Sanatın En Uzak Rotayı Gösterme Gücü

26/4/2013 / skopbülten / Necmi Sönmez

Sizi bilmem ama ben son dönemde sanatın, özellikle de çağdaş sanatın etrafında dönen ayak oyunlarından giderek sıkılmaya başladım. Arkası arkasına gündeme gelen sanat haberlerine baktığımda matruşka bebekleriyle karşılaşmış gibi oluyorum. İç içe yerleştirilen sevimli ahşap Rus bebeklerini biliyorsunuz değil mi? Bu bebeklerle sanatın nasıl bir ilgisi var dediğinizi duyar gibi oluyorum. Anlatmaya çalışacağım…

Sanat başlığı altında gündeme getirilen olguların bomboş olması karşısında, artık bu herhalde düzeysizliğin son safhasıdır diye düşünüyordum. Eskiden böyle düşünmemi sağlayan olaylar arasında aylar olurdu. Ama şimdi bakıyorum da, sanatın içeriğinin boşaltılması konusunda her hafta başka bir haber gündeme geliveriyor. En düzeysizi budur dediğim bir haberin ardında hafta geçmiyor ki, ondan daha da boş başka bir haber okuyorum, duyuyorum. İç içe giren matruşkalar gibi, en kötünün, en boş olanın, en vasat olanın daha da beteri onun içinden çıkıveriyor. Acaba bunları sadece ben mi böyle algılıyorum diye etrafımdaki arkadaşlarıma sorduğumda, onlardan da benzer yorumlar alıyorum. Hatta bir yazar arkadaşımın söylediğini aynen aktarayım: “Sanatı seviyorum ama sanat çevresine artık tahammülüm kalmadı, resmen midem bulanıyor.”

Sanatın sadece satılık bir “meta” olarak kavranması elbette bunun için canla başla çalışan sanat piyasasının, galericilerimizin, fuarcılarımızın, müzayedecilerimizin değerli çalışmalarıyla oldu. Bir de haklarını yemeyelim, nasıl edinildiğini bilmediğim büyük servetlerini gösterebilmek için insansız, şekilsiz dekoratif pano arayan yeni muhafazakâr zenginlerimize de çok şeyler borçluyuz. Değerli sanatçılarımız da hızlı üretimi elden bırakmayarak, asistanları, galerileri, strateji danışmalarıyla bu sürece katkıda bulundular. Lafı fazla döndürmeye gerek yok: “Sanatın” sosyal, etik, politik sorumluluğunun unutulduğuna tanıklık ettiğimiz garip bir dönemi yaşıyoruz. Eleştirel sorgulamaların “salon sosyalistliğinden” öteye geçemeyen banka kültür merkezlerinin koruyucu kanatlarına alınması da ayrıca düşündürücü.

 

Bilinç Tutulması

1980 sonrasında yaşanılan “akıl tutulmasına”[1] denk bir “bilinç tutulması” 2000’lerden itibaren güncel sanatın gündemine oturdu. Manchester Kapitalizmi mantığıyla çalışan İstanbul sanat piyasası, sanatın içeriğini boşaltmak konusundaki çalışkanlığını o kadar iyi biçimde ortaya koydu ki, bir tür dekoratif güncel sanat doğdu; serpildi, büyüdü, emekleme dönemini tamamladı. Artık yurtiçinde, Balkanlar’da ve Ortadoğu’da başarıdan başarıya koşuyor. Bu göz kamaştırıcı başarı karşısında ne söylenebilir ki? Matruşkaların birbirinin içinden çıkması gibi, bu başarının arkasından da sürekli olarak aynı kişiler, kurumlar, sanatseverler çıkıyor! Liberal jargonla söylemek gerekirse, masaya oturan herkesin “kazandığı” bu oyunda, asıl kaybedenin sanatın kendisi olduğunu söylemek için illa ki sanattan anlamak mı gerekiyor? Görünen ve gölgede kalan gerçekler, sahnelenen oyuna farklı bir köşeden bakmaya davet ediyor bizi.

Sanatın en uzak rotayı gösterme gücü olduğuna inananlardanım. Bu güç kendisini geçtiğimiz yüzyıllarda farklı formlarda ortaya koymasına rağmen, ortak paydası “eleştiri”, “gözlem gücü” ve “soyutlama” olarak yorumlanacak ifade biçimleriyle farklı düşünce olanaklarının kapılarını araladı. Dekoratif sanat sadece aptallaştıran bir harmoni duygusunu körüklerken, gerçek sanat, 21. yüzyıl perspektifinden bakıldığında, bilimsel, düşünsel ve kavramsal olarak en uzak rotayı gösteren bir pusula görevini üstlenir. Çok uzaklara gitmeye gerek yok, Koreli sanatçı Nam June Paik, Pop Art’ın tavan yaptığı dönemde, video tekniğiyle denemeler yapmaya başladığında o zaman sanat ortamının burun kıvırdığı “Paperless Society”[2] tezini gündeme getirmişti. 1970’te sadece sanatsal bir olasılık olarak gündeme gelen bu kavramın çok kısa bir süre sonra günlük yaşamın içinde yer alması, sanatın en uzak rotayı gösterme gücünün belgesidir. 21. yüzyıl sanatının bu tür bir geleneği üstlenmesinde Media Art’ın sahip olduğu öncü rol elbette yadsınamaz. Bu satırları okuyanların, bize bunları neden anlatıyorsun, Türkiye’nin, Türk Sanatı’nın böyle bir açılıma sahip olacak gücü olmadığını bilmiyor musun diyeceğini düşünmüyor değilim. Yanlış anlaşılmasın, sanatın en uzak rotayı gösterme gücünü, güncel sanatın ülkemizde pek anlaşılamayan karakteristiklerinden biri olarak, bir tür örnek olarak gündeme getirmeye çalıştım. Sanat ortamımız son on yıldan beri matruşka bebekleri gibi hep “aynı biçimde” birbirinin içinden çıkan ayak oyunları karşısında hep sessiz kaldı. “Model rol” geliştirmesi beklenen kurumsallaşma, elitlerimiz tarafından da geliştirilemediği için, hem kendi hem de dünya sanat tarihine yabancı, müzesiz, karşılaştırarak bakma imkânı olmayan bir sanat ortamında, eskilerin tabiriyle resmen “kendi yağımızda” kavrulup gidiyoruz. Bırakalım dünyaya bakmayı, komşu ülkelerdeki, ait olduğumuz kültürel coğrafyadaki değişikleri bile yansıtamayacak kadar “ben merkeziyetçi”, hedonist bir sanat ortamında “ufuk çizgisi” sadece parasal kazanıma odaklı. Sanatın en uzak rotayı gösteren gücü, sosyal, toplumsal sorumluluğu tartışılması gereken kavramlar arasında yer almasına rağmen, müzelerimiz olmadığı için sanat piyasasının etki gücünü aşıp daha küresel bir alana bir türlü çıkamıyoruz.

 

Bir Liman olarak Rijks Museum, Amsterdam

Bu ve buna benzer sorular üzerine düşünürken, bir tür esin alma arzusuyla, Rijks Museum’un açılışı nedeniyle Amsterdam’a gitmeye karar verdim. Sanat tarihi doktoram sırasında yazdığım ödevlerde yazım hatalarım nedeniyle başım dertten kurtulmazdı. Profesörlerden geri gelen ödevlerimde Rijks Museum’un adını ayrı yazdığımdan çok notum kırıldığı için bu müzeye karşı özel bir ilgim vardı. En sevdiğim resimlerin en azından beş tanesinin yer aldığı bu koleksiyonu gezmeyi her zaman severdim. Sicim gibi yağan yağmurla kapıya yaklaştığımda gözlerime inanamadım. Rijks Museum’un adı birleşik değil ayrı yazılmıştı. 13 Nisan 2013’teki resmi açılıştan önceki özel günlerde davetli olduğum için bana verilen saatte, belirtilen kapıda bekliyordum. Beni karşılayan görevliye, müzenin isminin neden ayrı yazıldığını sorduğumda, biraz sitemli şekilde, bunun gerçek Hollandaca olmadığını söyledikten sonra kısık bir sesle, birçok sanatçının da isminin benzer şekilde modernleştirildiğini belirtti.

 

 

 

Neredeyse on yıldan beri kapalı olan bu müze, 16. yy. ile 21. yy. arasını kapsayan beş yüzyılı ansiklopedik olarak içermeye çalışan son derece önemli bir koleksiyona sahip. İspanyol mimarlık bürosu Cruz y Ortiz tarafından yorumlanarak yenilenen ana mimari yapı, ünlü Hollandalı mimar Pierre Cuypers’in (1827-1921) özgün bir tasarımı. Hollanda kültürüyle özdeşleşmiş olan başyapıtların bulunduğu bu koleksiyonun omurgasını, Rembrandt, Vermeer, Steen, Hals, Metsu, gibi olağanüstü yaratıcıların eserleri oluşturuyor. Hollanda Sanatı’nın “Altın Yüzyılı” olarak da bilinen bu dönem neredeyse Rijks Museum ile özdeşleşmiş bir kavramdır. Resmi olarak 375 milyon avro olarak belirtilen masrafların gerçekte 400 milyonun üzerinde olduğu hakkında yazılar yayınlandı. Tuhaftır ki, iktidarda olan sağcı ve milliyetçi partilerin sürdürdüğü görsel sanat düşmanlığının zirveye vardığı bir dönemde açıldı Rijks Museum. Hollanda’nın kültürel olarak bir tür “buzul çağına” girdiğine dair çok yazıldı, çizildi. Sanata ayrılan fonların, devlet yardımlarının radikal olarak kesildiği son yıllarda, arkası arkasına birçok çağdaş sanat projelerinin iptal edilmesi, özellikle genç sanatçılar, müzisyenler üzerinde soğuk duş etkisi yaratmıştı. Çünkü araştırmalarını ancak aldıkları yardımlar, burslar sayesinde sürdüren genç yaratıcılar, bu olanaklar olmaksızın ellerinin kollarının bağlı olduğunu çok iyi biliyorlardı. Sanat düşmanlığını körükleyen sağcı partilerin ortaya attığı iddia, her normal Hollanda vatandaşının bu ülkede yaşayan sanatçılara vergileriyle yılda 1.500 avro hibe ettiğiydi. Bu sayede “ötekileştirilen” sanatçıların hazırladıkları protestolar, bu “buzul çağı” hakkında son derece önemli ipuçları veriyordu. Ama bu kara bulutlar elbette Rijks Museum gibi prestijli projelerin üzerinde dolaşamazdı. Zaten on yıldan beri kapalı olan bu müze, Amsterdam’ın ünlü esrar kahvelerinin ve genelevlerinin kapanacağının duyurulmasından sonra, yeni bir imaj atağının omurgası olarak gündeme geldi.

 

 

 

 

Yeni Rijks Museum, her şeyden önce daha kapısından adım atar atmaz insanı etkileyen bir mimariye sahip. İki ana yapıyı ustaca birbirine bağlayan mimari elemanlar izleyicileri adeta kucaklayarak onları son beş yüzyıl boyunca dünyanın dört bir yanında üretilmiş olan sanat ve zanaat eserlerinin arasında gezinmeye davet ediyor.

Koleksiyonların ana sorumlusu Taco Dibbits eskiden sanat ve zanaat eserlerini birbirinden ayıran çizgiyi ortadan kaldırarak, çok etkileyici bir sunum geliştirmeyi başarmış. Müze koleksiyonundaki başyapıtlar ve eserler bu sayede oldukça açık bir kimliğe kavuşmuşlar. Ana destekçi Philips’in üretmiş olduğu LED ışık sistemi o kadar etkileyici ki, bu güzel ışık nereden ve nasıl geliyor diye izleyiciler özellikle aydınlatma elemanlarını arıyorlar. Sanat eserlerini ve onları çevreleyen zaman diliminin zanaatını, yaşam tarzıyla birlikte izleyicilere sunan bu müze, sadece resim sanatını ön plana çıkarmıyor; heykel, mobilya ve iç dekorasyon objeleriyle o dönemin ruhunu da aktarıyor. Ortaçağdan günümüz sanatına dek geçen süre, tarih sırasına göre son derece sade ama etkileyici biçimde izleyicilere sunuluyor. Bu rasyonel ve etkileyici sunum karşısında Berlin, Paris ve Londra müzelerinin artık 19. yüzyıl mantığıyla hazinelerini sergileyemeyecekleri son derece açık. Çünkü Amsterdam’da yepyeni bir müzecilik yorumunun taze soluğu her köşede duyuluyor.

Benim keyfine vara vara dört saat ayırarak gezdiğim müzede yer alan resimlerin dönemleri ve isimlerini bildirerek, bu satırların okuyucularına Rijks Museum’un nasıl bir koleksiyonu olduğunu duyumsatmak istiyorum: 

 

                                           

                                          

 

Altın Yüzyıl (1600-1700)
Rembrandt, Gece Bekçileri, 1642 
Rembrandt, Yahudi Damat ve Gelin, 1665-69 
Vermeer, Sütçü Kız, 1660 
Hals, Mutlu Sarhoş, 1628-1630 
De Hooch, Anne Sevgisi, 1658-1660

18. yüzyıl (Rokoko) 
Beuningskamer, 18. Yüzyıl Amsterdam Kanal evinden bir oda 
Mavi Macaw, Meissen porselenleri 
Osmanlı Odası, Vanmour resimleri

19. yüzyıl
Van Gogh, Kendi resmi, 1887 
George Breitner, Beyaz Kimonalı Kız, 1894

20. yüzyıl 
Gerrit Rietveld, Til Brugman Sandalyesi, 1923 
Piet Mondrian, Trafalgar Meydanı, 1942 
Karel Appel, Köşeli Adam, 1951

En az müze kadar ünlü olan müze bahçesinde ise “Outdoor Museum” tasarımıyla ünlü Hollanda peyzajı canlandırılıyor. Burada Jeppe Hein’ın çoşkulu çeşmesi dikkati çekiyor. Yazın bu bahçeye bir Henry Moore sergisi açılacak.

Walt Disney’s Donald Duck çocuk dergisi müzenin açılışı nedeniyle özel bir sayı yayınlamış. Donald Duck, müzenin ismiyle özdeşleşmiş olan “Gece Bekçileri” resminin çalındığını keşfediyor ve onu yerine geri getirebilmek için çalışıyor. Bu hikâye nedeniyle müzede verilen çocuk davetinde müze müdürü Wim Pijbes’i bizzat görünce hiç şaşırmadım. Büyük bir coşku içinde 40 tane çocuğa müzenin nasıl restore edildiğini bizzat anlatıyordu. Müzenin lüks kafeteryasının bir metre altında deniz olduğunu, müzenin kimi kısımlarının deniz seviyesinin altında kaldığını bu sayede öğrendim.

 

 

 

Bu müzede sürprizler hiç bitmiyor. Tesadüf eseri girdiğim boş bir salonda, artık alışık olmadığımız bir tevazu ile ana destekçilerin isimlerinin vitraylarla ziyaretçilere sunulduğunu gördüm. Sanat eserlerini etkilememek için bu salona hiçbir şey asılmamış ama tavanlarında İngiliz sanatçı ve Turner ödülü sahibi Richard Wright tarafından yapılmış olan etkileyici bir tavan resmi dikkati çekiyordu. Müze müdürü Pijbes, fotoğraf çekmenin serbest olduğu, her salonundaki serbest internet sayesinde gösterilen objelerin, eserlerin en ince detaylarının öğrenilebileceği bir mekân yaratmayı başarmış. Bu yetmediği gibi internet üzerinde birçok eserin yüksek çözünürlüklü fotoğrafları isteyenin özel ihtiyaçları için kullanılabileceği şekilde izleyicilere sunulmuş.

Rijks Museum’u bu kadar detaylı olarak anlatmamın nedeni, bir devlet koleksiyonu olduğu için günümüze dek kalabilecek bu eserlerin, başyapıtların, sanatın en uzak rotayı gösterme gücünü temsil etmesiydi. Ne yazık ki, kesilerek küçültülen dört buçuk metre uzunluğundaki “Gece Bekçileri” (1642) resmi karşısında bu güç kendisini o kadar açık bir şekilde duyumsatıyordu ki, sanatın vazgeçilmez bir yaşam nedeni olduğu ortaya çıkıyordu. İtiraf etmek zorundayım ki, ben böylesine bir duygu yoğunlaşmasının benzerini çağdaş sanat karşısında henüz duyumsayamadım.

Giriş bedeli yetişkinler için 15 avro. 18 yaşın altında herkese 365 gün boyunca serbest giriş.

www.rijksmuseum.nl/



Dr. Necmi Sönmez’in  www.lebriz.com’da 23 Nisan 2013’te yayımlanan aynı başlıklı yazısı: http://www.lebriz.com/pages/lsd.aspx?lang=TR&sectionID=17&articleID=1107



[1] Max Horkheimer, Akıl Tutulması, Çeviren: Orhan Koçak, Metis Yayınları, 1. Baskı 1986, 2. Baskı 2010. 

çağdaş sanat, müze, Çağdaş Türk Sanatı