Frederick Kiesler ve modeli.
Kat planı
Kat planı, bir evin ayak izinden fazlası değildir. Böyle yamyassı bir ize dayanarak binanın asıl biçim ve içeriğini anlamak zordur. Tanrı, insanoğlunu yaratmaya ayak izinden yola çıkarak başlamış olsaydı eğer, ortaya insan yerine, herhalde devasa bir topuk ve kocaman ayak parmaklarından oluşan bir hilkat garibesi çıkardı. (İç dünyasını bir yana bırakın, muhtemelen kafası ve kolları dahi olmazdı.) Neyse ki yaradılış başka türlü gerçekleşti; her şey bir çekirdekten türedi. İçinde “bütün”ü barındıran tek bir tohum hücrenin ağır ağır gelişerek insan binasının farklı katlarına ve odalarına dönüşmesiyle… İnsan denen yapının çekirdeğini oluşturan bu hücre, varlığını herhangi bir zihinsel komuta değil, tamamen erotik ve yaratıcı birtakım içgüdülere borçludur. Tuhaf bir bileşimdir; henüz jelatinimsi bir maddeyken bile, gelecekte dönüşeceği kişiyi, onun aklını, içgüdülerini, terini ve hayallerini içinde barındırır. Sanki doğa, hayatın sahasına ilk topu atmış, sonra da kollarını kavuşturup koşulların onu sokacağı şekilleri seyre dalmıştır. Sonuçta ortaya çıkacak varlık ne türde olursa olsun, yassı değil, top gibi mutlaka üç boyutludur; koordinasyon arar. Tüm duyularıyla, teması teneffüs eder. Sonsuz sayıda bağ, ilişki, ışın, dalga ve moleküler köprü aracılığıyla, görünür olanla; dokunulabilir ve koklanabilir olanla etkileşim halindedir. Ama aynı zamanda hemen kokusu alınamayanla, ânında dokunabilir olmayanla, görünmez olanla da. Hayatla olabildiğince iç içe geçip ona bağlanmak için etrafına sayısız iplik salar. Başkaları olmadan hayatta kalması mümkün değildir. Hayatı topluluk içinde yaşar. Gerçekliği ortak-gerçekliktir [co-reality]. Gerçekleştirme gerçekliği ortak-gerçekçiliktir [correalism].[1] Gerçekliği, birbirini koşullayan, sınırlayan, iten, çeken ve destekleyen eşgüdümlü kuvvetlerin gerçekçiliğidir. Bu kuvvetler, kâh birleşip kâh birbirlerinden uzaklaşarak, dengelerini hiç yitirmeden hep birlikte bir şekilden yeni bir şekle giren sirk cambazlarını andırır. Hayatta bu denge yalnızca bir kez yitirilebilir. Çünkü orada, sirktekinin aksine, düşeni yakalayacak ağlar yoktur. Sadece ölüm vardır: Ortak-gerçeklik söner, biter.
Eğer özgürce çalışabilme, yani gündelik gerçekliklerden bağımsız, somut şeyler yaratabilme noktasına ulaşmış olsaydık; biz mimarlar “kat planları çizerek” bina tasarlamazdık. İşe, her şeyden önce “ev evreninin” çekirdeğini oluşturmakla; yani evin sinir sistemini kâğıda çizmekle başlardık (ki ben yıllardır bunu yapmaya çalışıyorum.)[2] Bu aşamada evin gövdesine ait kulaklar, eller ve başka işlevsel organlar kafamızı fazla meşgul etmemeli. Çünkü bunlar, ilk taslak plandaki tohum hücrenin içinde zaten mevcutturlar. Evlerimizin ayakları ya da merdivenleri, burunları ya da havalandırma cihazları –ki tüm bu yapısal unsurlar, (eski Mısır’da ya da Rönesans İtalya’sında olduğu gibi) günümüzde bir kez daha teknik olarak çözümlenmiştir– kolayca bulunabilir ve para karşılığında temin edilebilir. Oysa şahsiyet satın alınamaz; icat edilmelidir. Ve bu ancak, kendine mimar olmayı vazife edinmiş bir kişinin tüm yaratıcı içgüdüsünü kullanmasıyla gerçekleştirilebilir. Geleneğin “modernize edilmesi” yeterli değildir. Mimar nasıl kendisi sadece kas, kemik ve vücut sıvılarından meydana gelen bir varlık değilse; yaratacağı evi de, yalnızca duvarlardan, çatıdan, ısıtma ve soğutma sistemlerinden ibaret bir yapı olarak değil, kanlı canlı bir varlığın tepki verme güdülerine sahip, yaşayan bir organizma olarak tasavvur etmelidir. Ev, bir sindirim düzeneği değildir. İnsan, doğal güçlerin çekirdeğidir; fiziksel varlığı sayesinde ve fakat duygularda ve düşlerde yaşar. Fiziksel çevresinin her milimetresi esin kaynağıdır, yalnızca mekanik temas değil. Ancak evini “yaşanabilir” kılma amacı güden resimler, halılar ve şamdanlar, insanın estetik gereksinimlerini kalıcı olarak sağlamaya yetmez.
Öte yandan –evi rahat yaşanabilir bir yer yapma umuduyla– “salt” estetik ögelerden başlayıp pratik ve işlevsel yönleri sonraya bırakarak, yaratım sürecini tersine çevirmemeliyiz. Çıkış noktamız, evde yaşayacak kişinin ruhunu tatmin etmek olmalı. Kaldı ki, ruhun gereksinimleri baskılanmamalı ve onları karşılamak için yüzeylerin dekorasyonuyla yetinilmemelidir. Böyle bir estetizm, eninde sonunda çıkarılıp atılacak ikiyüzlü bir maskeden başka bir şey değildir. İster beton olsun, ister cam ya da plastik; ister kişiye özel üretilmiş olsun ister prefabrik; maske yine maskedir ve yaratıcı insanın iç dünyasıyla ilintili değildir.
İnsanların yaşamsal gereksinimleri basittir. Bu gereksinimler, sadece –mimarideki ya da başka alanlardaki– yapay uyarıcılarla karmaşık ve ikiyüzlü bir hal alırlar. Ahşap, çamur ve taşla dürüst binalar yapılabilir, tıpkı alfa cam ve beta alüminyumla dürüst olmayan binalar yapılabileceği gibi.
Gerek tek başına yaşayan kişiler, gerekse çiftler ya da kalabalık bir ailenin fertleri, doğal iradelerini ve içgüdülerini kullanarak, olumsuz fiziksel koşullarda yaşamaya kendilerini alıştırabilirler (katedraller yoksul semtlerde yaşayanlar tarafından inşa edilmişti), ancak olumsuz ruhsal koşullar altında yaşamaya kimse uzun süre dayanamaz. Bazı koşullar insanları sonunda hava geçirmeyen şık pencere çerçevelerini ve gıcır gıcır cilalanmış kaliteli döşemeleri arkasında bırakarak, mutlu ve özgür olmak için gidip bir mağaraya sığınmaya sevk eder. “Teknik kusursuzluk”, aynı zamanda hem bir rüya, hem de bir kâbustur; ona asla ulaşılamaz. Sadece özgür bir sanatçı, yaptığı resim ya da heykelle “kusursuz” olabilir ve bitmiş bir şey üretebilir. Teknisyen ise “gelişme”nin kölesidir; dolayısıyla onun kusursuzluğu ancak göstermeliktir ve büyük ölçüde koşullara bağımlıdır. Böyle bir kusursuzluk koşulludur. Yalnızca sanat eserleri koşullu değillerdir. Teknoloji (ve özellikle makine teknolojisi) tamamen rölatifdir, daha doğrusu ortak gerçeklere bağlıdır [correlative].
Yaratıcı Dönüşüm Yasası
İşlevselcilik determinizmdir, dolayısıyla ölü doğmaya mahkûmdur. İşlevselcilik, rutin faaliyetlerin standartlaştırılmasıdır. Yürüyebilen (ancak dans edemeyen) bir ayak; görebilen (ancak vizyonu olmayan) bir göz; tutabilen (ancak yaratamayan) bir el gibi.
Mimar, işlevselcilik sayesinde kendi fikrinin sorumluluğunu taşımaktan kurtulur. Başkalarından devraldığı o an için geçerli kullanışlılık anlayışına fazla bir şey eklemeden mekanikleşirken, yaptığı sadece geleneksel olanı basitleştirip yalınlaştırmaktan ibarettir. Ama bunu yaparken aslında yaşayan insanın en basit işlevlerinde var olması gereken özgürlüğü ve iradeyi ihlal etmiş olur. Türünü ayırt eden, yemek borusu değil, uzuvlarının işlevleri arasındaki tam koordinasyondur.
Mimaride modern işlevselciliğin kökleri, “yaşamın işlevselleşmesinden” ziyade, çağdaş soyut resme dayanır.[3] Günümüz mobilya ve binalarında ortaya çıkan kavisli biçimler, “psikolojik” işlevselcilikten değil, sürrealizmin biçimsel dilinden doğarlar. Bazı mimarlar, geometrik şekillerle soyutlamayı birbirine karıştırmış, işlevselcilikle kastedileni sadelik (ya da planimetri) olarak anlamış, ve bunun adını da “organik mimarlık” koymuşlardır. “Soyut” sadeliğin, dönemin endüstri ve işgücünün örgütlediği hijyen ilkesine uygunluğu şans eseridir.
Aslında gerçek bir işlevselci, hiçbir standardı nihai olarak kabul etmez. O, var olan standartları deneyimler ve bu deneyimi sayesinde hâlihazırdaki standartlardan bağımsızlaşır. Sonra, bu sürekli materyalizminin (1) ve artık özgür olan hayal gücünün etkisiyle, yeni amaç (2) ve yeni nesne (3) kafasında netlik kazanır. Böylelikle, yalnızca yeni nesnesinin içine doğması gereken koşullara zamanla hâkim olmakla kalmayacak, yeni, gerçek nesneleri aracılığıyla, koşulların kendilerini de değiştirecektir. (Bkz. Metabolism Chart Home Kütüphanesi.)[4] Yeni fikir, artık cisimleşmiştir (1); ve yaratıcı döngü yeniden başlar.
Yaşamın baskın güçlerinin yön değiştirmesini izleyerek, ilgi odağı ve çekim merkezi, maddi olgudan (1) fikre (2), fikirden nesneye (3) doğru kayabilir; ve bu sürekli akış içinde, başka kaymalar da aynı derecede mümkündür.
Böylece, bütüncül yapının içinde üç bileşenden ikisi, her zaman için ikincil konumda olur. Bu ikisinin arasındaki olası ilişki bile, içinde bulundukları ortak-gerçeklik durumuna bağlı olarak değişkenlik gösterecektir. Her şekilde, bu üç bileşenin kuvvetleri hiçbir zaman birbirine eşit olamaz. Çünkü eşit olmaları halinde, süreklilik, sabit bir dengeye ulaşarak sona erer. Yeniden doğma süreci imkânsızlaşır. Nasıl doğada kusursuz bir denge var olamıyor ve eninde sonunda bir kuvvetin mutlaka diğerlerinden baskın çıkması gerekiyorsa; “işlev” de, sonlu bir olgu ya da standart gibi değil de, ancak daimi bir dönüşüm süreci olarak görünür.
Biçim, işleve uymaz.
İşlev, vizyona uyar.
Vizyon, gerçekliğe uyar.
“Soyut işlevselci” kendi kendini kandırmakta ustadır. Çoktan “onaylanmış” olan işlev standardını, birtakım soyut ya da fantastik çizgilerle “iyileştirdiğini” zanneden, ve bu arada teknik ve dekoratif gelişmeler dışında söz konusu işleve hiçbir şey katmadığını fark edemeyen “soyut işlevselci”, hem kendini hem de başkalarını (müşterilerini), bir fanatiğin dürüstlüğüyle kandırır. Modern abajurlar, gaz lambasının “işlevini” “iyileştirerek”, gazyağını elektriğe, gaz lambasının fitilini ampulün filamanına hiçbir zaman dönüştüremezler. Miadını doldurmuş bir biçim ya da işlevi iyileştirmeye yönelik her çaba, bir çıkmaz sokakta son bulur; yeni, eskimiş olana aşılanamaz çünkü başka işlevsel kökleri vardır. Yaratıcı dönüşüm yasası, doğal hakkını talep eder: miadını doldurma ve yeniden doğma.
Herkes işlevselcilikten bahsediyor, fakat örtük işlevlerin dünyasını tanımlamayı es geçiyorlar. Bunun için hâlihazırda var olan işlevlerin geçerliliğinin sorgulanması, yeni işlevlerin belirlenmesi ve geçerliliğini yitirmiş olanların tasfiye edilmesi gerekiyor. Bu iş, daha çok cam kullanıp daha çok ışık elde etmekle, çiçekleri pencere pervazlarına yerleştirmek yerine yerlere koymakla, oturma ve yemek odalarını birleştirmekle olmaz. Sözde-işlevler yoluyla yeni bir mimarlık anlayışı oturtmaya heves ediyorlar. Fakat aslında tek yaptıkları, banka hesaplarını şişirmek, mesleki itibarlarını yükseltmek.
Yine de bu işin bütün faturasını mimara kesmemeliyiz. Çünkü mimarlık okullarının normal ders programları, insanın biyolojik, psikolojik, sosyo-politik yapısını kavramasını sağlayacak bilgilerle mimarı donatmıyor. Günümüz mimarları halen yalıtılmış bir uzmanlık eğitiminden geçiyor.
Mimarı “başkaları için çalışan kişi” olarak konumlandırmak, kendisine yapısal ilkeler açısından yakın duran sosyal planlayıcıyı öyle düşünmekten bile daha zordur. Çünkü mimar, “teknik ortam” morfolojisinde, toplumsal kurallarla fiziksel düzenin gereksinimlerini birleştirirken, aynı zamanda bireyleri ruhsal yönden etkileyecek unsurları da göz önünde bulundurmalıdır. Üstelik planlarını gerçekleştirebilmek için mühendisler, heykeltıraşlar, ressamlar ve inşaat sektörünün çeşitli alanlarında çalışan zanaatkârlar gibi diğer uzmanların ustalığına güvenmek zorundadır. İş yükünü birçok kişiyle paylaşıyor olsa da, sorumluluğun en büyük kısmı “mimar”ındır. Çünkü ne kendisi, ne de beraberinde çalışan teknisyenler inşa ettikleri yapının içinde yaşayacak olmalarına rağmen; kimliği belirsiz bir kişi, başkalarının elinden çıkan bu evin huzurla yaşayabileceği bir yuva olması hususunda yalnızca mimara güvenecektir.
Biz mimarlar arasından hangimiz, bir binanın estetik değil de, ahlaki sorumluluğunun tamamını üzerimize almaya cüret edebiliriz? Binalar insanlar için inşa ediliyor; ancak hangi mimarın insan morfolojisini anlamasını sağlayacak eğitimi alma lüksü olmuştur? Günümüzde mimarlık, ne bilim, ne zanaat ne de sanattır. Sosyal bilimler ve teknik buluşlardaki gelişmelere bağımlı olan biz teknik ressamlar, hâlâ birer mimarozoruz.[5]
Endless House Project’in içi, 1960.
Doğrudan ve dolaylı bina
İşlevsel mimarlık hayvansal-mimarlıktır; fiziksel barınma sağlayan strüktürler inşa eder. Ancak hayvanlar inşa ederken daha ekonomik davranırlar. Ne de olsa tek yaptıkları, içgüdülerini dinleyip, türlerine has gelenekleri tekrar etmektir. İnsan ise efendiler gibi yaşamak istediği için, bir türlü tatmin olmaz, daimi olarak kendisine tabi olacak yeni malzemelerin, alet-edevatın, makinelerin arayışı içindedir. İnsan kendisine güvenmek yerine, gelişmelere güvenir.
Evler kullanışlı olmalıdır. Kullanışlı olmak, işe yaramak; her yönden, her anlamda iş görür olmak demektir. Bu yönlerden herhangi biri kapalı olursa, ev tıkanır. Ancak, teknik ressam işe zemin kat planını çizerek başladığı sürece, bir ev nasıl kullanışlı olabilir ki? Görme duyumuz fiziksel olarak derinliksiz, yassı – canlı mekânsal görme duyusunun gerektireceği gibi iki gözümüzle stereoskopik olarak değil, tek gözümüzle (tek boyutlu) görüyoruz.
Zemin kat planı, bir hacmin yassı bir izinden ibarettir. Evin içinde gerçekleşmesi beklenen asıl etkinliğin hacmi göz önüne alınarak hazırlanmaz. Onun yerine, yan yana konmuş ya da iç içe geçirilmiş (ya da cephede olduğu gibi, katları göstermesi için üst üste bindirilmiş) birtakım uzun, kısa, bükülmüş kare ve dikdörtgenlerden oluşur. Bu kutu konstrüksiyonun, yaşama pratiğiyle uzaktan yakından ilgisi yoktur. Ev, içinde insanların çok boyutlu bir şekilde yaşadığı bir hacimdir. Ev, içinde yaşayanların gerçekleştirebildiği tüm olası devinimlerin toplamıdır; bu devinimler ise değişken içgüdülerle hayat bulur.
İşte tam da bu yüzden işe kat planıyla başlamak yanlış olur. Biz mesken tutmanın genel anlamını yakalamaya çalışmalı ve yapılandırmayı bu doğrultuda gerçekleştirmeliyiz. Bu, zor olabilir ama imkânsız değildir. Zor olmasının nedeni, ev çok boyutlu bir mekânken, ve yalnızca bu şekilde kendi gerçekliğine kavuşurken, (kâğıda hapis) tasarımın ancak iki boyutlu olabilmesidir. Yine de tasarımın doğası gereği iki boyutlu olması, bizim a priori iki boyutlu görmemiz ya da hissetmemiz gerektiği anlamına gelmemelidir.
İlkel insan, tarihöncesi insanı evini inşa ederken kat planları çizmiyordu. Parmağıyla kuma ya da çamura herhangi bir mimari tasarım çizmeye bile yeltenmiyordu. Doğrudan inşa ediyordu. Mekânları doğrudan eve dönüştürüyordu. Ve çaktığı ilk kazıktan (ya da kütükten) itibaren evinin içinde yaşıyordu. Son taş ya da yaprak yerine oturduğu zaman, ev çoktan deneyimlenmiş, sınanmış oluyordu. Özetle, evin içinde yaşayanlar evi adım adım oluşturuyorlardı; bir kişinin tamamen örtününceye dek kat kat giyinmesi gibi.
Mesken inşaatının mekanikleşmesi aşağı yukarı şu şekilde ilerledi:
a) İlkel insan kendisi ve ailesi için doğrudan –tasarlamadan– inşa eder.
b) Yarı-uygar insan doğrudan –yine plan kullanmadan– fakat artık başka aileler için de inşa eder.
c) “Uygarlaşmış” insan, başkaları için, varlıklı kişiler için inşa eder ve ürünlerini çizdiği eskizlerle pazarlamaya çalışır. Artık uzmanlaşmıştır, kendisi ve başkaları için bir usta inşacıdır, hem tasarım yapar, hem inşa eder.
d) Makine insanı sadece tasarım yapar, artık inşa etmez. İnşaat işini diğer uzmanlara bırakır; artık kendisi için değil, sadece başkaları için mekânlar oluşturur; günümüz mimarı böyle çalışır.
e) Gelecekte olması mümkün gelişme: Mimar artık evi kendi tasarlamayacaktır. Ev, (inşaat, makineleşmiş araç gereçler ve dekorasyon uzmanlarından oluşan bir grup tarafından) kolektif bir biçimde planlanır, kolektif bir biçimde inşa edilir – ve yönetilir.
Bu sosyal standartlaşma, sadece evin bölümlerinin değil, mimari biçimlerin de standartlaşmasına neden olmuştur.
Mimari elemanların standartlaşması (makine konstrüksiyonunda olduğu gibi) bilimsel bilgi birikiminin sonucunda gerçekleşmiş olsaydı, kimsenin buna bir itirazı olmazdı; ancak (çelik ray profili üretiminde bile kullanılan) ölçüler, ağırlıklar ve bağlantılar daha önce gerçekleştirilmiş mimari projelerden türetildiği için (yani gerçek hayattaki işleyiş süreçleri incelenerek ve bunların yarattığı gereksinimler göz önüne alınarak oluşturulmadığı için), ortaya çıkan ev, organik bir bütün değil, bir yığıntıdır. Katların, duvarların ve tavanların inşası bittikten sonra, insanın bu boşluğa uyum sağlaması ve (mobilyalar ve dekorasyonun yardımıyla) onu rahat bir yaşama alanına dönüştürmesi beklenmektedir. Mekânı yaratan mimar-tasarımcı bu evin içinde hiç yaşamamıştır, mekânla ilgili herhangi bir deneyimi yoktur. Ayrıca insanın, mimari ortam içindeki davranışlarını gözlemleyebileceği mimari bir laboratuvar da bulunmamaktadır. Bu deneyim, artık köklü değişiklikler yapmak için çok geç olduğunda, yani iş işten geçtikten sonra, evde ikamet edecek kişiye bırakılmıştır. Günümüzde ikametçi (ilkel insanın aksine), kendi evini hiçbir zaman kendisi planlayıp kendisi inşa etmediği için, tamamen mimarın ve inşaat müteahhidinin diktatörlüğüne maruz kalmaktadır. Günümüz ikametçisi, mimarlık kölesine dönüşmüştür.
Mimarlık mesleğine yabancı olanlara (ya da ortalama bir mimara), inşaat endüstrisinde hüküm süren karmaşayı kısaca anlatarak açıklamak oldukça zor. Toplumumuzda büyük teknik başarıların ya da kurumların sorgulanmasını engelleyen genel bir dar görüşlülük hâkim (Bizden önceki nesillerin cinsel hayatları konusundaki ketumluğa benzer bir şey bu). Yine de artık Öklid sisteminin ötesine geçildi; hatta yakın geçmişte elektrik ampulünün yerini floresan lambalar aldı. Halk, yenilikler üzerinde kafa yormaya yeterince vakit bulamadığından, yeni felsefeleri çabucacık kabulleniyor. Zaten söz konusu yeni felsefeler, “gerçek” hayatın o derece dışındalar ki, onların tehlikeli olabilecekleri kimsenin aklına dahi gelmiyor.
Ancak mesleklerde uzmanlaşmanın genel bilgi birikiminde çok büyük bir gerilemeye de sebebiyet verdiğini unutmamalıyız. Günümüzde endüstrinin çok miktarda üretim yapmasının başlıca nedeni yatırımlardır. Endüstri, temel ihtiyaçlara hizmet etmekten ziyade; satılabilir olduğu kanıtlanmış ürünler üzerinde günün modasına uygun birtakım değişiklikler yaparak onları tekrar tekrar piyasaya sürüyor. Mimarlar ve teknik ressamlar da, hiç şüphe duymadan endüstriye suç ortaklığı ediyorlar.
Via Apea (Maymunsal Yol Yordam)
İnsanoğlu, arka ayaklarının üzerinde dengede durabilmeyi en sonunda başarabilmiş akrobatik bir hayvandır, ancak kafası hâlâ dört ayak üzerinde emekler gibi işler. İnsan, zekâsı yoluyla ulaştığı tüm icatların şairler tarafından uzun süre önce sezinlenmiş olduğunu bilmelidir. Bunu kanıtlamak için Leonardo da Vinci’nin fikirlerini ya da (1640’ta gramofonu tarif eden) Cyrano de Bergerac’ın yazılarını hatırlatmaya gerek bile yok. İlk yazılmaya başlandığı zamanlardan beri, insan soyunun tanığı şiirdir.
İnsanoğlunun bedbahtlığı çok daha derinde yatar: hayal gücüyle deneyimlemediği herhangi bir şeyi inşa etme yetisi olmamasında.
Hayal gücünün ağı, insanı kıskıvrak yakalamıştır.
Doğa, insanı rehin almıştır.
İnsan ancak bu ağı yırtabilirse özgürlüğüne kavuşabilir.
Ancak insan, maymunun yolundan ilerler. Taklit etmek[6] onun kaderidir.
Öngörülerini mekanik olarak gerçekleştirebilmek istiyorsa, kendi kendini taklit etmek yapabileceğinin en iyisidir.
[1] Kiesler’e göre “Correalism” terimi “insanla kendisini çevreleyen doğal ve teknolojik çevrelerin arasındaki sürekli etkileşim” anlamına gelir. http://williambraham.net/?p=16 – ç.n.
[2] “Endless”, Paris, 1925 çizimleri için Architectural Record, 1931; “Space House”, Architectural Record, 1935; “Salle de Superstition”, L’Architecture d’Aujourd’hui, Paris, Nisan 1949.
[3] Soyut resmin Corbusier ve Mies van der Rohe’nin mimarileri üzerindeki doğrudan etkisinin iki sarih örneği, Cubism and Abstract Art (Kübizm ve Soyut Sanat) kitabında bulunabilir. (Museum of Modern Art, New York, 1939) – y.n.
[4] “Biyoteknik olarak Mimari” (Architecture as Biotechnique), Laboratuvar raporu, Mimarlık Bölümü, Columbia University, Architectural Record’da yayınlanmıştır, New York, 1939.
[5] Yazar burada “architectosaurus-es” kelimesi kullanarak “architect” (mimar) kökü ile dinozor türlerini belirten kelimelerin sonuna eklenen “-osaurus” ekini birleştiriyor – ç.n.
[6] Yazar burada “Apean way” (maymunun yolu) ve “to ape” (taklit etmek, öykünmek, birine özenmek) kelimelerinde aynı “ape” kökünü kullanmaktadır – ç.n.