Aşağıdaki pasajlar, Carlo Ginzburg’un New Left Review dergisi Kasım-Aralık 2019 sayısında yayınlanan “The Bond of Shame” başlıklı yazısından seçildi. Ginzburg bu yazısında, arkaik ve geri olarak nitelenen “utanç kültürleri” ile (örn. Arap ve Japon), daha gelişkin bir ahlaki kod atfedilerek modernlikle özdeşleştirilen “suçluluk kültürleri” (örn. antik Yunan) arasında yapılan ve zaman zaman ırkçı içerimleri olan ayrımı ele alıyor. Augustinus’un İtiraflar metnini analiz ederek, bu ikisi arasına konan net tarihsel ayrımın yanıltıcı olduğunu öne sürüyor. Ardından çağdaş bir Batılı yazarın, Primo Levi’nin eserleri üzerinden, bu iki duygunun hâlâ iç içe olduğunu gösteriyor. Yazının tamamını okumak için bkz. The Bond of Shame. Carlo Ginzburg’un Türkçede yayınlanan eserleri için bkz. Carlo Ginzburg
Uzun süre önce bir gün şunu anladım ki insanın ait olduğu ülke, hep dendiği gibi sevdiği ülke değil, adına utandığı ülkedir. Utanç sevgiden daha güçlü bir bağ olabilir. Bu keşfimi farklı ülkelerden arkadaşlarımla tekrar tekrar sınadım, hepsi de aynı şekilde tepki gösterdi: önce şaşırıyor ve hemen ardından, apaçık bir hakikati dile getirmişim gibi, tamamen hemfikir oluyorlardı. Utancın ağırlığının her zaman her yerde aynı olduğunu iddia etmiyorum; ülkeler arasında bu konuda muazzam fark var. Ama utanç bağı –bir birleştirici güç olarak utanç– büyük veya küçük her türlü insan grubunda istisnasız işler. Aristoteles, etkilenimler [passions] kategorisinde saydığı aidos’un (utanç) “bir erdem olmadığına” işaret etmiştir.[1] Bu tanım hâlâ makuldür. Utancın bir seçim meselesi olmadığı kesin[2]: Utanç, ani bir hastalık gibi üstümüze çöker ve bedenimizi, duygularımızı, düşüncelerimizi istila eder. Biyoloji ile tarihin kesişim noktasındaki bir etkilenimdir utanç.
Utanç, fiziksel beden ile politik beden arasındaki ilişkiyi somutlaştırır. Politik bir canlı olarak insan yalnızca fiziksel bedeniyle tanımlanamaz: Ego’nun sınırları bu yüzden tartışılan bir konudur. Ernst Kantorowicz’i hatırlayarak, herkesin iki bedeni olduğunu söyleyebiliriz.
Yaygın bir tecrübeden yola çıktık: insanın ait olduğu ülke, hep dendiği gibi sevdiği ülke değil, adına utandığı ülkedir. Ölçeği daraltmak (köy, aile) veya genişletmek suretiyle iddiayı sınayabiliriz. O zaman şu soru gündeme gelir: Utanç yakınlığa işaret ediyorsa, utanca dayalı bir topluluğun olası sınırları nedir?
Primo Levi’nin Ateşkes kitabının başı bu bağlamda hatırlanabilir. Savaş bitmiştir; Levi, Auschwitz’ten sağ kurtulan bir grupla birlikte, onları kurtaran at üstündeki Kızıl Ordu askerleriyle karşılaşır:
Selam vermiyor, gülümsemiyorlardı; acımanın yanı sıra, ağızlarını mühürleyen ve gözlerini bu cenaze görüntüsüne bağlayan anlaşılmaz bir çekingenlik ellerini kollarını bağlamış gibiydi. Bizim çok iyi tanıdığımız, seçimlerden sonra ve onur kırıcı bir hakarete tanık olduğumuz ya da uğradığımızda içimizde beliren utancın aynısıydı: Almanların tanımadığı utançtır bu; adil kişinin, bir başkasının işlediği suç karşısında hissettiği utançtır ve o suçun var olması, var olan şeyler dünyasına geri dönüşsüz bir biçimde sokulmuş olması, kendi iradesinin bir hiç ya da hemen hemen hiç durumunda olup, savunmada herhangi bir işe yaramaması ona vicdan azabı verir.[3]
Levi, kurbanların ve kurtarıcıların adaletsizliğe engel olamamaktan ötürü utandıklarını ve suçluluk duyduklarını öne sürer; failler ve suç ortakları utanmamıştır. 1947’de yazılan bu sözler, 1963’te yayınlanır. Levi, 1986’da yayınlanan son kitabı Boğulanlar Kurtulanlar’da, “Utanç” başlıklı bölümde bu konuya yeniden döner.[4] Burada da yine utanç ve suçluluk duygusunu iç içe geçirir. Tahammül edilmesi zor bir berraklıkla yazdığı sayfalarda, hissettiği suçluluk duygusunu irdeler ve ölüm kamplarından sağ çıktıktan sonra kendini öldüren insanlardan söz eder. Sonra “daha büyük” bir utançtan, “dünya utancından” dem vurur: bir başkasının yaptığı kötülükten duyulan utanç, tıpkı failler ve suç ortakları gibi insan türüne ait olmaktan duyulan utanç. “Geçmişe ve içinde bulunduğumuz âna özgü acı denizi çevremizi kuşatıyordu ve yıllar geçtikçe neredeyse bizi boğacak düzeye yükseldi.”[5] Levi bir yıl sonra intihar eder.
Dünya böyle bir utancı ancak uç durumlarda tecrübe eder. Ama böyle bir şeyin mümkün olması, bahsettiğim genel meseleye bir nebze ışık tutuyor: ego’nun sınırları meselesi. Her insanın iki bedene (bir fiziksel bir toplumsal, bir görünür bir görünmez bedene) sahip olduğunu söylemek yeterli değil. Bireyi farklı kümelerin kesişim noktası olarak düşünmek daha yararlı. Aynı anda ait olduğumuz birçok topluluk var: bir türe (Homo sapiens), bir cinsiyete, bir dil topluluğuna, bir siyasi topluluğa, bir meslek grubuna vs. üyeyiz. En sonunda öyle bir kümeye geliyoruz ki, on parmağın iziyle tanımlanıyor ve tek bir üyesi var: kendimiz. Bir insanı parmak izleri temelinde tanımlamanın bazı bağlamlarda anlamı var elbette. Ama bir insan kendine has benzersiz özellikleri üzerinden tanımlanamaz. Kişinin geçmişte ve bugün yapıp ettiklerini ve düşündüklerini her yönüyle anlayabilmek için, ait olduğu özgül veya genel kümeler arasındaki karşılıklı ilişkileri incelememiz gerekir. Başta yola çıktığım duygu –başka biri adına, dahlimiz olmayan bir şey yüzünden utanmak– çoğul kimliklerimizi, aralarındaki ilişki ve birliği farklı bir açıdan yeniden düşünmemize yardımcı olabilir.
[1] Nicomachaean Ethics 1108 a 30-31.
[2] Aristoteles’e göre erdemin önkoşulu eylemin seçime dayanması – ç.n.
[3] Primo Levi, La tregua (1963), Opere içinde, I, ed. M. Belpoliti, Sunuş: D. Del Giudice, Torino 1997, s. 206 Türkçesi: Ateşkes kitabından aktaran Primo Levi, “Utanç”, Boğulanlar Kurtulanlar içinde, çev. Kemal Atakay (İstanbul: Can Yayınları, 1996) s. 60
[4] Primo Levi, I sommersi e i salvati (1986), Opere içinde, II, s. 1047.
[5] ‘Il mare di dolore, passato e presente, ci circondava, ed il suo livello è salito di anno in anno fino quasi a sommergerci’: I sommersi e i salvati, p. 1057. Türkçesi: Boğulanlar Kurtulanlar, s. 71.