1990’ların sonlarına doğru Avrupa kültür sahnesinde iki yeni fenomen belirdi. Bunlardan ilki, Tony Blair liderliğindeki İşçi Partisi hükümetine bağlı Kültür, Medya ve Spor Bakanlığı’nın yayınladığı resmî raporlar ve Richard Florida’nın çalışmaları üzerinden geliştirilen “yaratıcı endüstriler” yaklaşımıydı. Bu, kültürel üretimin ekonomide merkezî bir rol üstlenmeye başlamasına cevaben geliştirilmiş bir yaklaşımdı. Amsterdam’ın über-planlamacısı Zef Hemel bu gelişmeyi isabetli bir şekilde şu sözlerle özetliyordu: “Ekonomi giderek kültürelleşiyor; kültür de giderek ticarileşiyor.” Yaratıcı endüstriler politikasının benimsenmesi sonucunda sanat ve kültüre girişimci gözüyle yaklaşılmaya başlandı. Ve nihayetinde bu yaklaşım Avrupa kültür politikası aygıtını büyük ölçüde fethetti. “Kültür girişimcileri” ya da “yaratıcı sınıf” olarak tanımlanmaya başlayan sanatçılar ve kültür üreticileri ise bu yeni ekonominin rol modelleri ilan edildiler. Bu “yaratıcı sınıfın”, esneklik, girişimcilik, networking, belirsizlikle başa çıkma, ömür boyu öğrenim, yaratıcılık ve yenilikçilik gibi beceri ve değerler üzerinde yükselen yeni iş ahlakını cisimleştirdiği söyleniyordu.
Öte yandan, aynı sıralarda, yeniden yıldızı parlayan radikal teori uluslararası ölçekte popülerlik kazandı. Antonio Negri ve Michael Hardt’ın İmparatorluk adlı kitaplarının yakaladığı başarının ortaya koyduğu üzere, özellikle bir akım diğerleri arasından sıyrılıyordu. Bazıları bu akımı post-Operaismo olarak tanımlıyor; bazılarıysa post-otonomculuk olarak. Kimileriyse, tamamıyla iyi niyetli bir şekilde bu ekolü “heretik Marksizm” olarak adlandırıyor. Pek çok açıdan, bu düşünce ekolünün yukarıda bahsi geçen ekonomik dönüşümleri ve genel olarak emek bağlamında öznelliğin geçirdiği değişimleri öngördüğü ve kuramsallaştırdığı söylenebilir. DASH, NEURO ve DOCUMENTA XI gibi bir dizi konferans sonucunda post-Operaismo, Avrupa sanat camiasının politik olarak angaje kısmının ortak dili haline geldi. Maurizio Lazzarato, Judith Revel, Franco ‘Bifo’ Berardi ve Antonio Negri gibi post-Operaist yıldızların 2009 yılında sanat ve emek arasındaki ilişkileri tartışmak üzere Tate Britain’da boy göstermesi, bu düşünce akımının hâlâ revaçta olduğunu gösteriyor.
Bahsettiğimiz gelişmelerden ilki Hollanda’da kültür sektörünün yeni ölçütü haline geldi. Planlamacılar ve politika yapıcılar, ve hatta sanatçılar, Florida ve Yeni İşçi Partisi tarafından ortaya konan girişimci zihniyeti büyük oranda benimsediler. Fakat, ikinci fenomen tam anlamıyla idrak edilmedi; bu da bizi, söz konusu dönüşüm hakkında eleştirel bir kavrayışa varabilmek için gereken analitik araçlardan mahrum bıraktı. Sanat sosyoloğu Pascal Gielen yakın zamanda yayınlanan iki kitabıyla (Sanatsal Çokluğun Mırıltısı, ve Post-Fordist Zamanlarda Sanatçı Olmak) bu görevi üstüne alıyor ve Hollanda sanat dünyasını post-Operaist söz dağarıyla tanıştırmaya soyunuyor.
Gielen’in üzerinde durduğu başlıca konulardan biri post-Fordizm. Bu kavramla esasen eski endüstriyel üretim tarzını; yani Fordizm’i yerinden eden yeni esnek ekonomi kastediliyor. Fordizm’in başrolünde akıl gerektirmeyen, tekrara dayalı işlerle görevlendirilen kitle işçisi figürü vardı (Charlie Chaplin’in Modern Zamanlar’da canlandırdığı karakteri düşünün). Post-Fordizm’de ise, gün geçtikçe karmaşıklaşan, merkezsizleştirilmiş ve dinamik üretim sürecini koordine edebilmek için gerekli yaratıcılık ve iletişim becerileri iyiden iyiye değere bindi. İtalyan filozof Paolo Virno bu iki üretim tarzı arasındaki farkı veciz bir şekilde özetlemişti. Eski fabrikaların duvarlarında “sessiz olun; mesai zamanı” yazılı tabelalar asılı olduğuna değinen Virno, yeni üretim alanlarınaysa “mesai zamanı; konuşun” tabelasını uygun gördüğünü söylemişti.
Makalelerden oluşan Sanatsal Çokluğun Mırıltısı bir dizi konuyu ele alıyor. Post-Fordizm meselesinden yola çıkan kitap, hafıza ve miras konularına eğildikten sonra sanatın küreselleşmesini ve bienalleri ele alıyor. Gielen okuyucuyu temel post-Operaist kavramlarla tanıştırıyor: post-Fordizm, çokluk, biyopolitika, virtüözlük, oportünizm gibi. Hafıza ve miras konularını ele aldığı bölümde ise, Hollanda sanatına göndermelerle sanat ve hafıza arasındaki ilişkiyi analiz ediyor. Bunun için de Goffman’ın çalışmalarından faydalanıyor. Son olarak bienalleri merceğine alan Gielen, önde gelen Belçikalı küratörler Jan Holet ve Vanderlinden ile konu hakkında yaptığı ilginç söyleşileri aktarıyor, ve Heinich ve Bourdieu tarafından geliştirilen sanat sosyolojisinin ışığında küreselleşen sanat sisteminin yeni kurallarını yorumlamak için bir şema geliştiriyor.
[...]
Pascal Gielen’in temel savı, post-Fordist kapitalizmin standart koşulu haline gelen yaratıcı davranışın ilk olarak, bir tür davranış laboratuvarı gibi işleyen sanat dünyasında geliştirildiğidir. Gielen, sanat ve kültürün ekonomide merkezî bir görev üstlenmesinin uzun soluklu bir süreç olduğunu ileri sürüyor ve Virno’nun şu sözlerini alıntılıyor: “Tıpkı bir bardak suda eriyen tablet gibi sanat da toplumda seyreltildi.” Gielen, sanatın yeni keşfedilen ekonomik ve kültürel merkezîliğinden ne sonuç çıkarmak gerektiği üzerine düşünüyor. “Çözünen bir tabletle ne yapılır?” diye soruyor. Bir zamanlar oldukça marjinal bir uğraş olan sanat pratiğinin yarı-profesyonel bir pratiğe dönüşmesine tanıklık etmiş biri olarak, bu profesyonelleşmenin sanatın özerkliği ve sanatsal pratik açısından doğurduğu sonuçları ortaya koyuyor. Bu, eleştirel olarak aktif bir sanatın gelişip serpilebileceği çatlaklar, yarıklar ve delikler bulmaya yönelik coşkulu bir arayış.
Son olarak, Gielen, mırıltıyı, dil dışı, dirimsel bir uğultu, bir tür direniş, sistem tarafından yolundan saptırılıp geri kazanılmadan sesini duyurmayı başaran bir varoluş biçimi olarak tanımlıyor. Umalım ki bu çoksesli uğultu sanat sisteminin ve genel olarak toplumun fay hatlarına yayılarak uğuldamaya devam etsin.
Merijn Oudenampsen’in “The Murmuring of the Artistic Multitude: Global Art, Memory and Post-Fordism” başlıklı yazısından kısaltılarak çevrildi. Kaynak: Open! Platform for Art, Culture & the Public Domain www.onlineopen.org