Aşağıdaki metin, Loïc Wacquant’ın “Three Steps to a Historical Anthropology of Actually Existing Neoliberalism” (Social Anthropology/Anthropologie Sociale [2012] 20) başlıklı yazısından kısaltılarak çevrildi.
Neoliberalizm İncelemelerindeki İki Kutup: Piyasanın Üstünlüğü ve Yönetimsellik
Neoliberalizm antropolojisinin iki kutba ayrılmış olduğunu düşünüyorum: Bir yanda, (neo-klasik ve neo-Marksist) piyasanın üstünlüğü çeşitlemelerini temel alan hegemonik ekonomik anlayış var, diğer yanda Foucault’dan mülhem yönetimsellik kavramı türevlerinin teşvik ettiği karşıt yaklaşım. Bu iki görüş hayli verimli araştırma gündemlerine kaynaklık etti ama birbirinin yansıması olan kusurlarla maluller: İlki fazlasıyla dar, kurumları göz ardı ediyor ve neoliberalizm söylemini olduğu gibi kabul etmesiyle savunmacı [apologetic] bir tutuma meylediyor; diğeri ise aşırı derecede geniş ve ayrımsız, neoliberal virüsü kapmış kurumlarla dolup taşıyor ve eleştirel solipsizme meylediyor. İlk yaklaşıma göre neoliberalizm, nihai düşünce tarzı olarak neo-klasik ekonominin; her türlü mübadeleyi düzenleyen ideal ve değişmez tertibat olarak da piyasanın dayatılmasıdır.[1] İkinci yaklaşıma göreyse neoliberalizm, çok farklı türdeki rejimlerle uyum içinde işleyebilen ve hayatın her alanına sızan, ona karşı çıkmayı mümkün kılacak sağlam bir dış zemin bile bırakmayan, her şekle giren değişken bir siyasi rasyonalitedir.[2] Bu iki görüş, ilginç biçimde, neoliberalizmde “neo” olanın ne olduğunu karanlıkta bırakma noktasında birleşiyor: piyasaların kurgusunu gerçek ve tutarlı hale getirecek öznellikleri, toplumsal ilişkileri ve kolektif temsilleri etkin biçimde imal eden esas fail olarak devletin yeniden yapılandırılması ve yeniden konuşlandırılması.
Neoliberalizme yönelik ekonomik, daha doğrusu ekonomist yaklaşımın hâkimiyeti ortadadır.[3] Örneğin Colin Crouch’a göre,[4] mavi yakalı işçi sınıfının gerilemesi, finans sermayesinin yükselişi, yeni iletişim teknolojilerinin yaygınlaşması ve ekonomik akışların ulusal sınırlar arasında serbestleşmesi süreçlerinin birleşmesi, “kısa vadeci, tam piyasacı, kısıtlamasız bir kapitalizm biçimi”nin habercisidir. Yeni ortaya çıkan “neoliberal konsensüs şartları”, “Keynesçi politikaların dünya çapında terk edilmesi”ni içermekte, “devletin içinin boşaltılması ve devlet işlevlerinin giderek özelleştirilmesi”ne yol açmaktadır.[5] Keza David Harvey’ye göre de, “neoliberalizm en başta, insan esenliğini sağlamanın en iyi yolunun, bireysel girişim özgürlüklerini ve becerilerini, sağlam özel mülkiyet haklarıyla, serbest piyasa ve serbest ticaretle nitelenen kurumsal bir çerçeve içerisinde serbest bırakmak olduğunu savunan bir politik ekonomi uygulamaları teorisidir. Devletin rolü, bu türden uygulamalara uygun düşecek kurumsal çerçeveyi yaratmak ve muhafaza etmektir.”[6] Neoliberalizme geçiş, “kuralsızlaşma, özelleştirme ve devletin birçok tedarik alanından çekilmesi”ni içeren üçlü bir karışımı gerektirir. Pratikte devletler bu “küçük devlet” kalıbından yalnızca kapitalist girişimler için elverişli bir ortamı teşvik etmek, finansal kurumları himaye etmek ve “mülksüzleştirme yoluyla birikime” yönelen neoliberal hamleye karşı halk direnişini bastırmak amacıyla sapar.
Neoliberalizm antropolojisi büyük ölçüde bu şemayı dünyadaki farklı ülkelere aktarmaktan veya piyasanın üstünlüğündeki kültürel eklentileri ve toplumsal ilişkileri kıta ölçeğine taşımaktan oluşuyor.[7] Latin Amerika bu yaklaşımın uygulandığı en gözde saha, eski Sovyet bloku ülkeleri ile Afrika onu takip ediyor. Mesela James Ferguson, “neoliberal dünya düzeninde Afrika” üzerine kapsamlı çalışmasında neoliberalizmi tipik biçimde devletin geri çekilmesi ve piyasanın genişlemesi üzerinden tarif ediyor.[8]
Neoliberalizmi tümden yekpare olmasa da bütünlüklü bir yapı olarak gören bu “derli toplu” neoliberalizm anlayışına karşı, yönetimsellik kavramıyla çalışanlar “dağınık” bir neoliberalizm tablosu öne sürüyor: nüfusları ve halkları şekillendirmeyi amaçlayan hesapçı mefhumlardan, strateji ve teknolojilerden oluşan akışkan ve esnek bir yığılma. Bu gözle bakıldığında neoliberalizm, bir ekonomi ideolojisi veya politika paketi değildir; yalnızca yönetenlerin faaliyetlerini değil, bizzat yönetilenlerin davranışlarını, hatta kendileriyle ilgili fikirlerini, rekabet, verimlilik ve fayda ilkelerine göre “yapılandırma ve düzenleme” eğiliminde olan “genelleşmiş bir normallik”, “küresel bir rasyonalite”dir.[9] Yönetimsellik kavramıyla çalışanlar, yönetme mekanizmalarının devlette bulunmadığını, toplumun tüm kesimlerinde, hatta ulusal sınırlar arasında dolaşıma girdiğini vurgularlar. Bu doğrultuda, “davranışların yönetilmesi”ne yönelik neoliberal tekniklerin yayılma ve birbirine bağlanma süreçlerini takip etmek için, beden, aile, cinsellik, tüketim, eğitim, meslek, kentsel mekân vb. gibi benlik üretiminin çok çeşitli sahaları arasında yatay çalışma yürütürler.[10] Ayrıca, olumsallık, özgüllük, çoğulluk, karmaşıklık ve (Deleuze’den mülhem “asamblaj” parolasıyla eşsizlik kazanan) etkileşimli birleşimler üzerinde durmayı severler: Büyük harfle yazılacak tek bir Neoliberalizm yoktur onlara göre, neoliberal uygulama ve fikirlerin yerel koşullarla ve formlarla durmadan melezlenmesine dayanan sonsuz sayıda küçük neoliberalizmler vardır.
Yönetimsellik yaklaşımındaki sorun, neoliberalizme ilişkin “hesaplama yoluyla yönetme”[11] tarifinin özgüllükten yoksun olması; öyle ki, bu tarifle neoliberalizm, asgari yönetim becerisi gösteren herhangi bir rejimle veya Batı modernliğine toptan damgasını vurmuş olan rasyonalizasyon ve bireyleşme güçleriyle dönemdaş olabilir. Yönetme ve davranış teknolojilerinin oradan oraya “taşınması” ve “değişim geçirmesi”, neoliberalizmin hem her yerde hem de hiçbir yerde bulunmaması demektir. Neoliberalizm salt süreçlerden ibaret olur, bir içeriği kalmaz; bir esası, örüntüsü veya yönü olmaksızın, sürekli akış halinde görünür. Sonuçta yönetimsellik ekolü, altüst etmek istediği ekonomik ortodoksininki kadar zayıf bir neoliberalizm anlayışı sunar.
Piyasaya Uyumlu Devlet İdaresi Olarak Neoliberalizm
Ben bu iki kutbun ortasındaki yolu izlemeyi öneriyorum: Neoliberalizm, 1938’de Paris’te toplanan Walter Lippman Kolokyumu ile 1947’den sonra Mont Pelerin Cemiyeti’ne bağlı ulusaşırı “düşünce topluluğu” aracılığıyla düşünsel temellerinin atılmasından,[12] 20. yüzyılın sonlarındaki çeşitli tarihsel tecessümlerine ve 2008 sonbaharındaki mali krizin ardından paradoksal biçimde yeniden olumlanmasına kadar, “oldum olası açık uçlu, çoğul ve uyarlanabilir bir proje olmuştur”,[13] ama buna rağmen onu ayırt edilir ve seçilebilir kılan kurumsal bir nüvesi vardır. Bu nüve, devletin, piyasanın ve yurttaşlığın eklemlenmesinden oluşur: devleti, yurttaşlığa piyasanın damgasını vurmaya sevk eden bir eklemlenimdir bu. Dolayısıyla analiz çerçevesine bu üçünün de dahil edilmesi gerekir. Neoliberalizme piyasa merceğinden bakan yaklaşımlardan ayrıldığım nokta, (siyasi) araçlara (ekonomik) amaçlar karşısında öncelik vermem; yönetimsellik çerçevesinden ayrıldığım nokta ise, devlet dışı mantık ve teknolojiler karşısında devlet idaresine öncelik vermem ve devletin piyasaya uyumlu politikaları aracılığıyla yurttaşlığın sınırlarını ve tabiatını etkin şekilde yeniden kalıba sokmasına odaklanmam. Bence Bourdieu’nün pek bilinmeyen bürokrasi alanı kavramı, devletin neoliberal devrimi tepeden yürüten bir tabakalaştırma ve sınıflandırma makinesi olarak yeniden yapılandırılmasını anlamamıza yardımcı olacak etkili bir araç sağlıyor. Bu dönüşümü üç tezle özetleyebiliriz.
1. tez: Neoliberalizm ekonomik değil siyasi bir projedir; devletin dağıtılmasını değil yeniden yapılandırılmasını içerir.
Bunun üç temel sebebi var. Birincisi, piyasalar her yerde ve her zaman siyasi yaratımlar olagelmiştir: Güçlü siyasi otoriteler tarafından kurulup gözetilmesi, kapsamlı yasal ve idari mekanizmalarca (ki bunlar modern çağda devlet kurumlarına denk düşer) desteklenmesi gereken kurallara göre işleyen, ücret temelli mübadele sistemleridir.[14] İkincisi, toplumsal tarihin gösterdiği ve Emile Durkheim ile Marcel Mauss’tan Karl Polanyi ile Marshall Sahlins’e kadar toplum kuramının da ayrıntısıyla işlediği gibi, toplumsal ilişkiler ve kültürel inşalar zorunlu olarak ekonomik mübadelelere zemin teşkil eder ve insanlar piyasa müeyyidesi koşullarından genellikle rahatsızdır: Piyasaya direnişin üstesinden gelmek ve piyasa koşullarından kaçış stratejilerini dizginlemek için devletin devreye girmesi gerekir. Üçüncüsü, neoliberalizm kavramını ortaya atan ulusaşırı Geistkreis topluluğunun tarihyazımı açıkça gösteriyor ki, 1930’lardaki krize dayanan kökenlerinden itibaren neoliberalizm, 19. yüzyıl liberalizmini yeniden canlandırmaya değil, onun kusurlu devlet anlayışını aşmaya çalışmıştır.[15] Neoliberalizmin kökeni çifte bir karşıtlığa dayanır: hem ekonomik sorunlara yönelik kolektivist çözümlere (ilkin sosyalist, ardından Keynesçi çözümlere) karşıdır, hem de klasik liberalizmin minimalist ve negatif “bekçi devlet” anlayışına. Neoliberalizm, devleti ıslah etme; süregelen bir siyasi yaratım olarak piyasayı etkin biçimde besleyip teşvik edecek bir odağa sokma derdindedir.
2. tez: Neoliberalizm, bürokrasi alanının sağa doğru yönlendirilmesini gerektirir ve bir Sentor-devlet [Centaur-state] doğurur.
Devlet “geri çekilmek” “veya “boşaltılmak” yerine fiilen yeniden inşa edilip konuşlandırılıyorsa, bu revizyonu nasıl kavramak lazım? Bourdieu’nün,[16] kamu mallarının tanımını ve dağıtımını tekelleştiren kurumlar kümesi olarak açıkladığı bürokrasi alanı kavramı bu noktada kilit rol oynuyor. Bourdieu bu kavramı, iktidarın hanedan esasına göre yeniden üretildiği evreden, kurumsallaşmış kültürel sermayenin artan erki temelinde[17] bürokrasi esasına göre yeniden üretildiği evreye geçişi analiz ederek titizlikle inşa etmiştir. Kavramın en önemli faydası, devletin yekpare, bütünlüklü bir aktör olmadığını hatırlatmasıdır (ister özerk biçimde işlesin, isterse egemenlerin gayretkeş hizmetkârı işlevi görsün, fark etmez); keza devlet, sivil toplumdan kaynaklanan özel çıkar veya hareketlerce ele geçirilmeye yatkın tekil bir kaldıraç da değildir. Devlet, bir kuvvetler alanı ve kamu otoritesinin hudutları, yetkileri, öncelikleri üzerinde yürütülen bir mücadele alanıdır – farklı kuvvetler, özellikle de devletin hangi “toplumsal sorunlar”la ne şekilde ilgileneceğini belirlemek için birbiriyle mücadele eder.
Bourdieu ayrıca,[18] çağdaş devletin kendi içinde iki çatışmanın hüküm sürdüğünü söyler, bunlar toplumsal alanı karıştıran çatışmalarla türdeştir: Bir dikey savaş vardır – hükmedenler ile hükmedilenler arasındaki bu savaş, neoliberal mefhumlara sarılan ve piyasalaşmayı beslemek isteyen karar alıcılardan oluşan “üst düzey devlet soyluları”nı, kamu bürokrasisinin koruyucu misyonlarını muhafaza etmek isteyen icra görevlilerinden oluşan “alt düzey devlet soyluları”yla karşı karşıya getirir; bir de yatay savaş vardır – ekonomik sermaye sahipleri ile kültürel sermaye sahiplerinin devlet içerisinde üstünlük kazanmak için rekabet etmesinden doğan bu savaş, devletin “sağ eli” (yani mali kısıtlar ve piyasa disiplini dayatmak isteyen ekonomik kanat) ile “sol eli”ni (yani ekonomik ve kültürel sermayeden yoksun kategorileri koruyup destekleyen sosyal kanadı) birbirine düşürür.
Bu şemayı kullanarak, neoliberalizmi, devlet önceliklerinin ve faaliyetlerinin sistemli biçimde Sol El’den Sağ El’e kaydırılması olarak çizebiliriz: yani, bürokrasi alanının koruyucu (feminen ve kolektifleştirici) kutbundan, disiplinci (maskülen ve bireyleştirici) kutbuna doğru yönlendirme. Bu süreç, birbirinden ayrı, fakat birbirini tamamlayan iki rota üzerinden hayata geçirilir:
i) Kaynakların, programların ve nüfusların devletin sosyal kanadından cezai kanadına aktarılması: Mesela, hastanelerin kapatılması sonucu akıl hastalarının “kurumsal gözetimden çıkması” ve evsizliğe maruz kaldıktan sonra hapishanelerde “yeniden kurumsal gözetime alınması”.
ii) Sosyal hizmet, sağlık, eğitim, sosyal konut, çocuk hizmetleri vs. gibi alanların, devletin sağ elinin panoptik ve disiplinci teknikleriyle sömürgeleştirilmesi: Örneğin, devlet hastanelerinin iç düzenlemesinde tıbbi kaygılardansa bütçeye öncelik verilmesi; okullarda, pedagoji yerine çocukların devamsızlığını ve sınıf içinde şiddeti azaltmaya öncelik verilip psikolog yerine güvenlik görevlisi istihdam edilmesi.
Şunun altını çizmek gerek: Devletin yapısının ve politikalarının böyle iki koldan sağa doğru bükülmesi, esrararengiz bir sistemsel buyruğun veya karşı konulmaz bir işlevsel zorunluluğun neticesi değildir; bürokrasi alanının hem içinde hem dışında, kamu otoritesinin sorumlulukları ve yaklaşımları etrafında yürütülen maddi ve sembolik mücadelelerin yapısal olarak koşullanmış ama tarihsel açıdan olumsal sonucudur.
3. tez: Devletin cezai [penal] kanadının genişletilmesi ve yüceltilmesi, neoliberal Leviathan’ın ayrılmaz unsurlarıdır.
Neoliberalizmi “büyük hükümet”in sonu olarak resmeden ideolojik bakışa kapılmış analistler, piyasa üstünlüğü dalgasına eşlik eden bir süreci göz ardı ettiler: devletin ceza aygıtında gerçekleştirilen dudak uçuklatıcı yenileme ve muazzam genişleme. Birkaç ender örnek ve kısmi istisna haricinde (Kanada, Almanya, Avusturya ve İskandinavya’nın bazı yerleri), kapatma pratikleri [incarceration] Batı’nın tüm sanayi sonrası toplumlarında olağanüstü yükseldi, Latin Amerika’nın otoritarizm sonrası ülkelerinde artış gösterdi ve Sovyet blokunun dağılmasıyla ortaya çıkan ulus-devletlerin merkezî planlamadan piyasa ekonomisine geçiş sürecinde patlama yaptı. Bu üç bölgede çalışmanın güvencesizleşmesi ve sosyal hizmetlerin azaltılmasıyla birlikte mahpus mevcudu hızla arttı;[19] dahası, bu nüfus tüm bu yerlerde orantısız biçimde kentli yoksullardan, etnik ve ulusal dışlanmışlardan, evsizlerden, sahipsiz akıl hastalarından ve emek piyasasında ıskartaya çıkarılmış muhtelif kesimlerden oluşuyor.[20]
Hapishane nüfusundaki sürekli artış, piyasa zaferi çağında cezai devletin genişlemesinin ve yüceltilmesinin yüzeysel tezahürlerinden biri yalnızca. Diğer göstergeler arasında şunlar sayılabilir: sürgün mahallelerinin içinde ve etrafında kolluk güçlerinin agresif biçimde konuşlandırılması ve hafif suçlarla tehlikeli davranışların mahkemeye havale edilmesindeki artış; farklı müeyyidelerle, hapis sonrası denetim tertipleriyle ve yargı verilerinin dijitalleştirilmesindeki muazzam artışla yargı ağının genişletilmesi; düzensiz göçmenleri kapatma ve sınırdışı etme amacıyla kurulan alıkoyma merkezlerinin mantar gibi çoğalması; kriminal tehlike görüntülerini istismar eden bir medya sektörünün yükselişi…
Bürokrasi alanının cezai sektörünün güçlendirilip genişletilmesi, suça yönelik bir tepki değildir: Batı ülkelerinde suç oranları son 20 yılda düşmüştür, zaten genel olarak suç oranındaki dalgalanmaların cezalandırma düzeyleri ve eğilimleriyle bağlantısı yoktur.[21] Bu genişleme, yaklaşmakta olan “dışlayıcı toplum”un, “denetim kültürü”nün yükselişinin veya “risk toplumu”na itaatin neticesi değildir; hele aktivistlerin “hapishane-endüstri kompleksi” demonolojisinde öne sürüldüğü gibi kâr peşindeki şirketlerin yol açtığı bir süreç hiç değildir.[22] Ceza kurumunun şişirilmesi, neoliberal Leviathan'ın inşasındaki bir tuğladır.
ABD’nin 1970’lerin ortasından sonra had safhada cezai bir devlete dönüşmesi tesadüf değildir: tam da emeğin güvencesizleştiği, sosyal yardımların geri çekildiği, siyah gettoların içten içe patladığı, metropolde yoksulluğun pekiştiği dönemde. Şili’nin 1980’lerin başında Latin Amerika’da kapatma uygulamalarında başı çekmiş olması; Birleşik Krallık’ın 1990’ların sonunda AB’de cezai devletin öncülüğünü yapması tesadüf değildir: Bu tarihlerde ikisi de, kayırmacı-korporatist devletten neoliberal devlet idaresine geçmeye başlamıştır. Keynesçi-Fordist dönemin kapanmasından beri, piyasa üstünlüğü ile cezalandırma arasında derin bir yapısal ve işlevsel bağ mevcuttur.
“Uzun 16. yüzyıl”, nasıl ki Batı Avrupa’da feodalizmden merkantilist kapitalizme doğru zorlu geçiş sürecinde yoksullara yardımın ve hapishanenin icadı da dahil modern Leviathan’ın doğuşuna şahit olduysa,[23] bizim yüzyılımız da, piyasaları baş tacı edip özgürlüğe kucak açma iddiasında olan, ama gerçekte liberalizmi ve nimetlerini en tepedekilere saklarken en alttakileri cezalandırıcı paternalizme maruz bırakan yeni bir devlet türünün biçimlendirilmesine tanıklık etti. Polisi, mahkemeyi ve hapishaneyi suçla mücadelenin teknik uzantıları olarak görmek yerine, Leviathan’ın fiziksel mekâna hükmetmesini, toplumsal alanı parçalamasını, sembolik ayrımları büyütmesini ve egemenliğini sahnelemesini sağlayan temel siyasi güçler olarak görmeliyiz.
[1] Örneğin bkz. Jessop, “Liberalism, neoliberalism, and urban governance: a state-theoretical perspective”, Antipode 34, no. 3 (Temmuz): 452-472; Saad-Filho ve Johnston (ed.), Neoliberalism: a Critical Reader (Londra: Pluto, 2005).
[2] Örneğin, Barry, A., T. Osborne ve N. Rose (ed.), Foucault and political reason: liberalism, neo-liberalism, and rationalities of government (Chicago: University of Chicago Press, 1996); Wendy Brown, “Neoliberalism and the end of liberal democracy”, Edgework: critical essays on knowledge and politics (Princeton: Princeton University Press, 2005) s. 37-59
[3] Campbell, J. ve O. Pedersen (ed.), The rise of neoliberalism and institutional analysis (Princeton: Princeton University Press, 2001); Edelman, M. ve A. Haugerud (ed.), The anthropology of development and globalization: from classical political economy to contemporary neoliberalism (Oxford: Wiley-Blackwell, 2005); Gamble, “Neoliberalism’, Capital & Class 25: 127-34; Cerny, P. G., “Embedding neoliberalism: the evolution of a hegemonic paradigm”, The Journal of International Trade and Diplomacy, 2008, 2: 1-46.
[4] Crouch, “The terms of the neoliberal consensus”, The Political Quarterly, 1997, 68, s. 358.
[7] Comaroff, J. ve J. L. Comaroff (ed.), Millennial capitalism and the culture of neoliberalism (Durham: Duke University Press, 2001); Greenhouse, C. J. (ed.), Ethnographies of neoliberalism (Philadelphia: University of Pennsylvania Press, 2009).
[8] Ferguson, J. 2006. Global shadows: Africa in the neoliberal world order. Durham: Duke University Press. 2006: 11).
[10] Larner, W. 2000. ‘Neo-liberalism: policy, ideology, governmentality’, Studies in Political Economy 63, 2000, s. 5-26.
[11] Ong, A. “Neoliberalism as a mobile technology”, Transactions of the Institute of British Geographers 32, 2007, s. 4.
[12] Denord, F. Néo-libéralisme version française. Histoire d’une idéologie politique (Paris: De ́mopolis, 2007).
[13] Peck, J., “Remaking Laissez-faire”, Progress in Human Geography, 2008, s. 3.
[14] Polanyi, K., “The economy as instituted process”, G. Dalton (ed.), Primitive, Archaic and Modern Economies (Boston: Beacon Press; 1971 [1957]) s. 139-174. Fligstein, N. “Markets as politics: a political-cultural approach to market institutions’, American Sociological Review 61: 656-73.; McMillan, J., Reinventing the bazaar: a natural history of markets (New York: W.W. Norton, 2003).
[15] Denord, F. Néo-libéralisme version française, a.g.e.; Mirowski, P. ve D. Plehwe (ed.), The road from Mont Pelerin: the making of the neoliberal thought collective (Cambridge, MA: Harvard University Press, 2009).
[16] Bourdieu, “Rethinking the state: on the genesis and structure of the bureaucratic field”, Sociological Theory 12, 1994 [1993], s. 1-19.
[17] Bourdieu, Sur l’Etat (Paris: Seuil and Raisons d’agir Editions, 2012). Türkçesi: Devlet Üzerine
[18] Bourdieu, “The abdication of the state”, The weight of the world: social suffering in contemporary society, (Cambridge: Polity Press, 1998 [1993]) s. 181-188. Türkçesi: Dünyanın Sefaleti
[19] Walmsley, R. World prison population list, 9. baskı (Londra: International Center for Prison Studies, 2011).
[20] Wacquant, L. Punishing the poor: the neoliberal government of social insecurity (Durham: Duke University Press, 2009) s. 69-75.
[21] Young, W. ve M. Brown, “Cross-national comparisons of imprisonment”, Crime & Justice: A Review of Research 17, 1993, s. 1-49; Lappi-Seppala, T, “Explaining imprisonment in Europe”, European Journal of Criminology 8, 2011, s. 303-328.
[22] Wacquant, L. “Prisoner reentry as myth and ceremony”, Dialectical Anthropology 34, 2010, s. 604-620.
[23] Ertman, T., Birth of the Leviathan: building states and regimes in medieval and early modern Europe (Cambridge: Cambridge University Press, 1997).