/ Pasajlar / Teknoloji, İlerleme Miti ve İnsanın Özerkliği

İlkel toplulukların çöküşünün tarihi hâlâ yazılmamıştır […]. Bugüne kadar bu alanda gördüklerimiz zayıf taslaklardan öteye gitmiyor. Her halükârda, araştırmalarda kaydedilen aşama şunu söylemeye yetiyor: İlkel toplulukların yaşam gücü, Sami, Yunan, Roma vs. toplumlarıyla, hele modern kapitalist toplumlarla kıyaslanamayacak kadar yüksekti. […]

Burjuva yazarların elinden çıkma ilkel topluluk tarihlerini okurken tetikte olmak gerekir. Bunlar düpedüz yalan söylemekten bile çekinmezler. […]

 

Karl Marx’ın Vera Zasulich’e yazdığı mektubun ilk taslağından alınmıştır, “First Draft of Letter To Vera Zasulich”, Mart 1881.

 

ABD’nin Missouri eyaletinde, Amerikan yerlilerinden kalma 1000 yıl öncesine ait mağara resimlerinden. Mağara, içinde bulunduğu araziyle birlikte Eylül 2021’de bir müzayedede 2,2 milyon dolara satıldı. Kutsal bir tören ve gömü alanı olan mağarada tarih-öncesine ait 290’dan fazla “glif” (sembolik işaret) bulunuyor.[1]

 

Teknolojinin bizi böylesine cezbediyor oluşu, beş yüzyıllık kapitalist gelişmenin, doruk noktasına ulaştığı ülkelerde bile –hatta belki en çok bu ülkelerde– insan yaşamında yarattığı ekonomik, ekolojik ve kültürel yoksullaşmanın sonucu. Bu yoksullaşmanın birçok boyutu var. Kapitalizm, Marx’ın düşündüğü gibi komünizme geçişi sağlayacak maddi koşulları yaratmak şöyle dursun, dünya çapında kıtlığa yol açtı. Çalışma sürecinin yorgunluğundan sonra bedenimizin ve zihnimizin kendini toparlamasını sağlayan faaliyetleri değersizleştirdi; haddinden fazla işlediği toprak öyle bir noktaya geldi ki insan yaşamının idamesini sağlama gücünü giderek kaybediyor. Marx’ın tarımın gelişimi konusunda söylediği gibi:

 

Kapitalist tarımdaki her ilerleme, yalnızca işçideki değil, topraktaki cevheri de yağmalama sanatında kaydedilen ilerlemedir; toprağın verimliliğini belirli bir süreliğine artırma yolunda kaydedilen her ilerleme, o verimliliğin uzun vadeli kaynaklarını mahvetme yolundaki bir ilerlemedir. Bir ülke, ABD’de olduğu gibi gelişmesinde büyük ölçekli sanayiye ne kadar öncelik verirse, bu yıkım süreci o kadar hızlı olur. Dolayısıyla kapitalist üretim, toplumsal üretim sürecinin tekniklerini ve bütünleşme düzeyini, ancak her türlü zenginliğin asıl kaynağı olan toprağı ve işçiyi harap ederek geliştirir.[2]

 

Bugün bu yıkım sürecini olanca çıplaklığıyla göremiyorsak, bunun sebebi, tüm dünyaya yayılan kapitalist gelişmenin, bu sürecin toplumsal ve maddi sonuçlarını gözlerden ırak yerlere taşıması, böylelikle yeni üretim biçimlerinin maliyetlerini tüm boyutlarıyla görmekte zorlanmamızdır. Alman sosyolog Otto Ullrich’in yazdığı gibi, teknolojinin refah yarattığı masalının sürüp gidiyor olması, modern teknolojinin, maliyetlerini zamanda ve mekânda ciddi ölçüde öteleme kabiliyetinden ve bunun sonucunda her gün kullandığımız teknolojik aletlerin yol açtığı zararı göremiyor olmamızdan ileri gelir.[3]

Ancak, Marksist geleneğin büyük ölçüde göz ardı ettiği, fark edilmesi daha zor olsa da aynı ölçüde yıkıcı olan başka bir yoksullaşma biçimi daha var. Özerk güçlerimize kasteden uzun süreli kapitalist saldırı yüzünden yaşadığımız kayıpların sonucudur bu yoksulluk. Milyonlarca yıllık evrim süreci boyunca doğayla aramızdaki yakın temas neticesinde içimizde tortulaşmış olan ve sömürüye direnmemizdeki ana kaynaklardan birini oluşturan o ihtiyaçlar, arzular ve yetiler bütününden söz ediyorum. Güneşe, rüzgâra, gökyüzüne olan ihtiyacımızdan söz ediyorum; dokunma, koklama, uyuma, sevişme ve duvarlarla çevrili olmaktansa açık havada bulunma ihtiyacımızdan bahsediyorum (dünyanın birçok yerinde öğretmenlerin baş etmekte zorlandığı temel sorunlardan biri hâlâ çocukları dört duvar arasında zaptedebilmek). Bedenin söylemsel inşasında ısrar edilmesi, bu gerçeği gözden kaçırmamıza sebep oldu. Ama toplumsal yeniden üretimimizin önkoşulu olan bu birikmiş ihtiyaç ve arzu yapısı, her zaman, emek sömürüsünde sağlam bir sınır işlevi gördü; tam da bu sebeple kapitalizmin, ilk gelişme evresinden itibaren bedenimize savaş açması gerekti, bedeni sınırlı, maddi ve aklın karşıtı olan her şeyin ifadesi haline getirmesi gerekti.[4]

Dört bin yıl önce Babilliler ve Maya’nın gökyüzü gözlemcileri başlıca takımyıldızları keşfetmiş, gök cisimlerinin döngüsel hareketlerinin haritasını çıkarabilmişti.[5] Polinezyalı denizciler gecenin zifirî karanlığında açık denizde yollarını bulabiliyordu; bedenleri, dalgalardaki her devinime ve salınıma o kadar iyi ayak uyduruyordu ki, okyanustaki kabarmaları okuyarak kıyıya ulaşıyorlardı.[6] Fetih öncesi Amerikan yerlileri, bugün tüm dünyayı besleyen tahılları üretmişlerdi – hem de son 500 yılda tarım alanında uygulamaya konan yeniliklerin hiçbirinin erişemediği bir ustalıkla, bugüne dek hiçbir tarım devriminin boy ölçüşemediği bir bolluk ve çeşitlilik yaratarak.[7]

Hakkında çok az şey bilinen, üzerine neredeyse hiç düşünülmeyen bu tarihe dönmekteki amacım, kapitalist gelişme sürecinde maruz kaldığımız ve hiçbir teknolojik aracın telafi edemediği o büyük yoksullaşmanın altını çizmek. Aslında, teknolojik inovasyonun tarihine koşut başka bir tarih daha yazabiliriz: kapitalizm öncesine ait bilgi ve yeti birikimimizin yok oluş tarihi. Kapitalizm emeğimizin sömürüsünü bu yok oluşun üzerinde tesis etti. Tabiat güçlerini okuma, bitkilerin ve çiçeklerin tedavi edici özelliklerini keşfetme, topraktan rızkını çıkarma, ormanlarda yaşama, denizde ve karada yıldızların ve rüzgârların rehberliğiyle yolunu bulma yetisi, öteden beri bir “özerklik” kaynağı oldu ve bu nedenle yok edilmesi gerekti. Kapitalist endüstriyel teknolojinin gelişimi, bu kayıp üzerine kuruldu ve onu daha da derinleştirdi.

Teknolojilerin nötr birer aygıt olmadığını akılda tutmak bu noktada önemli: Her teknoloji, belirli bir ilişki sistemini, “özel bir toplumsal ve fiziksel altyapıyı”[8] gerektirmenin yanı sıra, üretim sürecinde kullanılan canlı emeğin en yaratıcı yönlerini zaptedip bünyesine katan disiplin ve bilgi rejimlerini içerir. Dijital teknolojiler için de geçerlidir bu. Ancak, bilgisayarın hayatlarımıza girmesinin insanlığa fayda sağladığı, toplumsal açıdan zorunlu emek miktarında azalma yarattığı, toplumsal zenginliğimizi ve el birliği kabiliyetimizi artırdığı varsayımından kendimizi kurtarmak çok zor. Oysa bilgisayarlaşmanın bedellerini ortaya koyan değerlendirmeler, bilişim devrimine ve bilgi toplumuna ilişkin iyimser görüşleri haydi haydi gölgede bırakacak kadar vahim. Saral Sarkar’ın hatırlattığı gibi, tek bir bilgisayar üretmek için ortalama 15 ila 19 ton hammadde ve 33 bin litre saf su gerekiyor – bunlar elbette müşterek zenginliğimizden koparılıp alınıyor, ama özellikle Afrika ve Güney Amerika’daki toplulukların müşterek su ve topraklarından alındıklarını tahmin etmek zor değil.[9] Raphael Samuel’in sanayileşme konusunda yazdıklarını bilgisayarlaşma için de söyleyebiliriz: “[Endüstriyel] teknolojiye sermaye yerine emek açısından baktığımızda, makinelerin ağır çalışmaya son verdiği fikri gaddar bir şaka gibi görünür… Bizzat makinelerin dayattığı gerekliliklerin yanı sıra, makinelere gereken hammaddeyi tedarik etmek için seferber edilmiş devasa bir işçi ordusu vardı.”[10]

Makineler, adeta mucizevi biçimde, yine makineler tarafından yoktan üretiliyor değildir. Milyarlarca makine, 16. yüzyıl İngiltere’sindeki koyunlar gibi, “yeryüzünü yiyip bitiriyor” ve bu süreç öyle büyük bir hızla gerçekleşiyor ki, yakın zamanda bir devrim olsa dünyayı yeniden yaşanır hale getirmek için müthiş bir emek sarf edilmesi gerekirdi.

Dahası makineler, yalnızca doğal müştereklerimiz –araziler, ormanlar, sular, dağlar, denizler, nehir ve sahiller– üzerinde değil, ruhlarımız ve toplumsal ilişkilerimiz üzerinde de etkide bulunan, yeni ihtiyaç ve alışkanlıklar yaratarak öznellikleri şekillendiren, geleceğimizi ipotek altına alan bağımlılıklara yol açan maddi ve kültürel altyapıları gerektirir. Kapital’in birinci cildinin yayınlanmasının üzerinden 150 yıl geçtikten sonra, kapitalizmin hâlâ hiçbir çözülüş emaresi göstermiyor olmasının bir açıklaması da bu – oysa Marx’ın toplumsal devrim için gerekli gördüğü nesnel koşulların haydi haydi olgunlaşmış olması gerekirdi. Bugün kapitalizmin çözülmesi şöyle dursun, 16. yüzyılın çitlemelerini hatırlatan daimi bir ilksel birikim rejimine tanık oluyoruz; bu sefer IMF ve Dünya Bankası’nın öncülüğünde, modern sanayinin ihtiyacı olan lityum, koltan ve elması elde etmek için Afrika, Asya ve Latin Amerika’daki komünal toprakları özelleştirip küçük üreticilerin mallarına el koyan maden ve tarım şirketlerinin desteğiyle işliyor bu süreç.

Kapitalizmin geliştirdiği üretim araçlarının hiçbirinin, sorunsuz bir şekilde devralınıp farklı amaçlar doğrultusunda kullanılamayacağını da vurgulamak gerekiyor. Keza, devleti, kapitalist endüstriyi, kapitalist bilim ve teknolojiyi olduğu gibi devralamayız; zira geliştirilmelerine temel olan sömürü odaklı hedefler, bunların hem yapısını hem de işleyiş tarzını baştan biçimlendirmiştir.

Modern sanayi ve teknolojiyi olduğu gibi temellük edip farklı amaçlara göre yeniden programlamanın mümkün olmadığını en iyi gösteren örnek, gezegeni zehirlemekle kalmayıp kapitalist sınıfı uçsuz bucaksız bir cephanelikle donatan nükleer ve kimyasal sanayilerdeki büyümedir. Otto Ullrich’in yazdığı gibi, “bilimleştirilmiş teknolojinin en çarpıcı eseri, hiç kuşku yok ki, savaş makinesinin tahrip gücündeki artıştır”.

Dolayısıyla, kapitalizmin yok ettiği toplumların, makineleşmenin ortaya çıkışından binlerce yıl önce bilim ve teknolojide ulaştıkları yüksek seviyeyi hatırlamak, politik bir gerekliliktir. Tarım tekniklerindeki ustalıkları hâlâ aşılamayan Amerikan yerlilerinin geliştirdiği olağanüstü çeşitlilikteki tohum ve bitkilere bakın; sadece Orta Amerika’da 200’den fazla mısır ve patates çeşidi türetilmiştir. Bir de bunu, bilimsel olarak örgütlenmiş, çeşitliliği amansızca yok eden günümüz kapitalist tarımıyla karşılaştırın…

 

Silvia Federici’nin Re-enchanting the World: Feminism and the Politics of the Commons (PM Press, 2019) adlı kitabından seçilmiş pasajlar. Şu bölümlerden derlenmiştir: “Technology, the Body, and Autonomy”, “Machinery, Modern Industry, and Reproduction”, “On the Myth of the Progressiveness of Capitalism”.

 



[2] Karl Marx, Capital: A Critique of Political Economy, cilt 1, ed. Frederick Engels, çev. Ben Fowkes (Londra: Penguin, 1990) s. 638.

[3] Otto Ullrich, “Technology”, The Development Dictionary, ed. Wolfgang Sachs (Londra: Zed Books, 1992) s. 283.

[4] Bkz. Federici, Caliban and the Witch: Women, the Body and Primitive Accumulation (Brooklyn: Autonomedia 2004), özellikle 3. bölüm.

[5] Clifford D. Conner, A People’s History of Science: Miners, Midwives, and Low Mechanicks (New York: Nation Books, 2005) s. 63–64.

[6] Conner, A People’s History of Science, s. 190-92. Yazar ayrıca, Avrupalı gemicilerin rüzgârlar ve akıntılar hakkındaki bilgilerini yerli denizcilerden öğrendiklerini, Atlantik Okyanusu’nu geçmeyi bu sayede başardıklarını belirtiyor.

[7] Jack Weatherford, Indian Givers: How the Indians of the Americas Transformed the World (New York: Fawcett Books, 1988).

[8] Ullrich, “Technology”, s. 285.

[9] Saral Sarkar, Eco-Socialism or Eco-Capitalism? A Critical Analysis of Humanity’s Fundamental Choices (Londra: Zed Books, 1999) s. 126-127; ayrıca bkz. Tricia Shapiro, Mountain Justice: Homegrown Resistance to Mountaintop Removal for the Future of Us All (Oakland: AK Press, 2010).

[10] Raphael Samuel, “Mechanization and Hand Labour in Industrializing Britain”, The Industrial Revolution and Work in Nineteenth-Century Europe, ed. Lenard R. Berlanstein (Londra: Routledge, 1992) s. 26-40.

pasajlar