Son yıllarda en çok mimarlık zarara uğradı. Sadece bizim ülkemize özgü bir durum değil bu; eski yapılar yıkıldı, yenileri inşa edilmedi. Dolayısıyla, tüm dünyada konut sıkıntısı yaşanıyor. Savaş sonrasında insanlar yeniden işe koyulduklarında, enerjilerini öncelikle ihtiyaç maddelerine yönelttiler, arkasından sermayenin doğrultulmasına, evlerin yeniden inşasına sıra geldi. 1812 yangını nasıl Moskova'nın güzelleşmesine vesile olduysa, savaşların ve devrimlerin tahribatı da eninde sonunda mimarlıkta bir hamle için itici güç oluşturacak. Başka ülkelerle kıyaslandığında, Rusya'da imha edilecek kültürel malzeme pek fazla değildi ama tahribat daha büyük oldu ve yeniden inşa öteki ülkelerle kıyaslanamayacak kadar zor. Bu durumda sanatlar arasında en anıtsalı sayılan mimarlığa ayıracak zamanımız olmaması saşırtıcı değil.
Lev Troçki
Şu sıralarda kaldırımları tamir etmeye, kanalizasyon boruları döşemeye, bize miras kalan yarım kalmış evleri tamamlamaya yeni başladık; ama daha işin başındayız. Ziraat Sergisi'ni ahşaptan inşa ettik. Büyük ölçekli binalar yapmayı ertelemek zorundayız. İstemeden de olsa, Tatlin gibi devasa projelerin yaratıcılarına tasarımlarını yeniden düşünmeleri, gözden geçirmeleri ve kökten sorgulamaları için zaman tanımış oluyoruz. Fakat önümüzdeki onlarca yıl boyunca eski kaldırımlarla evleri onarmakla yetineceğimiz de zannedilmesin. Her süreç gibi bunda da bir onarım, yavaş bir hazırlık ve gücünü toparlama döneminin arkasından hızlı bir gelişme dönemi gelecek. Bir kez hayatın acil ve vahim gereksinimleri karşılandıktan sonra, Sovyet devleti çağımızın anıtsal ruhunu gereğince ifade edecek devasa binalar inşa etme sorununa da eğilecek. Tatlin, projesinde ulusal stillere, alegorik heykellere, örneğe göre yapılmış monogramlara, süslemeli ve kuyruklu yazılara yer vermemekte; tasarımını malzemenin doğru kullanımına tabi kılmakta kuşkusuz haklıydı. Çoktandır makineler, köprüler ve kapalı pazar yerleri böyle inşa ediliyor. Ne var ki, Tatlin kendi icadı olduğu anlaşılan, ekseni etrafında dönen, camdan yapılmış küp, piramit ve silindir fikrinin doğruluğunu bize kanıtlamalı. İyi ya da kötü, koşullar ona kendini savunması için yeteri kadar zaman tanıyacak.
De Moupassant, kimse ona katılmak zorunda olmasa da, Eyfel Kulesi'nden nefret ediyordu. Hiç şüphesiz, Eyfel Kulesi iki farklı izlenim yaratıyor: formunun teknik yalınlığının çekiciliği ve amaçsızlığının iticiliği. O, yüksek bir strüktür inşa edilirken akılcı malzeme kullanımının en uç örneği. Fakat ne işe yarıyor? Bir bina değil, bir egzersiz. Herkesin bildiği gibi, şu sıralarda Eyfel Kulesi bir radyo istasyonu olarak işlev görüyor. Bu ona bir anlam katıyor ve estetik bütünlüğünü artırıyor. Eğer kule ta baştan bir radyo istasyonu olarak inşa edilmiş olsaydı, muhtemelen formu daha akılcı olacaktı ve dolayısıyla sanatsal mükemmeliğe daha fazla yaklaşacaktı.
Vladimir Tatlin, Üçüncü Enternasyonal Anıtı, 1920
Eyfel Kulesi ile kıyaslandığında, Tatlin'in projesi tatminkâr olmaktan daha da uzak. Cam binanın amacı, Halk Komiserliği Dünya Konseyi, Komünist Enternasyonal vs. toplantıları için bir genel merkez oluşturmak. Fakat cam silindirle piramidin –başka bir amacı da olmayan– taşıyıcıları öylesine ağır ve hantal ki, inşaat bitince sökülmeden kalmış bir yapı iskelesine benziyor. Ne işe yaradıklarını anlamak mümkün değil. Dedikleri şu: toplantıların yapılacağı kendi ekseni etrafında dönen silindiri taşıyacaklar. Buna verilecek cevap şu: toplantıların bir silindirin içinde yapılması gerekli olmadığı gibi, dönmeleri de gerekmiyor. Çocukken bir bira şişesinin içinde inşa edilmiş bir ahşap tapınak gördüğümü hatırlıyorum. Bu, hayal gücümü kışkırtmasına kışkırttı ama ne işe yaradığını kendi kendime sormayı o zaman akıl edememiştim. Tatlin bunun tersi bir yöntem kullanıyor; Halk Komiserliği Dünya Konseyi için, spiral biçiminde bir tapınağın içine yerleşecek bir bira şişesi tasarlamak istiyor. Fakat şimdi artık şu soruyu sormaktan kendimi alamıyorum: Ne uğruna? Doğrusu, binanın silindir biçiminde olmasını ve dönmesini kabul edebilirdik, eğer ki konstrüksiyonu yalın ve hafif olabilseydi; yani dönme için gereken düzenleme, asıl amaca baskın olmasaydı. Heykelin sanatsal önemini vurgulayarak onu yorumlayan Jacob Lipschitz'in öne sürdüğü görüşlere katılmak da mümkün değil. Heykel, farazi bağımsızlığını kaybetmelidir; çünkü bu öyle bir bağımsızlık ki, hayatın arka bahçesine itilmek veya ölü müzelerde ot gibi varlığını sürdürmek anlamını taşıyor. Heykel mimarlıkla ilişkisini canlandırıp, daha yüksek bir sentez oluşturarak onunla birleşmelidir. Yani geniş anlamıyla, heykel işe yaramalıdır. İyi öyleyse. Fakat Lipschitz'in tarif ettiği heykele nasıl bu açıdan yaklaşılacağı pek açık değil. Benim elimde bir heykelin fotoğrafı var, birbirleriyle kesişen düzlemlerden oluşuyor [..] Bugün bize deniyor ki, her ne kadar bu heykel işe yaramasa da, hiç olmazsa 'maksatlı'. Bu nasıl oluyor? Maksatlılığı değerlendirmek için maksadın ne olduğunu bilmek gerek. Fakat durup da bu düzlemlerle sivri formların maksatlılığını ya da olası işe yararlığını düşününce, insan şu sonuca varmaktan kendini alamıyor: Nihayetinde böyle bir heykeli şapka askısı diye kullanmak mümkün. Fakat yine de, eğer heykeltıraş baştan bir şapka askısı yapmak isteseydi, maksada daha uygun bir form bulurdu. Her neyse, bir şapka askısı olarak kullanılmak üzere heykelin alçı kalıbının çıkarılmasını da doğrusu istemeyiz.
[...]
Kuşku yok ki şehir bahçelerinin, örnek evlerin, tren yollarının, limanların planlanması gibi büyük ölçekli işler gelecekte –zaman ilerledikçe daha fazla– mühendis mimarlar kadar, büyük halk yığınlarını da yaşamsal olarak ilgilendirecek. Bir nesilden ötekine, tuğla tuğla, karınca yuvaları gibi fark edilmeksizin çoğalan mahalleler ve sokaklar yerlerini, elde harita ve pusulayla tasarlanan devasa köy-kentlerin inşasına bırakacak. Ve bu pusulanın çevresinde geleceğin hakiki halk partileri meydana gelecek, tutkuyla ajitasyon yapacak, toplantılar düzenleyecek ve oy toplayacak. Bu mücadelede mimarlık da yeniden kitlelerin hissiyatına ve mizacına özgü ruhla dolacak, hatta onu daha öteye taşıyacak. İnsanlık kendi kendisini estetik bakımdan eğitecek; dünyaya baktığında, onu hayatın en mükemmel formlarını verebileceği itaatkâr heykel çamuru olarak görmeye alışacak. Sanatla sanayi arasındaki duvar yıkılacak. Geleceğin stili şekillendirici olacak, süslemeci değil. Bu noktada fütüristlere hak vermeli. Fakat bunu sanatın tasfiyesi, tekniğe teslimiyeti olarak da görmemek gerek.
[...]
Yalnızca sanatla sanayi arasındaki değil, aynı zamanda sanatla doğa arasındaki duvar da yıkılacak. Fakat Jean-Jacques Rousseau'nun ifade ettiği, sanatın doğaya yaklaşması anlamında değil, doğa giderek daha 'yapay' olacak. Dağların, nehirlerin, tarlaların, çayırların, steplerin ve kıyıların şimdiki halleri nihai değil. İnsan çoktandır doğanın haritasını değiştiriyor. Üstelik bu değişiklikler ne küçük ne de önemsiz. Ama gelecekte olacaklarla kıyaslandıklarında acemi işi gibi görünüyorlar. İman, dağları yerinden oynatmayı sadece vadeder. Halbuki hiç bir şeyi 'imana' bırakmayan teknoloji buna kadir. Şimdiye kadar açılan madenler ve tüneller bunu gösteriyor; gelecekte, genel bir sanayi ve sanat planı uyarınca, çok daha büyük ölçekte işler kotarılacak. İnsan, dağları ve nehirleri yeniden düzenlemekle uğraşacak ve ısrarla, defalarca doğada iyileştirmeler gerçekleştirecek. Sonunda yeryüzünü yeniden inşa etmiş olacak: kendi imgesinde olmasa da, en azından kendi beğenisine uygun olarak. Beğenisinin kötü olacağına dair en ufak bir korkumuz yok.
Leon Trotsky, Literature and Revolution, ed. William Keach, çev. Rose Strunsky (Chicago: Haymarket Books, 2005) s. 200-204. 1924'te yazılıp, 1925'te İngilizce'ye çevrilen kitabın "Revolutionary and Socialist Art" başlıklı sekizinci bölümünden alınan bu pasajlara internetten de ulaşmak mümkün: www.marxists.org