Aşağıdaki pasajlar, Hans Belting’in İletişim Yayınları SanatHayat dizisinden yayınlanan “Sanat Tarihinin Sonu: Modernizmden Sonra Sanat Tarihi” başlıklı kitabından seçildi, s. 185-187; 315.
Aynı kişiler tarafından savunulmasalar ve aynı bağlam içinde yer almasalar da, sanatın sonundan da tıpkı tarihin sonu kadar sık söz edilmiştir. “Sanatın Sonu” genellikle yeni bir sanatı ilan etmek için kullanılan slogandı. “Tarihin Sonu” ise güncel tarihteki anlam eksikliğini ve tümüyle yeni bir tarih hedefinin yokluğunu hisseden herkese yönelik gibi görünüyordu. Hem sanatçıları hem de sanat tarihçilerini ayrı ayrı meşgul etmiş gibi görünen bu iki tema, sanat tarihi düşünce modelinde nadiren böyle bir bağlam oluşturmuştur; oysa sanat, Hegel döneminden beri mantıklı ve planlı bir gelişmenin simgesini oluşturmuş, daima sona eriyormuş gibi görünmesi hasebiyle de tarihi somut bir şekilde simgelemiştir. Günümüzde ise, hem sanatçılar hem de sanat tarihçileri için, birilerinin sürdürdüğü, başka birilerinin de anlattığı anlamlı bir gelişme tasavvuru ortadan kalkmıştır. Sanatın nasıl devam edeceğine –ve sanatın ne olduğuna– dair belirsizlik, sanatçılarda yeni sorular uyandırmakta; sanat tarihçileri ise sanat tarihinin aslında ne olduğunu ve kendilerinin bu konuda kesin bilgiye sahip olup olamayacaklarını sormaktadırlar.
Burada yalnızca sanat tarihçileri adına konuşabiliriz. Sanat tarihinin sonu hakkında düşünmek, sanat araştırmalarının sonuna gelindiği kehanetinde bulunmak demek değildir. Bununla daha çok, pratikte sık sık gerçekleşen, genellikle katıksız bir stil tarihi üzerinden yürüyen sabit bir tarihsel sanat serimlenişi şemasından kopuş kastedilmektedir. Burada sözü geçen sanat, kendi yasalarına göre işleyen bir akış içinde değerlendirilmesi gereken, özerk bir sistem olarak görünüyordu. İnsan bu sistemde sadece sanat üretimine doğrudan katılarak yer alabilirdi; buna karşılık, genel tarihte de artık sanata yer yoktu, sanat sadece kendine özgü özerk tarihinin içinde ele alınıyordu.
Avangard, ilerlemenin sanat tarihi modelini ortaya atarak geleneksel büyük emsallerin sanat tarihi modeline karşı direnişi ilan ettiğinde, eski sanat tarihinin krizi başlamıştı zaten. Böylece, tasavvurları açısından birbirlerine yüzeysel olarak benzeseler de, eski sanatın gidişatına ya da modern sanatın tarihine yaklaşımları açısından birbirleriyle neredeyse hiç ilişkilenmeyen iki sanat tarihi versiyonu birarada yaşamaya başladı. Sanata dair tasavvur gerçi hâlâ ikisinin de kendilerini evlerinde hissettikleri çatıyı oluşturuyordu, ama artık bir bütünlük görüntüsü sunmuyordu. Dolayısıyla bu iki model, tam da tarihin sürekliliğini ve tarihten kopuşu bir çelişki olarak içererek, ortak mekânlarına sahip oldukları yerde, birbiriyle çelişiyordu. Sanat tarihinin ilk çeşidinin ideali geçmişte, diğerinin idealiyse gelecekte yer alıyordu.
Günümüzde sanatçılar da tasdiklenmiş sanat kavramını sorgulayarak ve “sanat”ı, bir resim gibi, çevresinden yalıtan çerçevesinden çıkartarak sanatın sınırlarını ortadan kaldırma işine katılıyorlar. Eskiden sanatçılar Louvre’da sanatın başyapıtlarını inceler, bir sanatçı olarak bunu görev addederlerdi; şimdi geçmiş kültürlerdeki insanın tarihselliğini öğrenmek için etnoğrafya müzesine gidiyorlar. Antropolojik ilgiler, sanata içkin saf ilgilerin yerine geçiyor. Sanat ile hayat karşıtlığı, sanatın en esaslı güçlerini devşirdiği o karşıtlık, güzel sanatların bugün sembolik iletişim mecraları ve sistemleriyle arasındaki sağlam sınırları yitirdiği yerde ortadan kalkıyor. Nesnesinin (sanatın) sınırlarını çizip onu diğer bilgi ve yorumlama alanlarından ayırarak varlığını meşrulaştırmış bir disiplinin geleceği için bu gelişme, fırsatlar kadar sorunlar da doğuruyor.
[…]
Elinizdeki kitabın ilk yayınlanışından bu yana sanat dünyası bir kez daha dramatik biçimde değişti; ancak bu arada kitabın iki öngörüsü öylesine gerçekleşti ki, metnin kılavuz çizgileri geçerliliğini koruyor. Sanat üretiminin eski çerçeve koşullarından kopması bugüne kadar iki doğrultuda hızlandı. “Galeri sanatının” mecraya dayalı sınırları da, Batı sanat dünyasının coğrafi sınırları da açıldı. Bunun için “medya sanatı” denilen sanata ve onun enstalasyon yapısına başvurmaya bile gerek yok, çünkü yeni teknolojilerden yararlanılması sanatta sınırların ortadan kalkmasını tek başına açıklayamaz.
Sanat dünyasında coğrafi açıdan da bir değişim gerçekleşiyor ve bu değişim Batı’nın kendini kavrayışını da etkiliyor. Bunun sonucunda, yalnızca Batı’da şekillenmiş olan bir sanat tarihinin Avrupa-merkezli tekeli de bundan etkileniyor. Burada söz konusu olan, küresel bir sanat dünyası var mıdır, varsa hangi anlamda vardır, ya da hangi anlamda var olabilir gibi moda bir tartışma sorusu değildir yalnızca. Orta ve Doğu Avrupa sınırlarının açılması, dar anlamda Batıcı bir sanat tarihinin sınıflandırma sistemini ve merkezciliğini kendi tarzınca sorguluyor.