/ Pasajlar / Sürrealizmin Doğumu ve Opera Pasajı

Sürrealizmin Doğumu – Walter Benjamin

Sürrealizm bir pasajda doğmuştur. İlham veren şeylerin kanatları altında!

Sürrealizmin babası Dada, annesi bir pasajdır. İkisi ilk karşılaştıklarında Dada yaşını başını almıştır. 1919 yılının sonlarında, Aragon ve Breton, Montparnasse ve Montmartre’dan nefret ettikleri için dostlarıyla buluşma mekânlarının Opera Pasajı’ndaki bir kafe olmasını kararlaştırırlar. Haussmann Bulvarı’nın inşası yüzünden Opera Pasajı yıkılır [1925]. Louis Aragon bu pasaja ithafen 135 sayfa yazar; bu rakamların toplamında dokuz sayısı gizlidir: yeni doğan sürrealizme yeteneklerini bahşeden müzlerin sayısı. Bu müzlerin adı Luna, Kontes Geschwitz, Kate Greenaway, Mors, Cléo de Mérode, Dulcinea, Libido, Bebe Cadum ve Friederike Kempner’dir.[1]

 

Walter Benjamin, The Arcades Project içinde, İngilizce’ye çev. Howard Eiland ve Kevin McLaughlin (Harvard University Press, 2003), s. 82.

 

    

Louis Aragon, 1925. Fotoğraf: Man Ray                                                         Opera Pasajı

 

Opera Pasajı – Louis Aragon

İnsan artık tanrılara yükseklerdeki meskenlerinde tapınmıyor. Süleyman’ın tapınağı bir metafor dünyasına indi ve orada kırlangıç yuvaları ile beyaz kertenkelelere ev sahipliği ediyor. Aşağılara inerek tozu toprağı mesken edinen dinlerin ruhu kutsal mekânları terk etti. Ama insanlar arasında serpilip gelişen yeni yerler var: gizemli yaşamları arasında dingince gezinilen ve büyük bir dinin ağır ağır şekillenmekte olduğu yerler. […]

Hayatın kendisi, kör kalabalıkların fark etmeden yanından geçtiği, ama görüntüsünü bir anlığına yakalayabilenlere aniden belirip musallat olan bu şiirsel tanrısallık içinde vücut bulmaya çağrılıyor. Sen, mekânların içindeki metafizik mevcudiyet: Sensin çocukları uykuya daldıran, rüyalarını dolduran.

[…]

Loş bir ışığın aydınlattığı, insan uğraşlarına ayrılmış bölgelerde, insan hayallerinin faunası, deniz bitkileri serpilip büyür – karanlığın kalın örgülerini örer gibi. … Esrara girilen kapılar insan zayıflığının dokunuşuyla açılır ve karanlığın âlemine dalarız. Bir yanlış adım, bir dil sürçmesi insanın düşüncelerini ele verir. Mekânların huzursuz edici havasındaki kilitler de böyledir: sonsuzluğa karşı sımsıkı sürgülenmeleri imkânsızdır. Canlıların özellikle müphem faaliyetler sürdürdüğü yerlerde, cansız nesneler kimi zaman onların en derinlerdeki güdülerini açık eden bir ışığı yansıtırlar.

[…]

Bu ışığın, Paris’teki bulvarların çevresinde bol bol rastlanan ve sanki insanın bu güneş almayan koridorlarda kısa bir süreden fazla oyalanması yasakmış gibi “geçit” diye adlandırılan pasajlara yayılmış olması ne gariptir. Derin suların süzgecinden geçmiş gibi mat yeşil, yukarı kalkmış bir eteğin altından görünüveren bir bacağın o solgun parlaklığını taşıyan bir ışık. İkinci İmparatorluk zamanında bir valinin[2] marifetiyle Amerika’dan Paris’e ithal edilen ve bugün başkentimizin haritasını düz çizgiler halinde yeniden çizmek üzere işe koşulan şehir planlama tutkusu, kısa bir süre içinde bu insan akvaryumlarının sonunu getirecek. Başlangıçta onlara hayat vermiş olan kaynaklar çoktan kuruyup gitmiş olsa da, bu pasajlar yine de zamanımızın bazı mitlerinin barındığı gizli birer havza olarak görülmeyi hak ediyor: Onlar ki, ancak bugün, kazma küreklerin gölgesi üzerlerine düştüğünde, nihayet anlık ve geçici olana tapınılan gizli bir dinin mabetlerine, lanetli zevklerin ve sanatların [profession] ruhani manzaralarına dönüştüler. Dünün anlayamadığı, yarınınsa asla bilemeyeceği yerler.

Geçen gün L'Intransigeant  gazetesi, “Bugün Haussmann Bulvarı Lafitte Sokağı’na kadar geldi” diye yazdı. Bu dev kemirgen birkaç adım daha ilerleyecek ve ardından, Le Peletier Sokağı’yla arasındaki evleri de yuttuktan sonra, Opera Pasajı boyunca uzanan iki koridoru hunharca yararak, Italiens Bulvarı’na çıkacak. Hayalperestlerden ve aylaklardan oluşan muazzam selleri Bastille’den Madelaine’e taşıyan insan nehri artık muhtemelen bu yeni kanaldan akacak ve böylece koca bir semtin, hatta belki de koca bir dünyanın düşünme biçimleri değişecek. […]

Bugünün gizemlerinin enkazı üzerinde geleceğin gizemleri yükselecek. Şimdi, Opera Pasajı’nda bir yürüyüşe çıkalım ve ona daha yakından bakalım. Burası, kuzeyde Chauchat Sokağı’na çıkan bir kapı ile, güneyde bulvara çıkan iki kapısı olan bir galeridir. Batı yönündeki Galerie du Baromètre, ve doğu yönündeki Galerie du Thermomètre adlı iki pasajı, iki kestirme yolla birleşir. Bu yollardan biri pasajın kuzey ucunda, diğeri ise bulvar kapısı ucunda, iki güney kapısı arasındaki alanda bulunan kitapçı ile kafenin hemen arkasındadır. [...]

Petit Grillon kafesi ile pansiyonun bulunduğu giriş arasında, baston ve değnek satan bir dükkân var. Son derece saygıdeğer bir tezgâhtar, şaibeli bir müşteriye, hem sapları hem de kulpları mükemmelen görülecek şekilde dizilmiş olan envai çeşit bastonu gösteriyor. Dükkânda dört dörtlük bir mekân düzenleme sanatı sergilenmiş: alt kısımdaki bastonlar yelpaze şeklinde, yukardakilerse çarpı işareti oluşturacak şekilde dizilmiş ve tuhaf bir açı sonucunda, kulplarındaki şekillerden oluşan demetleri bakan kişiye doğru eğmişler: fildişi güller, mücevher gözlü köpek başları, Toledo kakmaları, ince varaklı savat [niello] kakmaları, kediler, kadınlar, çengel gagalar, hintkamışından gergedan boynuzuna ve büyüleyici sarı akik taşına kadar envai çeşit malzeme.

Az önce nakletme iddiasında olduğum bu ziyaretten birkaç gün sonra, bütün bir akşamı Petit Grillon’da, saatler ilerledikçe gelmemeye karar verdiği belli olmaya başlayan birini bekleyerek geçirdim. Masayı tek başıma işgal edişimi, on beş dakikada bir içki ısmarlamak suretiyle mazur gösterdikten sonra –ki her bardak içimdeki yaratıcılık gücünü biraz daha götürüyordu–, sabır ve tahammül sınırlarımı hayli aştığımı fark ederek, sonunda pasaja girdim. Işıklar çoktan söndürülmüştü. Birden, baston dükkânının bulunduğu taraftan gelen bir uğultu dikkatimi çekti ve dükkânın vitrininin, nereden geldiği belli olmayan, yeşilimsi, deniz dibini andıran renkte bir ışıkla kaplı olduğunu görerek şaşırdım. Tıpkı çocukken Contentin yarımadasındaki Port Bail limanında seyrettiğim balıkların yaydığı fosforlu ışığa benziyordu; ama kendi kendime, bastonların da su altındaki yaratıklar gibi ışık yayma özelliğine sahip olabileceklerini düşünmek pekâlâ mümkün olsa da, bu doğaüstü ışımaya –her şey bir tarafa, kemerli çatıdan yankılanan uğultuya– fiziksel bir açıklama getirmenin çok zor olduğunu düşündüm. Bu sesi tanıyordum: Şairleri ve film yıldızlarını daima büyülemiş olan deniz kabuklarının sesiydi. Opera Pasajı’ndaki koca okyanus.

Bastonlar yosunlar gibi yüzüyorlardı. Dükkânın vitrinindeki katlar arasında insan biçimini andıran bir şeyin yüzmekte olduğunu fark ettiğimde şaşkınlığım hâlâ geçmemişti. Ortalama bir kadından daha kısa olmakla birlikte, kesinlikle cüce gibi de görünmüyordu. Küçüklüğü, daha ziyade, uzaklıktan kaynaklanır gibiydi, oysa görüntüsü hemen camın arkasında akıyordu. Saçları peşi sıra yüzüyor, ara ara parmaklarını bastonlardan birine geçiriyordu. Önce, kelimenin en bildik anlamıyla bir sirenle karşı karşıya olduğumu düşündüm, zira bu büyüleyici görüntünün beline kadar çıplak olduğu ve alt kısmının pullarla ya da muhtemelen gül yapraklarıyla kaplı olduğu izlenimini edinmiştim. Fakat tüm dikkatimi onun hava kabarcıkları arasında kayan gövdesine yoğunlaştırdığımda, küçülmüş hatlarına ve kendinden geçmiş görünümüne rağmen birdenbire kim olduğunu çıkarabildim: Lisel’le ilk defa, Saar Nehri kıyısında, Rhineland işgalinin utancıyla fahişeliğin mest edici zevkinin iç içe geçtiği karışık koşullar altında karşılaşmıştım. Yenilgiden kaçan halkına katılmayı reddetmiş, ve bütün gece, Sofienstrasse’de yürüyerek balıkçı babasından öğrendiği şarkıları söylemişti. Onun burada, bastonların arasında ne işi olabilirdi?

Dudaklarındaki kıpırtıdan anlayabildiğim kadarıyla hâlâ şarkı söylüyordu, fakat vitrindeki dalgalanma, sesini bastırıyordu; dalgalar onun üzerine yükseldi ve nihayet, ötesinde ne aydan ne de sarp kayaların tehditkâr gölgesinden eser olan aynalı tavana kadar çıktı. “Mükemmel!” diye haykırdım, o sersemlikle söyleyecek daha iyi bir şey bulamadığımdan. Siren korkmuş yüzünü bana döndürdü ve kollarını benden tarafa uzattı. O an tüm vitrin bir kasılma nöbetiyle sarsılmaya başladı. Bastonlar doksan derece döndü, böylece X şekillerinin üst kısmı görüntünün önünde açılarak V şeklinde cama doğru yaslandılar ve alt sıradaki yelpaze şeklinde dizilmiş bastonların oluşturduğu perdeye saçak oldular. Sanki bir dizi baston, aniden, orada cereyan eden bir savaşın görülmesini engellemek için sıraya dizilmiş gibiydi. Denizin sesiyle birlikte ışıma da sönüp yok oldu.

[...] Ertesi sabah oradan geçtiğimde, her şey olağan haline dönmüş gibi görünüyordu, ama ikinci vitrinde, kimsenin fark etmediği bir kaza olmuştu: raflardan birinde duran, çanak kısmında bir sirenin tasvir edilmiş olduğu lületaşından bir pipo, sanki bir fuar alanındaki köhne bir atış poligonunda hedef tahtası niyetine kullanılmış gibi, kırılmıştı. Piponun yanılsamalar yaratan sapının ucundan hâlâ büyüleyici bir çift memenin kıvrımları fırlıyordu: bir şemsiyenin keten kumaşı üzerine dökülmüş küçük bir beyaz toz tortusu, dalgalı saçlarla taçlandırılmış bir başın yitip gitmiş varlığına tanıklık ediyordu.

 

Louis Aragon, Paris Peasant içinde, İngilizceye çeviren Simon Watson Taylor, (Londra: 1971) s. 27-30, 35-38. Fransızca orijinali: “Passage de l'Opera”, Le Paysan de Paris içinde (Paris: 1926, Gallimard).

 



[1] Sürrealizmin müzleri: Luna, ay; Kontes Geschwitz, Alman oyun yazarı Frank Wedekind’in “Pandora’nın Kutusu” (1904) adlı oyunundaki bir karakter; Kate Greenaway (1846-1901), çocuk kitapları için yaptığı ilüstrasyonlarla tanınan İngiliz ressam ve yazar; Mors, ölüm; Cléo de Mérode (1875-1966), Fransız dansçı; Dulcinea, Don Quixote’un sevgilisi; Libido, Freud’a gönderme; Bebe Cadum, Cadum marka sabun ilanlarında boy gösteren bebeğe atıfla, reklamlar; Friederike Kempner (1836-1904), Alman kadın şair – ç.n.

[2] 1853-1870 yılları arasında, III. Napoléon’un görevlendirmesiyle Paris’in çehresini baştan aşağı değiştiren Baron Haussmann’dan bahsediliyor – ç.n.

pasajlar