Nazi Almanya’sında, Yahudi esirlerin tutulduğu bir birimde yetmiş kişi kalıyorduk. Ne tesadüf ki kampın numarası 1492’ydi, yani Yahudilerin İspanya’dan sürüldüğü tarih. Fransız üniformamız sayesinde Hitler döneminin şiddetinden hâlâ korunabiliyorduk. Ama “özgür” denen diğerleri, bizimle iş yapan, bize iş veya emir veren veya sadece bize gülümseyen insanlar –ve yanımızdan geçen, bazen başlarını kaldırıp bize bakan kadınlar ve çocuklar– bizi insan derimizden soyuyorlardı. Onların nezdinde biz insanaltı varlıklardık, bir grup büyük maymunduk. Biz, onların türü içine hapsolmuş, kullandığımız bütün kelimelere rağmen dili olmayan varlıklardık.
Sonra, birkaç haftalık kısa bir süre boyunca, başıboş bir köpek hayatlarımıza girdi – tabii nöbetçiler onu kovalayana kadar. Birgün, muhafızların gözetimi altında çalışmaktan döndüğümüzde, köpek bu ayaktakımıyla tanışmaya geldi. Kampın civarındaki yaban bir arazide hayatta kalmayı başarmıştı. Ona “Bobby” diye egzotik bir isim verdik, tıpkı insanların sevdikleri köpekler için yaptıkları gibi. Sabah sayımında ortaya çıkar, çalışmadan döndüğümüzde bizi bekliyor olur, bizi görünce atlayıp sıçramaya ve neşeyle havlamaya başlardı. Onun gözünde insan olduğumuza şüphe yoktu. O köpek Nazi Almanya’sındaki son Kantçı’ydı, ilkeleri ve dürtüleri evrenselleştirmek için gereken zihne sahip olmasa da…
Emmanuel Levinas, “The Name of a Dog, or Natural Rights”, Difficult Freedom: Essays on Judaism içinde, çev. Seán Hand (Baltimore, MD.: Johns Hopkins University Press, 1990, 1997), s. 153.