Aşağıdaki pasajların ilki, Aimé Césaire’in Discours sur le colonialisme (1950) başlıklı metninin İngilizce çevirisinden alındı: Discourse on Colonialism, İng. çev. Joan Pinkham (Monthly Review Press, 2000); Türkçe çeviri: Derya Yılmaz. Diğer iki pasaj ise, Césaire’in metninde bahsettiği, Maldoror’un Şarkıları’ndaki “bit madeni” ve “omnibüs”le ilgili pasajlar: Comte de Lautréamont, Maldoror’un Şarkıları, çev. Özdemir İnce (Kırmızı Yayınları, 2008).
Aimé Césaire, 1913-2008
Sömürgecilik Üzerine
Aimé Césaire
Bizim için mesele, geçmişi tekrar etmek gibi ütopik veya verimsiz bir işe girişmek değil, geçmişi aşmak. Ölü bir toplumu canlandırmak değil istediğimiz. Onu egzotizmle iştigal edenlere bırakıyoruz. Güneşin altındaki en kokuşmuş leş olan mevcut sömürge toplumunu devam ettirmek de değil arzumuz. Tüm köle kardeşlerimizin yardımıyla yeni bir toplum yaratmamız gerekiyor – modern zamanların tüm üretici güçleriyle donanmış, kadim zamanların kardeşliğiyle ısınmış bir toplum.
Bunun mümkün olduğunu gösteren bazı örnekler için Sovyetler Birliği’ne bakabiliriz. ...
Küçük burjuvanın hiç okumamış olduğu söylenemez. Aksine, her şeyi okumuş, her şeyi yalayıp yutmuştur. Fakat beyni, sindirim sistemlerine has bazı ilkel işlevlerle çalışır: süzgeçten geçirir. Süzgeç de, ancak burjuvanın kibar vicdanının kalın derisini besleyecek şeyleri geçirir.
Fransızların ülkelerine girmesinden önce Vietnam halkının gayet gelişmiş, mükemmel bir kadim kültürü vardı. Bu gerçeği hatırlamak Banque d'Indochine’in [Hindiçini Bankası] sindirim sistemini altüst eder. Unutma makinesini çalıştırın!
Bugün işkenceden geçirilen Madagaskarlılar daha yüz yıl öncesine kadar şair, sanatçı, yönetici değil miydi? Şşşş! Çeneni kapalı tut! Sessizlik çöker hemen, çelik kasa kadar karanlık sessizlik! Neyse ki Zenciler var. Ah tabii, Zenciler! Zencilerden bahsedelim!
Tamam, bahsedelim.
Sudan imparatorlarından mı bahsedelim? Benin bronzlarından mı? Şango [Yoruba] heykellerinden mi? Bana göre hava hoş; Avrupa’nın nice başkentindeki müzeleri dolduran o berbat sanattan sonra biraz değişiklik olur. Afrika müziğinden bahsedelim. Neden olmasın?
Kâşiflerin anlattıklarından bahsedelim, onların gördüklerinden… Ama şirket gemilerinin yemliğinde beslenenler değil, d'Elbee’ler, Marchais’ler, Pigafetta’lar![1] Hele Frobenius![2] Bilir misin kimdir Frobenius? Hadi hep birlikte okuyalım: “İliklerine kadar uygarlar! Barbar Zenci fikri Avrupa’nın icadıdır”.
Küçük burjuva daha fazlasını duymak istemez. Kulaklarına azap veren bu düşünceyi elinin tersiyle savuşturur. Düşünce, baş belası bir sinek. (s. 51-53)
Canlılığının en temel faaliyetiyle kan döküp ölüm eken bir hayvan: Kapitalist toplumun, en parlak zihinlere ve vicdanlara kendini tarihte ilk defa bu vahşi arketip suretinde göstermiş olduğunu hatırlarsınız.
O zamandan beri hayvan kansızlaştı; tüyleri dökülüyor, derisi artık parlamıyor, ama sadizmle karışık gaddarlığından bir şey eksilmedi. Bu suçu Hitler’in üstüne atmak kolay. Ya da Rosenberg’in. Jünger’in ve diğerlerinin. SS’in.
Peki şuna ne demeli: “Bu dünyadaki her şey buram buram suç kokuyor: gazeteler, duvarlar, insanların yüzleri”.
Baudelaire söylemişti bunu, Hitler daha doğmamıştı! Kötülüğün çok daha derinlerde kök saldığını kanıtlıyor bu. Bir de Isidore Ducasse var – Comte de Lautréamont!
Maldoror’un Şarkıları etrafında yaratılan skandal havasını dağıtmanın tam sırası.
Hilkat garibesi? Edebi bir göktaşı? Hastalıklı bir hayal gücünün sayıklamaları?..
Gerçek şu ki Lautréamont’un, canavarı, eserinin kahramanı olan sıradan canavarı görmek için, kapitalist toplumun demir gibi işlediği sert adamın gözlerinin içine dosdoğru bakması yetmişti.
Kimse Balzac’ın yazdıklarının hakikatini inkâr etmiyor.
Ama bir dakika… Vautrin’i[3] bir de şöyle düşünün: Tropik ülkelerin birinden yeni dönmüş olsun, ona başmeleğin kanatlarını ve sıtmanın titremelerini ekleyin, yanında Uruguay’ın kan emici yarasaları ve et yiyen karıncalarıyla Paris sokaklarında dolaştırın.[4] İşte size Maldoror.
İnanıyorum ki bir gün, tüm parçalar biraraya getirilip tüm kaynaklar incelendikten, eserin ortaya çıkışındaki tüm koşullar aydınlatıldıktan sonra Maldoror’un Şarkıları’na materyalist ve tarihsel bir yorum getirmek mümkün olacak – bu çılgın destanın tamamen göz ardı edilmiş yönünü, belirli bir toplum biçimini yerden yere vuran o ifşaatını, 1865 dolaylarında keskin gözlerin dikkatinden kaçmamış o unsuru açıklığa kavuşturacak bir yorum.
Fakat önce, yolumuzu kapayan okültist ve metafizik yorumlardan kurtulmamız; ihmal edilmiş bazı dörtlüklerin önemini yeniden göstermemiz lazım – mesela, bit madeniyle ilgili o tuhaf mı tuhaf pasaj: Biz orada, altının ve para istiflemenin şeytani gücünün ifşa edilişini göreceğiz, ne eksik ne fazla. Hayranlık verici omnibüs hikâyesini yerli yerine koyacağız ve onda, tüm yalınlığıyla orada olan şeyi göreceğiz: ayrıcalıklı olanların, rahat oturanların, yeni gelenlere yer açmak için birbirlerine yaklaşmayı reddettiği bir toplumun alegorik bile denemeyecek tasviri. Bu arada, hikâyede kimsenin dönüp bakmadığı çocuğa kimin kucak açtığını da hatırlatalım: halk! Paçavracıyla temsil edilen halk. Baudelaire’in paçavracısı…
İşte o zaman anlaşılacak ki Lautréamont’un en büyük düşman bellediği düşman, “insan dışkılarından ve altından yapılmış bir tahta” tünemiş o sadist, riyakâr, sefih, “başkalarının ekmeğini yiyen” aylak, zaman zaman korkunç sarhoş –“geceleyin üç fıçı kan yutmuş bir tahtakurusu kadar sarhoş”– olan, beyin yiyen yamyam “Yaratıcı”; anlaşılacak ki o Yaratıcı’yı gökyüzündeki bulutların ötesinde aramak nafile, onu Desfossés'in ticaret rehberinde ve müreffeh yönetim kurullarında bulmamız daha muhtemel! (s. 65-67)
Comte de Lautréamont, 1846-1870
Maldoror'un Şarkıları
Comte de Lautréamont
Bit Madeni [“İkinci Şarkı”]
[…] Burada, canlı bir bit madeni yatmaktadır, iğrenç bakireliğiyle. Çukurun dibini doldurmakta ve daha sonra geniş ve sık damarlar halinde bütün yönlere kıvrılmakta bu maden. Şöyle gerçekleştirdim bu yapay madeni. İnsanlığın saçlarından bir bit kopardım. Onunla art arda üç gece yattım, sonra onu çukura attım. Böylesine durumlarda daha önce bir işe yaramayan insan dölü, bu kez, yazgının lütfuna mazhar olup maya tuttu; ve birkaç gün sonra, yoğun bir madde kitlesi halinde kaynaşan binlerce canavar geldi dünyaya. Bu iğrenç kitle, cıvanın sıvı niteliğini kazanarak, alabildiğine büyüdü zamanla, yeni doğan ve annenin yaşamasını istemediği bir piçi ya da geceleyin bir genç dişiden kloroform vererek keseceğim bir kolu yem olarak kendilerine atmadığım zamanlar, birbirlerini parçalayarak (ölümden fazlaydı doğum) beslenen birçok kola ayrıldı. İnsanla beslenen bit kuşakları, her on beş yıldır, önemli oranda azalmakta ve toptan yok oluş çağının yaklaştığını bizzat kendileri kesin olarak söylemekteler. Çünkü, onu yenmeyi başarıyor, düşmanından daha akıllı olan insan. Bunu göz önünde tutarak, gücüme güç katan korkunç bir kürekle, bu bitimsiz madenden dağlar büyüklüğünde bit kitleleri çıkartıyor, bunları balta vurarak parçalıyor ve gecenin derinliklerinde kentlerin ana yollarına taşıyorum. Buralarda, insan ısısının etkisiyle, çözülüp, yeraltı madeninin dolambaçlı dehlizlerinde oluşmalarının ilk gününe dönüşerek, kumların' arasından kendilerine bir yatak kazıp, dereler gibi akarak konutlara dağılıyorlar, tıpkı zararlı ruhlar gibi. Bir bilinmeyen yaratıklar sürüsünün duvarların gözeneklerini delip geçerek, uykunun başucuna korku taşıdığını sanıp, boğuk boğuk havlıyor evin bekçisi. Bu tür uzun ve acılı havlamaları yaşamınızda hiç olmazsa bir kez olsun siz de duymuşsunuzdur belki. Güçsüz gözleriyle gece karanlığını delmeye çalışıyor bekçi; çünkü, anlamıyor olanları onun köpek beyni. Sinirlendiriyor onu bu uğultu, ihanete uğradığını duyumsuyor. Kentlerin üzerine, çekirge bulutları gibi çullanmakta milyonlarca düşman. On beş yıl için yeter bu kadarı. İnsana saldırıp ağır yaralar açacaklar. Bu sürenin sonunda, başkalarını da göndereceğim. Canlı maden yığınlarını kırdığım zaman, bir parça öteki parçadan daha ağır olabilir. Birimler, insanlığın acı çektirmek amacıyla, topluluklarından ayrılmak için çılgınca çaba gösteriyorlar; ama bütün sağlamlığıyla direniyor bağlantı. Aşırı çırpınmalarıyla öylesine bir güç yaratıyorlar ki, canlı öğelerini dağıtamayan taş, sanki barutla fırlatılmış gibi göklere yükseliyor ve yere düşerek toprağın derinliklerine gömülüyor sonra. Bir hava taşının uzayı diklemesine yarıp aşağıda bir mısır tarlasına yöneldiğini görüyor bazen bir şaşkın köylü. Taşın nereden geldiğini bilemiyor. Olayın açık ve özlü açıklamasını öğrenmiş bulunuyorsunuz şimdi.
Deniz kıyısındaki kum taneleri gibi, bitlerle kaplı olsaydı eğer yeryüzü, insan soyu korkunç acıların pençesinde yok olup giderdi. Ne gösteri! Ve ben, melek kanatlarımla, havada kımıltısız duruyorum bunu seyretmek için. (s. 93-95)
Salvador Dalí, Maldoror’un Şarkıları 1934 baskısı için gravürler.
Omnibüs [“İkinci Şarkı”]
Gece yarısı; bir tek omnibüs bile yok Bastille'den Madeleine yönüne giden. Yanılmışım; işte bir tane, birden çıkıveriyor, yerden çıkar gibi. Gecikmiş birkaç kişi dikkatle bakıyorlar ona; çünkü ötekilere benzemiyor bu. Ölü balık gözlü, ölü bakışlı insanlar oturmuşlar arkada. Tıkış tıkış, sanki ölmüş hepsi; aslında yolcu sayısı yönetmeliklere uygun, fazla değil. Arabacı atları kırbaçlıyor, ama sanki kolu kırbacı değil de kırbaç kolunu kaldırıyor. Bu garip, bu dilsiz yaratıklar topluluğu da neyin nesi? Ay sakinleri mi yoksa? Bazen buna inanası geliyor insanın; ama daha çok cesede benziyorlar. Son durağa varmak için acele eden omnibüs, hızla yol alıyor, yoldan kıvılcımlar çıkıyor... Uzaklaşıyor!.. Ama, biçimsiz bir kitle, inatla izliyor onu, tozların arasında. "Durun, yalvarırım, durun... Bütün gün yürümekten ayaklarım şişti... dünden bu yana bir şey yemedim... annem babam sokağa attılar beni... çaresizim... eve dönmeye karar verdim... bana bir yer verirseniz çabucak va rırım... sekiz yaşında küçücük bir çocuğum, bütün güvencim sizsiniz..." Uzaklaşıyor!.. Uzaklaşıyor!.. Ama, biçimsiz bir kitle, inatla izliyor onu, tozların arasında. Bu soğuk bakışlı adamlardan biri yanında oturanı dirseğiyle dürtüyor; kulağına gelen bu berrak tınılı haykırışlardan duyduğu hoşnutsuzluğu anlatmak istiyor sanki ona. Öteki onaylama anlamında belli belirsiz eğiyor başını, ve tıpkı kabuğunun içine çekilen kaplumbağa gibi bencilliğinin içine gömülüyor sonra. Öteki yolcuların da bu iki yolcu gibi düşündükleri yüzlerinden okunuyor. Çığlıklar iki üç dakika daha duyuldu, gittikçe tizleşerek. Bulvara bakan pencereler açıldı ve elinde ışık tutan şaşkın bir surat yola göz attıktan sonra panjuru hızla kapatıp kayboldu... Uzaklaşıyor!.. Uzaklaşıyor!.. Ama, biçimsiz bir kitle, inatla izliyor onu, tozların arasında. Yalnızca biri, bu taştan insanların arasında kendini düşlere kaptırmış bir genç, acı karşısında merhamet duymuşa benziyor. Acıyan küçük bacaklarıyla omnibüse yetişeceğini sanan çocuğu korumak için sesini yükseltmeye cesaret edemiyor; çünkü öteki adamlar küçümseyerek, tepeden bakıyorlar ona, ve o da onlara karşı ne yapacağını bilemiyor. Dirseklerini dizlerine dayamış, başı ellerinin arasında, şaşkın şaşkın düşünüyor, insanlık erdemi dedikleri şey bu mudur? diye. O zaman bunun boş laftan başka bir şey olmadığını, şiir sözcükleri arasında bile bulamadığını anlıyor ve kabul ediyor yanlışını. "Gerçekten de, neden ilgilenmeli bu çocukla? Boşver şimdi onu!" diyor, kendi kendine. Bununla birlikte, az önce küfür işleyen delikanlının yanağına yakıcı bir gözyaşı indi. Güçlükle alnına götürdü elini, donuk karanlığı ruhunu karartan bir bulutu kovalamak istermişçesine. İçine fırlatılmış olduğu bu çağda çırpınıp duruyordu, ama boşuna; bu çağda yeri olmadığını biliyordu, ama kurtulmasının da olanağı yoktu. Korkunç bir zindan! İğrenç bir yazgı! Lombano, o günden bu yana hoşnutum senden! Öteki yolculara karşı aynı kayıtsızlığı duyarken hep seni izledim. Öfkeyle ayağa kalkıyor delikanlı, istemeyerek de olsa, kötü bir eyleme katılmamak için uzaklaşmak istiyor. Bir işaret çakıyorum ona, yanıma oturuyor... Uzaklaşıyor!.. Uzaklaşıyor!.. Ama, biçimsiz bir kitle inatla izliyor onu, tozların arasında. Haykırışlar birden duruyor, çünkü ayağı bir kaldırım taşına takıldı çocuğun ve düşüp başını yardı. Omnibüs uzaklarda kayboldu ve sessiz sokak bomboş... Uzaklaşıyor!.. Uzaklaşıyor!.. Ama, biçimsiz bir kitle inatla izlemiyor artık onu, tozların arasında. Elinde solgun bir fenerle geçen şu paçavracıya bakın; omnibüste bulunanların hepsinden daha büyük bir yürek var onda. Çocuğu yerden kaldırıyor; emin olun iyileştirecek onu, anababası gibi sokağa atmayacak. Uzaklaşıyor!.. Uzaklaşıyor!.. Ama, bulunduğu yerden, paçavracının delici bakışları inatla izliyor onu, tozlar arasında! Ahmaklar, budalalar soyu! Pişman olacaksın, böyle davrandığın için. Görürsün sen! Pişman olacaksın, görürsün, pişman! Şiirimle, bütün olanakları kullanarak, insan denen bu yırtıcı hayvanın, ve böyle ciğeri beş para etmez birini yaratmaması gereken Tanrı'nın canına okuyacağım. Kitap üstüne kitap yığılacak, taa yaşamımın sonuna kadar, ama yalnızca şu anda bilincimde olan tek bir düşünce yer alacak şiirlerimde. (s. 75-77)
[1] François d’Elbée: Kaptan d’Elbée’nin 1669’dan Bugüne Gine Sahillerindeki Adalarla Ticareti Tesis Etmek İçin Yaptığı Seyahatlerin Günlükleri adlı eseriyle bilinen Fransız kaptan. Reynaud Des Marchais: Fransız haritacı, gemici, 1704-1727 yılları arasında Fransa kralı adına Batı Afrika, Batı Hint Adaları ve Güney Amerika’ya seferler yapmış köle gemisi sahibi – ç.n.
[2] Leo Viktor Frobenius (1873-1938), Alman kâşif ve etnolog – ç.n.
[3] Balzac’ın Goriot Baba ve “İnsanlık Komedisi” dizisinin diğer romanlarındaki ahlaksız karakter – ç.n.
[4] Isidore Ducasse (1846-1870) Uruguay doğumludur – ç.n.