Michel Serres’in diğer pek çok eseri gibi Parazit de bir yazarla başlıyor: Masallar’ın yazarı Jean de La Fontaine’le. Serres, insan ilişkilerini açıklamak üzere geliştirdiği parazit teorisini La Fontaine, Rousseau ve Molière’in eserleri ile Elçilerin İşleri gibi metinlerin yardımıyla ortaya koyuyor. Serres’e göre parazit, tüm insan kurumlarının ve disiplinlerinin temeli olan ilksel, tek yönlü ve ters çevrilmez ilişkidir: toplumun, ekonominin ve çalışmanın; beşeri ve pozitif bilimlerin; dinin ve tarihin temelidir parazit.
Parazit bir mikroptur; vermeksizin alan, öldürmeksizin zayıf düşüren sinsi bir enfeksiyondur. Parazit, yiyecek karşılığında sohbetini, övgü ve iltifatlarını sunan bir konuktur. Parazit, bir engel veya gürültüdür: bir sistemdeki ya da bir kanaldaki parazit. Birbirinden farklı gibi görünen bu olguların Fransızcada aynı kelimeyle ifade edilmesi Serres’e göre tesadüf değildir. Serres, bu farklı hatları titizlikle analiz ederek, hepsi de aynı ortak etkenle –parazitle– belirlenen insan ilişkilerine ve kurumlarına dair mükemmel bir teori geliştirir.[1]
Aşağıdaki pasajlar, Serres’in Le Parasite (1980) kitabının İngilizce çevirisinden seçildi. Metin boyunca kullanılan hôte kelimesi Fransızcada hem “ev sahibi” [host] hem “konuk” [guest], hem “parazit” hem de “paraziti barındıran canlı” anlamına geliyor. Bir asalağın, içinde veya üzerinde yaşadığı canlı anlamına gelen “konak” kelimesi de eski Türkçede aynı zamanda “konuk” anlamı taşıyor.[2] Çeviride hôte kelimesi, hangi anlamın ağır bastığına bağlı olarak “ev sahibi” ve “konak” kelimeleriyle karşılandı.
Serres’in son pasajda anlattığı hikâye, La Fontaine’in Masallar’ındaki “Köylü ile Yılan” masalına dayanıyor. Masalın Nazım Hikmet’e ait çevirisi 6. notta yer alıyor.
Michel Serres, 1930-2019
Başlangıçta üretim vardır: yağ fabrikası, yayık makinesi, mezbaha, mandıra. Ama ben üretmek ne demek anlamak istiyorum. Üretimi yeniden üretimle eşitleyenler işi kolaylaştırıyor. Dünyamız kopyacılar ve tekrarcılarla dolu, hepsi de para ve şan şerefle ödüllendiriliyor. Yorumlamak yaratmaktan daha değerli; çoktan verilmiş bir karar hakkında kanaat sahibi olmak kendi kararını vermekten daha değerli. Çağımızın illeti, yeninin kopyalar altında kalması, zekânın aynıların keyfi içinde boğulması. Gerçek üretim kuşkusuz nadirdir, onu derhal sıradan ve bayağı bir şeye dönüştürecek parazitleri üstüne çeker. Gerçek üretim beklenmedik ve umulmadıktır; enformasyonla dolup taşar ve daima, ânında parazit istilasına uğrar.[3]
Gustave Doré, Livyatan’ın Yok Edilişi, 1865
Hayvanlarla ilişkimiz ilginç – yediğimiz hayvanları kastediyorum. Dana, kuzu, sığır, ceylan, sülün veya keklik yiyoruz, ama “artıklarını” atmıyoruz. Deri kıyafetler giyip tüylerle süsleniyoruz. Çinliler gibi biz de tek bir parçasını israf etmeden silip süpürüyoruz ördeği; domuzun başından kuyruğuna her yerini yiyoruz; ama bu hayvanların derilerini, tüylerini, kürklerini de üstümüze giyiyoruz. Giyinik insan, maharetle dişini geçirip boşalttığı hayvanların içerisinde yaşar. Bitkiler için de aynı şey geçerli. Pirinci, buğdayı, elmayı, ilahi patlıcanı, narin karahindibayı yiyoruz; ama aynı zamanda ipeği, keteni, pamuğu dokuyoruz; hayvanatın içerisinde yaşadığımız kadar, nebatatın da içerisinde yaşıyoruz. Parazitleriz biz ve parazitler gibi giyiniyoruz. Tanrılarımızın mabetleri içerisinde yaşamaları gibi biz de deriden çadırların içerisinde yaşıyoruz.
Birbirimizin parazitleriyiz ve parazitler arasında yaşıyoruz. Parazitlerin çevremizi oluşturduğunu söylemeye denk düşüyor bu. Topluluk denen kara kutunun içinde yaşıyoruz; onun sayesinde, onunla beslenerek, onun içinde yaşıyoruz. Bu topluluğa bazen bir hayvan formu veriliyor: Livyatan. Hayvansı bir şeyin içerisinde olduğumuz kesin; daha kibar ifadesiyle, toplumu tarif eden organik bir model bu. Konağımız [host] kim? Bilmiyorum. Ama içeride olduğumuzu biliyorum. Ve buranın karanlık olduğunu.[4]
Vaktiyle biri Descartes’ın giriştiği işi, geceleri farelerin tavanarasında çıkardıkları gürültüyü duyduğu için evini ateşe veren bir adamın yaptığına benzetmişti. Uykuyu bölen o koşturma, kaçışma, çiğneme, kemirme sesleri. Huzurla uyumak istiyorum. O zaman elveda. Farelerin dadanıp harap ettiği bina devrilsin. Ben hiç hatasız düşünmek, araya parazit girmeden iletişim kurmak istiyorum. O yüzden evi yakıyorum – seleflerimin evini. Evi yeniden inşa edeceğim demek bu – fareler olmadan. Ama bunu yapmak için uyumadan, arkamı dönmeden, bir an bile inşaatı terk etmeden, yemek yemeden duvar örmem lazım. Yoksa fareler geceleri temele dadanır. Dün peşine düştüğüm düşüncelerim… bugünlerde hep bunu yapıyorum… Peki bu sırada ne yapıyorsun? Kusura bakma ama uyuyorsun. Yemek yiyor, rüya görüyor, seviyorsun ve saire. Onun için de şimdi fareler geri geldi. Dendiği gibi, zaten hep oradaydılar. Binaya ait onlar. Hatalar, sapmalar, karışıklık, anlaşılmazlık bilginin parçası; parazit iletişimin parçası – fareler evin parçası. Hatta bundan da fazlası, fareler evin kendisi.[5]
Donmuş bir yolcu, az önce içeri gelmiştir.[6] Soğuk bir kış günü, buz tutmuş, kaskatı kesilmiş, canı çıkmış vaziyette karın üstünde uzanmış yılan. Kendi mülkünde (buraya dikkat, kendi mülkünde) yürüyüşe çıktığında oradan geçen bir köylü, yılanı dertop edip içeri alır, ateşin önüne sere serpe yayar ve yılan hemen uyanmaya başlar. Dışarıdan içeriye, hissizlikten canlılığa, uykudan öfkeye, kayıtsızlıktan nefrete: soğuktan sıcağa.
Yolcu bir barınak istiyordu, bir döşek ve biraz yemek, çorba, erzak – aynı çatı altında uyumak. İstiyordu ama karşılığında bir teklifte bulunmamıştı; bir ücret meselesi yoktu ortada: satirin konukseverliği bedavadır.[7] İşte riskin yükseldiği yer tam burası: konuk daima ev sahibinin insafına kalmıştır. Tersten, köylünün açısından bakınca, evinde başka bir kır faresi daha. Köylünün eylemi saygıya değer olduğu için –merhamet, yüce efendim– kira meselesi gündeme gelir. Kira, yani bir yer karşılığındaki ücret, bir bölge karşılığındaki ödeme. Evde olan, ama benim evimde olan böyle biri, benim kiracımdır: Yer bildiren bu çifte hal, düzene bağlanmış konukseverliğin sayısız kereler düşmanlığa dönüştüğü gerçek bir şer yuvasıdır. Soğuktan sıcağa dönen haşere saldırıya geçer: Nankör, der köylü, aldığım karşılık işte bu!
Fakat köylü yanlış düşünmektedir. Yılan bir kiracı değildir. Bir barınak aradığı yoktu onun; dillendirmediği bir çağrıya cevap verilmişti. İstemediği halde verilmişti kendisine. Burada kuşkusuz bir armağan var, belki de bir kayıp. Biri çıkıp kendini yılanın velinimeti, kurtarıcısı ve babası tayin etmişti. Huzur içinde uyuyorsunuz ve uyandığınızda kendinizi borçlanmış buluyorsunuz. Başka hiçbir ihtiyacınız olmadan yaşıyorsunuz ve birden biri ülkenizi kurtardığını, sınıfınızı, çıkarlarınızı, ailenizi ve sofranızı koruduğunu iddia ediyor. Ona borçlu olduğunuzu söylüyor, seçimlerde oy istiyor, veya başka bir şey. İşte yılan da uyandığında bir başkasına minnet yükümlülüğü içindedir. Öfkelenmek için yeterli sebep. Ama dahası da var: Köylü yürüyüşe çıktığında kendi mülkündedir, sonra evine girdiğinde yine kendi mülkündedir. Ona kalırsa, bölgesini değiştirmemiş, bir sınır aşmamıştır. Ona kalırsa, ona kalırsa… Tersten bakılırsa yılan yer değiştirmiştir. Başta hiç kuşkusuz kendi kuytusundadır, sonra yabancı bir yerde uyanır. Kendi yerinden daha azı verilmiştir ona. Bir kayıp daha. Dolayısıyla bilanço çıkarıldığında, talep edilen ödeme ters döner. Ev sahibi sandığı kadar evin sahibi değildir. Sandığı kadar konuksever değildir. Hiç kuşkusuz düşmandır; zaten asıl mesele de budur. Ödeme yapması gereken kim?
İhtilaf ciddidir. Kim konak, kim konuk? Armağan nerede, kayıp nerede? Kim konuksever, kim düşman: yine aynı kelime, aynı şey.[8] Hôte [host] hem öznedir hem nesne, hem dosttur hem düşman. O halde karar verin. Evet, derhal: Karar vermek kesip atmaktır.[9] Köylü de böylece baltasını alır. Dikkat: Muhakeme etmez, karar verip kesip atmaz; dilimler [tranche]. Ortaçağa dayanan trancher kelimesi, Latince halk dilinde “üçe kesmek” anlamına gelen trinicare’den gelir. Köylü böylece baltasını alır, hayvanı üçe doğrar, iki darbede üç yılan ortaya çıkarır: gövde, kuyruk, baş.
Fakat bence karar vermek mümkündür. Phaedrus veya Aesopos’un izinden giden La Fontaine, köylünün bakış açısından yazmaktadır. Nankörlere ölüm. Burada en azından şunu anlıyoruz ki şükran, takasın katı mantığında, ölüm kalım riski taşır. Ben de az önce başka bir açıdan, yılanın bakış açısından yazdım. İkisinden hangisi nankördür soruyorum size? Aranızda hanginiz, yerinden alınmaya, yuvasından uzaklaştırılmaya, başka birinin, ilk geçen yolcunun kaprislerinin pasif nesnesi haline getirilmeye razı olur? Dahası sizin adınıza karar veren birine kim şükran duyar? Profesyonel siyasetçileri onurlandırmak olurdu bu. Başkalarını kaya yerine, donuk taş yerine koyanları. Başkalarını sadece yerinden taşınmaya müsait nesneler olmaya zorlayanları. Pasif nesne aniden uyanıp öfke içinde saldırdığında şaşırıp kalanları. Velinimetlerine, kurtarıcılarına ve babalarına öfkeyle saldırmayanlar bütün görevlerini unutmuş olurlardı, donuk pasiflikten saldırının sıcağına geçmemiş olurlardı. Ölmeyi göze alarak: dilimlenmeyi.
Karar vermek mümkündür diyordum. Baltanıza davranmadan önce bir üçüncü taraf bulun. Vurun ama önce dinleyin. Nankörleri yargılayalım o zaman, der yılan torbanın içinden. Hayatım senin ellerinde, der yılan adama; beni doğra ama şunu bil ki nankör olan sensin. İneğe varalım, yargıç o olsun. İnek şöyle der: “Ben adama sütümü ve yavrularımı veriyorum ama o bana ölümden başka hiçbir şey vermedi”. Hüküm verecek bir diğer üçüncü taraf olan öküz, sürekli çalışıp karşılığında sopa yediğini ve hayatının tanrılara adanmış bir sunakta son bulduğunu söyler. Hepsi de, karşılığında onlara asla bir şey vermeyen adama kendilerinden veriyorlardır. Ama biz ağaca kadar gidelim. Ağaç, korunak sağlar, süsler, çiçeğini, meyvesini, gölgesini verir. Bunların ücretini, daha doğrusu vergisini ödemek yerine –çünkü ağaç bir bölgeyi kaplar ve orayı ilk kaplayan odur– adam ağacı keser. Ağaç adamın nankör olduğuna hükmeder. Adam ineğin sütünü sağar, öküzü işe koşar, ağaçtan çatı yapar; hepsi de parazitin kim olduğuna karar vermiştir. İnsandır. Her şey, tüm hayvanlar ve canlılar, onun için doğar. Güç ve kudret sahipleri, der La Fontaine, böyle davranır. Evet tabii, peki ya diğerleri? İneğin çiftçisi, çatının marangozu, öküzü öldüren rahip, bunlar kudretli insanlar değildir. Tarih bunu semboller olmaksızın, tercümeler veya yer değiştirmeler olmaksızın söyler. Ama tarih, insanın evrensel parazit olduğu, etrafındaki her şeyin ve herkesin konaklanacak bir yer olduğu gerçeğini gizler. Bitkiler ve hayvanlar daima insanın konağıdır [host]; insan daima onların davetsiz konuğudur. Hep alır, asla vermez.
İnsan, doğayla bütün ilişkisinde takas ve armağan mantığını kendi lehine çevirir. Hemcinsleriyle ilişki kurarken de bunu yapmaya devam eder; insanın da paraziti olmak ister. Hemcinsleri de bunu istemektedir. Rekabetin sebebi budur. Hayvanlara birdenbire, durup dururken insan karakteri atfedilmesi bundandır, masallardaki hayvan dünyasının sebebi budur. Hemcinslerim sığır, buzağı, domuz ve tavuk olsalardı, onlarla da doğayla kurduğum ilişkinin aynısını kurabilirdim. Çağdaşlarımın, geçmişteki ve gelecekteki soyumun huzur dolu rüyası budur. Hep almak, asla vermemek, tek tarafın lehine işleyen mantık içinde üstün konuma yerleşmek. İnsan kurdun piresidir.[10] Metaforlar değişir, metamorfoz geçirir.[11]
[1] The Parasite, “Çevirenin Sunuşu”, s. x.
[6] Serres’in anlattığı hikâye, La Fontaine’in Masallar’ındaki “Köylü ile Yılan” masalıdır. Nazım Hikmet çevirisiyle:
Esope'un anlattığına göre: bir köylü, safça bir adam, merhametli o kadar da, dolaşırken bir kış günü baba mirası tarlalarda, karın üstünde uzanmış bir yılan görür: donmuş, kaskatı, nerdeyse de çalacak son saatı; köylü alır onu, evine götürür ve düşünmeden, ne olur diye mükafatı böyle bir hareketin, ısınıp dirilmesi için boylu boyunca uzatır önüne ocağın. Uyuşuk hayvan hisseder etmez tepkisini sıcağın, canlanır bir yandan, bir yandan öfkelenir, kaldırır kafasını, ıslık çalmağa başlar hemen, çöreklenir derken, derken sıçrayıp saldırmağa yeltenir velinimetine, kurtarıcısına, atasına. Köylü der ki: “Nankör, bu muydu edeceğin bana. Gebereceksin!” Ve haklı olarak ateş püskürür, öfkesinden sarıldığı gibi de baltaya iki vuruşta üç yılan çıkarır ortaya: bir baş, bir kuyruk, bir de beden. Hoplayarak birleşmek ister parçalar, fakat imkânı mı var. . . Merhametli olmak iyidir, ama kime karşı? İşte bütün iş burada... Nankörlere gelince, onlar da her zaman böyle geberip giderler pemperişan.
[7] La Fontaine’in “Satir ile Yolcu” masalına gönderme – ç.n.
[8] hospitalier (konuksever) ve hostile (düşman) kelimelerinin her ikisi de Latincede “yabancı; konuk, misafir” anlamlarına gelen hostis kelimesinden türemiştir – ç.n.
[9] Fr. décider=karar vermek; Lat. decidere=koparmak – ç.n.
[10] “İnsan insanın kurdudur” deyişine gönderme – ç.n.
[11] The Parasite, s. 22-25.