Resim ve Heykel Müzesi, hayatı boyunca varla yok arasında devindi. Ama hiçbir zaman yok olmadı. Kurulduğu günden bu yana hep konuşuldu, eleştirildi, övüldü, soruldu, sorgulandı. Dikmen’in, Berk’in, Gezer’in, Erbil’in, Mutlu’nun, Özşen’in elleriyle var oldu. Akademi’nin desteğiyle var oldu. Sonunda bu kamusal mekânı, onun koruduğu ve sergilediği tarihi ve sanatı talep edenlerle var oldu. Hiçbir zaman özel bir alan olmadı. Belki devrim yapmadı, ama tortu tortu biriken mücadelesiyle belleklere nakşoldu. Belki tarih yazmadı, ama hafızalardan silinmeyecek bir hikâyesi oldu. Bu geçmiş, belki yakın zamana kadar önem taşımıyordu. Ama sanatın yönetildiği, sanatın tarihinin özel saiklerle yazıldığı bir dönemde, ona daha da çok ihtiyaç duyuluyor. Modernizmin ötesine onu tanıyamadan ve onunla hesaplaşmadan geçmeye çalıştıkça, sanatın içi boşalıyor. Boşaldıkça da sanayide olduğu gibi paketleri değişik, içleri benzer ürünler çoğalıyor. Bu yüzden modernliğin eleştiri ve kamusallık kültürü üzerine inşa edilmiş sanatsal bir miras üretmek de güçleşiyor.
Kamusallığı bir kurumdan, devletten, merciden, hukuktan, kanundan talep etmek, kavramın doğasına aykırıdır. Kamusallığı biz üretiriz. Özel, öznel, konformist alanlarımızdan çıkarak iyiyi tasarlamaya niyetlendiğimizde, hemen, bugün ve şimdi olmasa da zamanla, kamusal alanın verimli, yaratıcı etkisinin dönüştürücülüğüne kapılırız. Resim ve Heykel Müzesi’nin hikâyesi de bize bunu gösteriyor. Sanatın kamusal varlığını yeniden yaratmayı vadediyor. Resim ve Heykel Müzesi belli bir dönemin tarihi için değil, şimdinin hafızası için var olmayı sürdürüyor.
Ayşe H. Köksal, Resim ve Heykel Müzesi: Bir Varoluş Öyküsü (İstanbul: İletişim Yayınları sanathayat dizisi, 2021) s. 297-298.