Post-Fordist ekonomide artı-değer, artık bir üründe maddileşmiş olan emekten elde edilmez; ücretlendirilen iş ile ücretlendirilmeyen iş –maddi olmayan emeğin mahsullerini, isimsiz bir şekilde bereketlendiren zihnin boş zamanı– arasındaki ayrılıkta ikamet eder.
Sylvère Lotringer
Jennifer Lyn Morone, Embracing Extreme Capitalism – Manual 1: How To Become a Corporation, 2016.
Giriş
Post-Fordist ekonominin, sürekli hareketlilik ve çok yönlülük açısından kamusal ve özel yaşamın neredeyse tümüne yayılan çalışma zamanlarını ve mekânlarını düzenlemesini, ‘yeni emek gücüne’ göre yeniden ele almamız gerekiyor. Küreselleşmeyle ve yeni bir dünya ve insan tasarımı rejimi olan kültüralizmle birlikte düşünülmesi gereken post-Fordist ekonomi, endüstriyel modernizme özgü ekonomi politikalarının normatif-homojen özünün reddiyesini temel alır ve geç kapitalizmin sembolik/gayri maddi üretim süreçlerini ziyadesiyle göreceliğe ve heterojenliğe dayandırır. Bu noktada evrenselliğe ve tarihselliğe ait normlar terk edilip, tikel değişkenler temel değerler haline getirilir. Farklılık, çokkültürlülük, çoğulculuk, çokluk, yaratıcı ifade, kültüralist politikalarda olduğu gibi, ‘yeni emek gücü’ hareketini belirleyen post-Fordist ekonominin de temel sloganları haline gelmiştir. Bunun temel sonuçlarından biri, bireyin yaşamının iş çerçevesinde, ya da işin yaşam çerçevesinde örgütlenmesi olmuştur.
Post-Fordizm, erken dönem modern kapitalizmin Fordist ekonomisinden farklı olarak, yaratıcı ifadeyi ve sembolik/gayri maddi üretimi –gösterge üretimini–, neoliberalizmle birlikte kendi ekonomi politiğinin temel niteliğine dönüştürmüştür. Böylelikle geç kapitalist toplumlarda zihinsel emeğin kültürel-ekonomik süreçlerle birlikte sermayeye eklemlenmesinden söz edilebilir. İletişim yöntemlerinin ve estetik algının da, araçsal bir rol oynayarak tüm bu süreçlere dahil olduğundan söz edebiliriz. Bu açıdan, “network”ün “iletişimin araçsallaştırılması” olduğunu söylemek, abartı sayılmamalıdır.
Neoliberal ekonomik dönüşümün post-Fordist özellikleri, küresel çağdaş sanat dünyasının işleyişi konusunda da önemli çözümleyici araçlar sunuyor. Bu yazının temel kaynağını, Pascal Gielen’in Sanatsal Çokluğun Mırıltısı: Küresel Sanat, Siyaset ve Post-Fordizm adlı kitabı oluşturuyor. Gielen, küreselleşmiş güncel sanat dünyasının sanatçı/küratör öznesini, Paolo Virno’dan[1] yola çıkarak oluşturduğu teorik çerçevede konumlandırıyor ve çağdaş sanat dünyasının işleyişiyle, aktörleriyle, neoliberal ekonomi-politika için nasıl bir model oluşturduğundan söz ediyor. Gielen’in sanat dünyasını çözümlemek için oluşturduğu teorik çerçevede, siyasi-kültürel alandaki karşılıklar bulunabildiği gibi, bunun sonuçları da olacaktır. Bu noktada, gerçekten ilk belirtilmesi gereken şudur: Neoliberal ekonomi-politikada, gayri maddi üretimin ürünleri birtakım nesneler değil, toplumsal ve kişilerarası ilişkilerdir. Gayri maddi/sembolik üretim günümüzde toplumsal hayatın kendisinin üretimidir ve biyopolitiktir. Bu yeni toplumsallık ve biyopolitika, yeni denetim ve yönetim türlerini hayatın tüm alanına yaymıştır. Küresel çağdaş sanat mevcut haliyle neoliberalizmin sosyal laboratuvarlarından biri gibi işlev görmektedir.
Hardt ve Negri’nin ve Marksist otonomistlerden Paolo Virno’nun, Spinoza’dan yola çıkarak bir direniş gücü olarak tanımladıkları ‘çokluk’ –Hobbesçu ‘halk’ kavramına karşıt– kültüralist politikalarda çoğulculuk kavramından farklı olarak, toplumsalın ve araçsallaşmış ilişkilerin üretimi dışında, bir toplumsal alan açabilir mi? Ya da kendi özgün, özerk topluluğunu hayal edebilir mi? Olası bir tarihselliğin başlangıç noktasını oluşturabilir mi? Hardt ve Negri, İmparatorluk’ta, Spinoza’dan şu alıntıyı yaparlar: “Peygamber kendi halkını yaratır.” Günümüz sanat dünyasında bir çokluktan söz edebiliriz. Bu ‘sanatsal çokluk’ gelecekte izleyicisiyle buluştuğunda ne türden olasılıklardan birinin hayata geçeceğini henüz bilmiyoruz. Virno’nun “mücadelesini arayan bir sınıf” ifadesini hatırlatacak bir şekilde, başka türlü yaşamanın olasılıklarını arayan bir sanatsal çokluk, zaten post-Fordist ekonomi tarafından yaratılmıştır. Bununla ne yapacağını henüz kendisi de bilmemektedir. Hardt’ın ve Negri’nin içtenlikle kabul ettikleri şu olgu, “Bu peygamberlere özgü işlevin politik ihtiyaçlarımıza etkili bir biçimde yanıt verip veremeyeceği, ve İmparatorluğa karşı postmodern bir devrimin potansiyel manifestosunu savunup savunamayacağı hiç de belli değildir”, hegemonik sistemin kendisi için de geçerlidir. Sistemin kendi temel kaygısını, korkusunu oluşturur aynı zamanda.
Jennifer Lyn Morone, Jennifer Lyn Morone™ Inc, “Know Your Assets”, ekran görüntüsü, 2013 ~ http://jenniferlynmorone.com/
Post-Fordizm
Sanat dünyası son 20 yılda, bildiğimizin çok dışında bir hal aldı. Gerçekten bugün sanata içkin diyebileceğimiz yaratıcılık, özgünlük, yenilik gibi özellikler, hem iş dünyaları hem de hükümetler tarafından hevesle kucaklanıyor. “İlerlemeci girişimci, sanatsal girişimciliğin sağlayacağı çıkarları, kendi post-Fordist iş dünyası dahilinde avucunun içine aldı.”[2] Hükümetler kanadında ise işler, küresel rekabette kentleri cilalayıp, kültürel-ekonomik getiri sağlamak şeklinde işliyor. Sanata ilişkin merkez-çevre ilişkileri yeniden tanımlanırken, sanata ilişkin bir seyrelme de meydana geliyor.
Fordist üretim biçiminden post-Fordist üretim sürecine geçiş, maddi işgücünden zihinsel işgücüne geçişle belirlenmiştir. Bu, sembolik değerin, kullanım değerine ağır bastığı gayri maddi üretim biçimine geçiş anlamına gelir. Yani bir ürün sadece işlevsel ve kullanım değeri olan bir ürün olmamalı, göz alıcı bir tasarıma sahip olmalıdır. Tabii bu 1970’lerden beri dile getirilen çok tanıdık bir hikâye. “Ekonominin şu anki temel taşıyıcısı dış görünüm veya simgelerdir. Çünkü tüketim isteğini ayakta tutuyorlar.” Bu açıdan post-endüstriyel ekonominin parçaları olan iletişim becerileri, yaratıcılık, özgünlük ve ifade gücü gibi nitelikler, post-Fordist çalışma ahlakının da temel özellikleri haline geliyor. Gielen bu özelliklere, proje bazlı düşünmeyi, geçici sözleşmelerle –hatta sözleşmesiz çalışmayı– esnek çalışma saatlerini, bedensel ve zihinsel hareket kabiliyetlerini de dahil eder. Tüm bunları kapitalist ideolojinin neoliberal ekonomik sistemi dahilinde düşündüğümüzde, sanatın üretken bir şekilde işe koşulduğundan söz edebiliriz. Post-Fordist ekonomide gayri maddi/sembolik üretim, sanatı bir tür finans aracına indirgemiştir. Buna bağlı olarak yaratıcı ifade de endüstriye dönüştürülmüştür. Sanat ve yaratıcı ifade, böylelikle kültür ekonomisine eklemlenmiş oluyor. Aslında “kültür ekonomikleştikçe, bütün ekonomi de kültürelleşiyor.”[3] Bu süreç, bir tür semboller ekonomisine evrilmeye işaret ediyor.
Neoliberal ekonominin kültürel hegemonyasını kurabilmesi, hayata işlemesi, önemli ölçüde sanatın seferber edilmesini gerektiriyor. Bu açıdan Gielen’in, Paolo Virno üzerinden çizdiği teorik çerçeveyi sanat dünyasının işleyişini ve aktörlerini konumlandırarak ele alması anlaşılır oluyor. Post-Fordizm, sanatı bir ‘anlam makinesi’ne indirgemiştir. “Bilgi nasıl enformasyona dönüştürüldüyse, sanat da önce bir iletişim diline, bir anlam makinesine indirgeniyor. Sonra da şirketlerin kurumsal kültürüne eklemlenmek üzere, yönetim disiplinlerine soğuruluyor.”[4]
Küreselleşme, dünyanın her köşesindeki yaratıcı potansiyellerin boyunduruk altına alınabileceğini çok önceden, daha Berlin Duvarı yıkıldığı zaman öngörebilmişti. O süreçte Batı Bloku hemen bir sanatsal yetenek sahnesine dönüştürüldü. Sonrasında Afrika, Çin gibi ülkeler gelecekti. Küreselleşmenin öngördüğü şey, yaratıcı potansiyellerin ekonomik hayatın merkezi haline gelebileceğine dairdi. Ve küreselleşmenin bu öngörüsü, post-Fordist üretim sürecinin temel niteliklerinin yarattığı ‘çokluk’ tarafından gerçekleştirilmiş oldu. Virno’nun çokluğu post-Fordist üretim sürecinin bir yan ürünü olarak görmesi böylelikle anlamlı oluyor. “Nasıl ki tüketici, ileri kapitalizmin ürün pazarından sembolik pazara geçişindeki yan ürünüyse, işte çokluk da, üretim sürecinin teknik dönüşümünün bir ürünüdür.”[5] Bu dönüşümün sonuçlarından en önemlileri, Fordizmin tersine esneklik, dil, iletişim ve samimi ilişkiler, günümüz çalışanları arasında dikkate değer bir önem kazanmıştır.
Jennifer Lyn Morone, JLM™ Inc Corporate Governance, videodan kare, 2014. https://vimeo.com/157717721
Sanatsal Çokluk
Sanatsal çokluk ifadesinin işaret ettiği şey, post-Fordist ekonomi süreci içerisindeki, yukarıda değinilen özelliklere sahip bir heterojenlik. Bu heterojenlik, geç kapitalizm aşamasında sanatın demokratikleştirilmesiyle ortaya çıkar. Heterojenliğin işaret ettiği ‘Çokluk’, her ne kadar kitleleri çağrıştırıyor gibi görünse de, tektip, belirleyici hiçbir özelliği olmayan bir bütünü ifade eden ‘kitle’den ayrıdır. “Çokluk, içten gelen çeşitliliği hem çok sever, hem de güçlü bireysel farklılıklara rağmen birlikte hareket edebilir. […] Çokluk, bireysel özgürlüğe ve kültürel farklılıklara rağmen veya tam da bu yüzden müşterek yaşayış ve çalışma biçimiyle şekilleniyor.”[6] Bu açıdan çokluk, kitleden ayrıldığı gibi, bir insan kalabalığı olarak da anlaşılmamalı. Gielen’in ifade ettiği gibi; “birbirine karışmış tekil fikirler, eylemler, şeyler ya da tavırlardan da oluşabilir.”[7]
Çokluk, bir ulus topluluğundan da ayrılır. Bir ulus-devlet sınırları dahilinde yaşayan insanlar, bireysel-toplumsal farklılıklara sahip olsalar bile tek bir ulusal kimliğe, tek bir iradeye indirgenirler (Hobbes’çu ‘halk’ kavramı). Hardt ve Negri, çokluğa devrimci bir güç niteliği atfederken, Virno çokluğa yeni bir bakış kazandırmıştır. Bu bakış açısında, çokluğun post-Fordist üretim sürecinin bir ürünü olduğuna ilişkin ifadeyi daha önce belirtmiştik. Gielen, Virno’nun bu tanımını, sanat dünyasını da içine alacak şekilde genişletir. Melez, akışkan, devamlı değişim içinde ve yurtsuz bir sanatsal çokluktan da söz eder:
Göçmenler, mülteciler ve sanatçıların yanı sıra, görsel ve işitsel kültürel ürünlerin hareketliliğindeki hızlı ve büyük artış, hem bölgesel kültürel uygulamaların, hem de geleneksel ulus-devlet sınırlarının ötesine hiç zorlanmadan geçiyor. Gücün, bir zamanlar toprağa bağlı olduğu için sınırlı tutulabilen etkisi, devamlı değişim halinde olan bir alana doğru hareket ediyor.[8]
Sanat dünyasının, post-Fordist ekonomi süreçleriyle, küresel çokluğun bir parçası haline gelişinden bu anlamda söz edebiliriz. Bu bir bağımlılık ilişkisi olduğu halde, sanatsal çokluk, tam da bu bağımlılık ilişkisi içerisinde daha fazla tekilliğe ulaşabiliyor ve çokluğa böylece karışmış oluyor.
Sanat dünyasının işleyişine bu açılardan bir daha yakından bakalım: Zihinsel işgücünden post-Fordist üretim sürecinin bekledikleri, bireysel yaşamın neredeyse tümüne yayılan esnek çalışma saatleri, sürekli iletişime açık dilsel beceriler, sürekli bir yaratıcı fikre, ya da en azından böylesi bir potansiyeli taşıdığına dair emarelerle dolu olma hali ve bunların bir sonucu olarak zihinsel ve bedensel hareketlilik. “Zihin işçileri kafalarıyla çalışıyorlar, bu da, nereye gitseler işlerini yanlarında götürebilecekleri –ve götürmek zorunda oldukları– anlamına geliyor.”[9] Zihinsel işgücünden beklenen bir şey daha var ki, o da; Fordist üretim sürecinin temelindeki rutin ve aynı işlemin sürekli tekrarına karşıt, post-Fordist üretim sürecindeki çalışma içeriğinin sürekli değişimidir. Bu da zihinsel bir esneklik gerektirir. Değişebilecek koşullara ve yeni fikirlere açık olma, bunları bu şekilde üretime koşabilme becerisi.
Sanat dünyasının aktörleri –özellikle sanatçı ve küratörler– post-Fordist üretimin zihinsel işgücü için çizdiği şemayla ele alınabilir. Sanatçının veya küratörün çalışma saatleri de esnektir ve tüm yaşamına yayılmıştır. Varlığı sürekli fikirler, yaratıcı potansiyeller üzerine kuruludur. Ancak çağdaş dünyada, bir ürünün taşıdığı önem zayıfladığı için, sanatçı ve küratör, “iletişime, dil ustalığına ve fikirlerini sunuşunda gösterdiği performansa bağımlı hale gelmiştir”.[10] Dikkat edilirse, bir sanatçı konuşması veya küratöryal bir sunumda, art arda gösterilen imajlar eşliğinde, gösterilenlere ilişkin bir ifade ve dil ustalığıyla beraber bir sahne performansı da beklenmektedir. Bir adım ötesinde, sanatçının ne söylediği, ne yaptığından bile daha önemli gelmiştir. Post-Fordist ekonomiye uygun şekilde kullanılan dil ustalığı, sanatsal tercih konusunda hayati bir rol oynayabiliyor. “Somut sanat nesnesinden, soyut düşünceler ticaretine geçiş, sanat dünyasındaki işleri de hızlandırmış oldu”.[11]
Küreselleşmiş bir sanat dünyasında sanatsal tercihleri yönlendiren nedir ve buna dair argümanlar nelerdir? Buna verilebilecek yanıtlardan biri, piyasa değeri ve spekülasyonla ilişkili olacaktır. Buna bağlı olarak da değişen sosyal ağların, sanatsal kararlardaki etkileridir. Bu açıdan örneğin, sanatçılardan ziyade küratörlere de odaklanılmalıdır.
Küratör, neoliberal egemenliğin kalbinde kaçış yolları arayan bir iyimserdir temelde. Bu açıdan, küreselleşmiş sanat dünyasında, neoliberal pazar ekonomisinin sağladığı zevklerin tadını çıkarırken, aynı zamanda eleştirellik veya onaylama dolu, benzersiz bir hikâye anlatabileceği her fırsatın üzerine atladığını söyleyebiliriz. Bu açıdan, “böyle bir küratör, her zaman büyük bir fırsatçıdır.”[12] Fırsatları yakalayabilme becerisi, sürekli değişen iş kaynakları üretebile becerisi anlamına da gelir. Dikkat edilirse; uluslararası çalışan küratörler, sürekli yeni coğrafi, toplumsal ve siyasi içeriklere ayak uydururlar. Sürekli değişen koşullarda ve yeni fikirlerde, tartışmalı da olsa, nihai bir ürün ortaya çıkarmalıdırlar. Bu açıdan, sanatçılar ve küratörler iyi bir fikir etrafında bir söylem alanı açarken ve bu fikri nihai bir ürünle neticelendirmeye çalışırken, yeni fikirlerinin özgün ve yaratıcı olma potansiyellerine, ‘uygun’ olmayı da eklerler. Bu uygunluk ölçütünü belirleyen de, coğrafi içeriklere ilişkin toplumsallık ve siyasal bağlamdır. Bu açıdan denilebilir ki, post-Fordist ekonomi içerisinde hareket eden küresel sanat dünyasında, sanatçıya ya da küratöre ait bir proje, işe başlandığında henüz sadece bir potansiyel olarak mevcuttur. Sanat kurumlarının sermayeleştirdiği şey, bu anlamda aslında sadece bir potansiyel ve onun vaadidir. Virno’ya göre, tam da bu, post-Fordizmin iş çerçevesinin özünü oluşturur.
Sonuç
Neoliberal-kültüralist politikaların küreselleşmiş bir sanat dünyasında gerçekleştirdikleri en temel şey, serbest piyasanın isteklerine uygun “yanılsamalı özgürlük” alanıdır. Bu alanda her şey serbest bir şekilde yapılabilir, dile getirilebilir. Kültürün temsiline yönelik aşırı vurgu, ötekiliklerin, kimliklerin farklılaştırılarak pazara sürülmesi, bu serbest alanda büyük bir coşkuyla kutlanır ve kutsanır. Bu durumun sanat dünyasındaki güç dengesiyle ilişkili bir boyutu olduğu gibi, evrensellerin yeni denetim modellerinin yaratılması yönünde, yeni bir insan-toplum tasarımı rejimiyle bağı da vardır. Kültüralist politikalar, küresel sanat sahnesinde, farklılıklara ilişkin tüm temsil biçimlerinin belli bir mesafeden izlenmesine, tüm farklılık vurgularının nihayetinde pazar mantığı içinde sabitlenmesine sebep olur.
Post-Fordist ekonomide, halihazırda (Virno’ya atfen) bir yan ürün olarak devinen, çok yönlü ‘çokluk’, küresel neoliberalizmin yaratıcı potansiyelleri boyunduruk altına alma amaçlı politikalarına bilinçli veya bilinçsiz olarak hizmet ederken, sonsuz ve mümkün sayıda olasılıkları da, aynı yaratıcı potansiyellerle, neoliberal ekonomi politikaların baskıcı ve yanılsamalı özgürlüğü karşında bir direnç barikatı oluşturabilirler mi? Sanat dünyasında kat edilen mevkilerin dışında, gerçekten özgürleştirici potansiyelleri var eden mevziler oluşturulabilir mi?
Plebler, Romalı aristokrasi güçlerine karşı yıllarca savaşırken, en nihayetinde masa başındaki görüşmelerde acılarını inilti ve nidalarla ifade etmenin dışında, tam karşıda duran bir söz düzeni, egemenliğe karşı bir söylem alanı açabildiklerinde, taleplerine karşılık bulabilmişlerdi. Bu aynı zamanda Roma gücünün bu savaşı kazanamayacağına ilişkin bilincin de kurucusu olmuştu. Küreselleşen dünyadaki çokluk, içinde eylediği sisteme yönelik mırıltılarını, yaratıcı, değiştirici-dönüştürücü potansiyellerin sözdizimlerine dönüştürme iradesini gösteremedikçe, mırıltıları, aslında hiçbir şey söylememenin ötesine gidemeyecektir.
[1] Paul Virno, Çokluğun Grameri, çev. Volkan Kocagül, Münevver Çelik (İstanbul: Otonom, 2013).
[2] Pascal Gielen, Sanatsal Çokluğun Mırıltısı, çev. Albina Ulutaşlı (İstanbul: Norgunk, 2016) s. 15.
[3] Ali Artun, Çağdaş Sanat ve Kültüralizm: Kimlik ve Estetik (İstanbul: İletişim Yayınları/sanathayat dizisi, 2013) s. 46.
[5] Gielen, a.g.e., s. 30.