.

[7] Samih Rifat, Uğur Kökten, Fotoğrafçı Yıldız Moran, Adam Yayınları, İstanbul 1998

Türk sanat tarihi, Pera Müzesi, Maya Sanat Galerisi, Yıldız Moran, Aliye Berger