Sanat Lüksten mi İbarettir?

 

 

Lüks ürün sektöründe faaliyet gösteren büyük finans gruplarının çağdaş sanat alanında oynadıkları rol petrol zengini despotlarınki kadar bile mesele edilmiyor. Geleneksel olarak “radikal” tutumlara ve söylemlere meyilli olan entelektüellerin, eleştirmenlerin ve sanatçıların bu durumda payı olduğu ortada. Sermayenin suyunu çekeceğinden öylesine korkuyorlar ki elleri kolları bağlanmış gibi – sanki ufacık bir itiraz cüzdanlarının boşalmasına sebep olacak. Laf sponsorluk düzenine gelince, normalde dobra, hatta zaman zaman isyankâr olmakla tanınan bu sosyal çevre birdenbire sessizliğe bürünüyor. Şu ya da bu sponsorun (yani, “haminin”) çıkarsızlığı hakkında şüpheler belirdiği anda, “herkesin her şeyin farkında olduğu ama başka bir alternatif olmadığı” cevabı –ünlü TINA (Başka alternatif yok) argümanı– hemen imdada yetişiyor. Dolayısıyla, bizzat aynı finans gruplarının başı çektiği bir kriz yüzünden yoksullaşan devlet, sanat dünyasını zenginlerin kapısında dilenmeye mahkûm ediyor.  

Kendimizi fazilet timsali olarak sunmak gibi bir niyetimiz yok. Aramızda, hayatında bir kez olsun özel bir vakıf tarafından düzenlenen bir etkinliğe katılmayan var mı? Lakin, Fransa’nın en zengin şirketleri sanatsal üretime hükmetmek için birbirleriyle yarışırken, özel fonların lehine sunulan bildik argümanlar kulağa iyiden iyiye inandırıcılıktan uzak ve riyakârca geliyor.

Sponsorlar tarafından finanse edilen sanat etkinlikleri, “sponsor” şirketin ticari faaliyetleri ile onun adını taşıyan vakfın kültürel faaliyetleri arasında bir geçirmezlik duvarı, koruyucu bir kalkan olduğunda ısrarcılar. Bir zamanlar kendilerini ön plana çıkarmadan sanata destek olan mesenler vardı gerçekten. Adlarının üçüncü sayfanın altında sekiz puntoluk harflerle anılması, anıtsal binaların dikkat çekmeyen bir köşesine adlarına bir plaket yerleştirilmesi ya da açılış konuşmasında kendilerine teşekkür edilmesi onlara yetiyordu. Fakat içinde yaşadığımız sansasyonel duyurular, şaşaalı partiler ve dev reklam kampanyaları çağında sponsorlar artık sanatçılara açık çek verip kenara çekilmekle yetinmiyor: onlara Champ-Elysées’deki butiklerinin dekorasyonunu ya da Tokyo şubelerinin açılışının sahne düzenlemesini yaptırıyorlar. Çanta dükkânını galeriden ayıran tek şey incecik duvarlar ve sanat eserlerini, tıpkı onlar gibi kaideler üzerinde sergilenen aksesuarlardan ayırt etmek mümkün değil. Lüks butikler kendilerini, sanatın meta, dolayısıyla metaların da sanat olduğu; meta olan her şeyin –demek ki her şeyin– aynı zamanda sanat olduğu bir dünyanın prototipi olarak sunuyorlar. Sanat piyasasının yeni efendileri, yollarına döktükleri altınlar sayesinde en saygın uzmanları ve küratörleri bile baştan çıkarmayı başararak kamusal kurumlarımızın entelektüel fukaralığına katkıda bulunmuş oldular. Üstüne üstlük bunu, söz konusu kişiler diledikleri bir sanat türünde gönüllerince çalışabilsinler diye yapmıyorlar: hiç çekinmeden işlerine karışıyorlar; ne de olsa bu işlerden çok büyük çıkarları var.

 

 

 

Kurumsal ilişkiler ile sanat faaliyetleri arasında hiçbir koruyucu kalkan olmadığı gibi, bu insanların sunduğu desteğin masum ya da çıkarsız bir yanı da yok. Bu şirketlerin çalışanları bize mesenliğin çok köklü ve soylu bir gelenek olduğunu hatırlatmak için ellerinden geleni yapıyorlar. Şairlerin hassas ruhlu dostu Romalı Maecanas’a kadar gerilere gitmeseler de, Sir Pinault’nun ve Arnault’nun hakkıyla temsil ettikleri bu soylu geleneğin öncülleri olarak Lorenzo de Medici’yi, Jacques Doucet’i ve Peggy Guggenheim’ı sayıyorlar. Bu insanların, gazetelerin ekonomi sayfalarından gayet iyi tanıdığımız iş adamları değil de, kültür sayfalarının bizlere sunduğu gibi aydınlanmış sanat sevdalıları olduklarını bir an için varsaysak bile, gerçekler gün gibi ortada.

Hakiki hayırseverliğin özü hediyedir: safi harcama, Bataille’ın terimleriyle söyleyecek olursak “verimli olmayan harcama”. Gerçek mesenler para kaybederler ve itibarlarını tam da buna borçludurlar. Oysa, ne Pinault ne de Arnault sanata yatırdıkları paralardan ötürü beş kuruş kaybediyor. Bilakis, kazançlarının hasbelkader şu ya da bu vergi cennetine istiflemedikleri kısmından vergi muafiyeti elde etmekle kalmıyor, aynı zamanda mallarını satabilecekleri, ve böylece daha fazla kâr edebilecekleri alanlara sahip olmuş oluyorlar. Geçici olarak para yatırdıkları bir avuç sanatçının hissesini yükseltmekten başka hiçbir amaca hizmet etmeyen etkinlikler düzenlemek için halkın parasını çarçur ediyorlar. Zincirin her bir halkasını kendilerine mal ederek; kimilerini şöhret yapıp kimi şöhretleri alaşağı ederek piyasayı dilediklerince şekillendiriyorlar. Kısacası, nakde himmetle karşılık veren büyük kamu kurumlarının etkin işbirliğiyle spekülasyon yapıyorlar. Halihazırda zaten Fransa’nın en zenginleri arasında olan bu şirketler sanat yoluyla paralarına para katıyorlar. Kendilerini soylu hamiler olarak lanse eden bu şahıslar aslında spekülatörden başka bir şey değiller. Bunu bilmeyen var mı? Peki ya dile getirebilen kaç kişi?

 

 

 

Bu tarz bir mali desteği savunmak adına girişimci ruha saygı çağrısında bulunmak ve Fransa’nın endüstriyel çıkarlarından dem vurmak iyice abes. Yaratıya katkılarından ötürü CAC 40 borsa endeksinın başını çeken bu şirketlere itibar etmemiz gerekmez mi? Endüstrinin, ana gündem maddesi olmaktan uzun bir süre önce çıktığını anlamak için Pinault’nun Kering’i veya Arnault’un LVMH’si gibi finans gruplarının tarihçesine kısaca göz atmak yeterli. Bu gruplar alenen ve tamamen mali bir politika izliyorlar. Şirket alım satım kararlarına yön veren yegâne şey, kâr mantığı. Bütün çalışma hayatlarını adadıkları La Redoute’dan yakın zamanda atılan bin küsur kadın bunu bizzat yaşayarak öğrenmiş oldu. Büyük şirketler bu gerilimli akışta fabrikalarını kaybettiler; endüstriyel üretimlerini Güneydoğu Asya’ya (Asian Jungle) terk ettiler. Arnault’nun Belçika vatandaşlığına geçmek için attığı muhteşem taklaların da ortaya koyduğu üzere, sinekten yağ çıkarmak ve vergi kaçırmak gibi üç kuruşluk politikaların ulusal çıkarlarla hiçbir alakası yok. Kâr paylarını ve kısa dönemli kârı saplantı haline getiren bu politika, son elli yılın en ağır ekonomik krizine sebep olarak koskoca ülkeleri çökertti ve milyonlarca Avrupalı komşumuzu sefalet ve çaresizliğe mahkûm etti. 

Bu yeni prenslerde vücut bulan kapitalist ahlaksızlığı kafaya takmamamız söyleniyor. Bu sanat faaliyetlerinin onlar için çok bir önemi olmadığı, onların bambaşka bir seviyede faaliyet gösterdikleri söyleniyor. Fakat, bu kinik argüman ince bir ayara tabi tutulan medyanın önemini göz ardı ediyor. Yeni girişimci kültür, tanıtım etkinliklerine yeni bir tanrıymışçasına iman ediyor. Finans ve iletişim, endüstriyel tesislerin ve satış gücünün yerini aldı. Sanatın iyisi de kötüsü de (çoğu zaman kendi zararına, bazen de kendisine rağmen) etkinliklere vesile olabiliyor. Para piyasaları gibi dalgalanıp duran sanatın hareketi borsa değerlerininkini andırıyor. Hızın hayalini kuran, akışa endeksli bir kültürde sanat, arzu nesnesi profiline mükemmelen uyuyor. Sanat etkinliklerini varoluşsal projeleri olarak lanse eden mali konsorsiyumlar için kusursuz bir vitrin işlevi görüyor. Ve bu neoliberal simbiyozun gerçekleşebilmesi için sanatçıların özerkliklerinden vazgeçip sanatlarının soğurulmasına izin vermeleri yeterli. Öyleyse günümüzde geçerli olan akademizmin tamamıyla tasarlanmış olmasında şaşırtıcı bir yan yok: modaya uygun ve hazmetmesi kolay; şaşırtıcı ve fotojenik; müzenin beyaz küpünde kolayca paketlenebilen ve bu finansçıların göz boyayan kalelerinin zindanlarında salıverilmesinde hiçbir sakınca olmayan bir akademizm. Milyarderlerimizin özel müzeleri günümüzün endüstri saraylarıdır.  

 

 

Olafur Eliasson, Inside the Horizon, 2014

 

Bizim varlığımızdan devşirdikleri meşruiyetin ve bizim eserlerimizi temellük etmelerinin, stratejilerinde önemsiz bir yer tuttuğuna inanmamız mümkün mü? Aramızda kendini yalnızca solcu olarak değil, aynı zamanda Marksist ve devrimci olarak tanımlayanlar da var. Bu türden bir kaçamak cevapla yetinmemiz mümkün mü? Düşmanın sahip olduğu muazzam güç onu dostumuz mu yapıyor yoksa? Entelektüel mesleklerin fukaralaştığı, sosyal devletin çözüldüğü bu kitlesel işsizlik ve korkak hükümetler çağında sanatçılar, yazarlar, düşünürler, küratörler ve eleştirmenler olarak bu mali Leviathan’lardan birinin marka değerini yükseltmesine katkıda bulunarak imajını tazelemesine yardımcı olmaktan daha iyi bir işimiz yok mu? (Centre Pompidou’nun, yakın zamanda açılan aşırı-zengin bir vakfın yıldız mimarı Frank Gehry’nin şerefine bir sergi düzenlediği) böylesi bir zamanda, kamusal kurumlara, “sanatsal” tercihlerine iltifat ederek büyük sermaye gruplarının çıkarlarına hizmet etmekten vazgeçmeleri çağrısında bulunmanın önemine inanıyoruz. Ahlak dersi vermek gibi bir niyetimiz yok. Maksadımız uzun zamandır ertelenen bir tartışmayı başlatmak ve Louis Vuitton Çağdaş Sanat Vakfı’nın açılışını neden kutlanacak bir olay olarak görmediğimizi izah etmek.

 

Pierre Alferi, Giorgio Agamben, Madeleine Aktypi, Jean-Christophe Bailly, Jérôme Bel, Christian Bernard, Robert Cahen, Fanny de Chaillé, Jean-Paul Curnier, Pauline Curnier-Jardin, Sylvain Courtoux, François Cusset, Frédéric Danos, Georges Didi-Huberman, Suzanne Doppelt, Stéphanie Éligert, Dominique Figarella, Alexander García Düttmann, Christophe Hanna, Lina Hentgen, Gaëlle Hippolyte, Manuel Joseph, Jacques Julien, Suzanne Lafont, Xavier LeRoy, Philippe Mangeot, Christian Milovanoff, Marie José Mondzain, Jean-Luc Nancy, Catherine Perret, Olivier Peyricot, Paul Pouvreau, Paul Sztulman, Antoine Thirion, Jean-Luc Verna, Christophe Wavelet  

 

Kunstkritikk’te yayınlanan “Is Art a Mere Luxury Good?” başlıklı makaleden çevrilmiştir. Anna De Filippi ve Lucie Mercier tarafından İngilizce’ye çevrilen bu makale orijinal olarak 20 Ekim 2014 tarihinde “L'art n'est-il qu'un produit de luxe?” başlığıyla Mediapart’da yayınlanmıştır.  

 

sanat hamileri