Bir yıl kadar önce Emil Hrvatin’le birlikte kolektivizmi ele alan bir performans projesi önerirken, kolektivizm teriminin kendi başına onca muhalefet ve kafa karışıklığına yol açacağı hiç aklıma gelmemişti. Proje önerimiz üzerinde fikir yürütmeye çağırdığımız, Avrupa’nın deneysel dans ve performans alanından onlarca programcı, eleştirmen ve teorisyen, ağız birliği etmişçesine bize aynı soruları yöneltti: "Kolektivite teriminin ne kadar ideolojikleşmiş ve miadı dolmuş olduğunun farkında değil misiniz? Kolektiviteden, bir çalışma yöntemi olarak mı bahsediyorsunuz, yoksa bir araştırma konusu olarak mı? Yani, çalışmanızı kolektif biçimde mi gerçekleştiriyorsunuz, yoksa kolektivite üzerine mi? 'Kolektivite' yerine, çağdaş pratiklere daha uygun bir terimi –'işbirliği' terimini– kullansanız daha memnun olurduk, çünkü işbirliği bireysel farklılıkların müzakere edilebileceği bir alanı içeriyor."
Bugün "işbirliği", performans alanında bir çalışma habitus’unu tarif etmek üzere kullanılan, en rağbet gören kavram; kolektivizm ise terk edilmiş, daha kötüsü içerdiği fikir itibarıyla bastırılan ve itici bir kavram.
Sanatsal ve çağdaş olmaktan ziyade toplumsal ve tarihsel olduğu söylenen bir kavramı incelemek, Avrupa’da deneysel performansın halihazırdaki durumuyla ilgili hangi olguları açığa çıkarabilir? Müelliflik payesi, her durumda, bir projeye önayak olan kişiye mi verilir? Kimi müellifleri ortak bir araştırma için davet etmeye önayak olmak, eşitlikçi bir işbirliği zeminini, merkezî bir liderliğin bulunmadığı bir kolektiviteyi temin edebilir mi?
Bugün Batı toplumlarında kolektivite denince, 1989’dan sonra yürürlükten kalkan bir ideolojik çizgide yürütülen kolektif politik eylem imgeleri mi akla geliyor sadece? Kolektivizmi, illa ki, 1960’ların tiyatro ve performans pratiklerine ait eski bir model çerçevesinde devreye sokulan özgürleşme politikasının aracı olarak görüp bir kenara bırakmak mı gerekiyor?
Kolektiviteyi anımsamayı seçtiğimiz modeller, bu olguyu ideolojik felaketlere veya toplumsal çöküşlere havale ediyor – sanki kolektivite her durumda, faşist işbirliği rejimlerine sürüklenmeye mahkûmmuş gibi. Asıl önemli sorular şunlar: Kolektivizmin bugün terk edilmekle kalmayıp bastırılıyor olmasının, veya kolektivite fikrinin başlı başına itici bulunmasının sebepleri neler? Ve bu kavramı günümüzün acil ihtiyaçlarına cevap verebilecek şekilde yeniden düşünmemiz mümkün mü?
Living Theatre, Performance Group, hatta Judson Dance Theatre gibi grupların bazı performansları, aynı zamanda örtük bir kendini-ifade matrisine dönüşmüş, günümüzün solo çalışma veya komünal doğaçlama projesi formatında kendini göstermiştir. Bireyci kendini-ifade, Batı toplumunda dansı fetişist bir aura’yla kuşatır: "Ne yaşadın, ne hissettin, bu deneyim sana ne öğretti, önünde hangi ufukları açtı?" Sık sık işittiğimiz bu sorular, gerek seyircinin gerekse icracının, New Age akımlardaki gibi kendi benliğiyle meşgul olduğunun göstergesidir. Sanat ya da kültür üreticisinin bireyselliği, özellikle de dansçının bedensel suretine büründüğünde, yaratıcılık, karmaşıklık, devingenlik, esneklik, yenilikçilik gibi değerlerin de en iyi sermayesi olur. Nitekim neoliberalizm bağlamındaki çağdaş emekçi figürü de, kolektif değil, bireysel performans inisiyatifinden esinlenmiştir.
Bojana Cvejić’in 2005 tarihinde yayınlanan Collectivity? You Mean Collaboration başlıklı makalesinden seçilmiş pasajların çevirisidir.