/ Pasajlar / Karanlıklar İçinde, ya da Sürrealist Blöf

                                                                        Jean Dubuffet, Portrait d'Antonin Artaud cheveux epanouis, 1946

 

Sürrealizm benim için başlı başına yeni bir sihir olmuştur hep. İmgelem ve düş yoluyla da, ruhun içinde saklı duran her şeyin yüzeye çıkması ve bilinçdışında gerçekleşen bu şiddetli özgürleşme, ister istemez görünür olanın boyutlarında, anlamlamanın öneminde ve yaratılmış olanın sembolizminde yoğun dönüşümlere kapı açar. Somut gerçekliğin kabuğu ya da giysisi artık aklın alışıldık devinimleriyle örtüşmez bir hale gelir. Gerçekliğin yerini aşkın ve görünmez olan alır. Bildiğimiz dünya artık birarada duramaz, dağılmaya başlar.

Ancak o zaman illüzyonları ayıklayabilir ve sahte olanı saf dışı bırakabilirsiniz.

Umuyorum ki yaşamlarını ona buna laf atmakla ve boş tehditlerle harcayan bu kifayetsiz gevezeler, hiçbir şeyi devirmeyi beceremeyen bu devrimciler, okült yıkımın taşları altında kalacaklar.

Bu vahşilerin beni de dönüştürmelerinden rahatsızlık duymam doğrusu, hatta buna ihtiyacım var bile diyebilirim. Ama ben en azından ne kadar zayıf ve kirlenmiş bir varlık olduğumun bilincindeyim. Benim arzuladığım hayat çok başka. Ve geriye dönüp baktığımda şimdi asla onların yerinde olmak istemediğimden de eminim.*

Peki bu Sürrealist maceradan geriye ne kaldı? Yıkılan umutlar dışında pek az şey.  Öte yandan edebiyat alanına bakarsak, aslında epey bir katkısı olmuştur. Yazıya akıtılan bu öfke, bu iğneleyici tiksinti gayet iyi verim alınabilir bir tutum ve ileriki günler için yararlı olabilecek bir kudrete sahip. Hatta şimdiden edebiyatı arılaştırmış, onu, zihnin öz hakikatine daha da yaklaştırmıştır. Ancak hepsi bu kadar. Edebiyat veya imgeler dışında bir başarıdan, zaferden söz edemeyiz, ki kesinlikle bundan fazlası olmalıydı. Düşleri doğru bir biçimde kullanarak düşüncelere yeni bir yön verilebilir, görünür olana dair yeni bir yaklaşım bulunabilirdi. Psikolojik gerçeklik tüm parazitik ve işe yaramaz fazlalıklarından arındırılmıştı, böylece ona hiç olmadığı kadar yaklaşmıştık. Elbette hayattaydık ve canlıydık fakat belki de gerçekliğin terk edilmesinin yalnızca sanrılara yol açacağı da tinin kanunlarından biridir. Bizler, fiziksel âlemin dar kapsamı içinde eziliyor ve durmaksızın bir oraya bir buraya çekiştirilip duruyoruz. Devrimcileri bu tinsel düzeyi tam manasıyla terk etmeye ve şu “devrim” sözcüğüne faydacı ve pratik bir anlam –toplumsal anlam ki tek geçerli anlamının bu olduğu iddia edilir– atfetmeye iten o dalalet içinde bunu açık seçik gördük, çünkü hiç kimse sözcüklerle aldatılmak istemez. Bu ne kadar da ilginç bir tutum değişikliği, ne kadar tuhaf bir anlayış.

Yalnızca psikolojik anlamda gösterilen bir gelişme: En temel özelliği eylemsizliğe dönüşen böylesi bir tutumun yeterli olacağına inanan var mıdır acaba? Sürrealizmin içkin ruhu Devrime giden bir yoldur. Buna hiç şüphe yok. Ayrıca epey bir Sürrealistin de arkasında durmayı reddettiği ancak yine onların deyişiyle olabilecek en tesirli varış noktasıdır Devrim; peki ama bu Komünizm taraftarlığı geri kalanlara ne kattı ve onlardan neler götürdü? İleriye dönük bir adım atmalarını sağlamadığı kesin. Devrimin temel dayanağı haline getirilen bu ahlaki anlayışı içe dönük kişiliğim nedeniyle asla bir gereklilik olarak görmedim. Benim kendi gerçekliğimin mantıksal ihtiyaçları, her tür maddi gereklilikten önceliklidir. Bana göre tek geçerli mantık da budur; yalnızca duyularımla algılayabildiğim ışınımlar yayan, daha yüce addedilen bir mantık değil. Ne kadar akılcı ve ikna edici olursa olsun, kendimi hiçbir disipline uymak zorunda hissetmedim şimdiye kadar.

Yaşama ve ölüme dair iki veya üç ilkem vardı, ki onlar da tüm kırılgan ittifaklardan daha yücedir benim için. Ve şimdiye dek de hiçbir düşünce yapısıyla karşılaşmadım ki ödünç alınmış olmasın.

Sürrealizm kendi mahirlerinin tutuculukları nedeniyle ölmüştür. Ondan geriye kalanlar ise Sürrealistlerin kendilerinin bile adlandıramadığı melez bir yığın sadece. Biteviye görünürlüğün eşiklerinde takılıp kalmış, bu yaşamda ayakta kalmaktan aciz olan Sürrealizm hâlâ büyük çıkışını yapma, zamana damgasını vurma peşinde. Topyekûn bir şekilde bir yalanın mı, yoksa hakikatin mi (ruhani gibi görünenin hakiki yalanı, dolaysız fakat yok edilebilir gerçeğin sahte hakikati) yanında duracağına karar verecek gücü bile yokken Sürrealizm, gerçekliğin içindeki o bir türlü akıl sır ermeyen, tanımlanamayan ve şimdilerde hadımların eline geçen bir ara boşluğu kovalayıp durmakta. Fakat benim herkesin malumu akli zafiyetim ve ödlekliğim, gerçekliğin ancak dışsal ve hemencecik algılanabilen yönüne sirayet edebilecek ani değişimlerle hiç mi hiç ilgilenmiyor. Dışsal metamorfoz benim düşünceme göre olsa olsa ek bir kazanımdır. Sürrealistlerin toplumsal ve maddi düzleme yönelik beyhude eylem teşebbüsleri, hiç bitmeyen ama nafile hınçları bana göre yararsız ve de basbayağı bir illüzyondan ibaret.

Şu an yaşanan tartışmalar içinde kişisel özgürlüğün diğer tüm zaferlerden çok daha üstün olduğuna inanan tüm özgür insanlar, tüm hakiki devrimcilerin benim safımda olduklarından eminim.

Ya tüm bu söylediklerim nedeniyle alacağım tepkiler karşısındaki çekincelerim?

Bu açıdan iki çeşit ve kesin çekincem var. Daha açık olmak gerekirse bunlar, kendiliğinden yahut değil, herhangi bir eylemdeki abesliği sezebilen köklü bir hissiyata dayanmakta.

Benimki belki de olabilecek en kötümser bakış açısı ancak bazı kötümserlikler vardır ki beraberinde bir berraklık, şeffaflık da getirir. Ümitsizliğin berraklığı, sanki bir uçurum kıyısındaymışçasına gittikçe kızışan duyuların berraklığı. Ve her tür insan faaliyetinin korkunç göreliği ile birlikte, ama her şeye karşın bu bilinçdışı kendiliğindenliktir insanı asıl harekete geçiren.

Ve ayrıca bilinçdışının müphem ve akıl sır ermeyen âleminde de böyledir bu: İşaretler, öngörüler, sezgiler, karşı karşıya gelindiğinde giderek büyüyen ve insan aklını ebediyen kurcalamaya devam edeceği aşikâr apayrı bir yaşam biçimi.

O halde bu konuda hepimizin çekinceleri aslında ortak. Sürrealistler de bu çekincelerin çözümü için eylemden yana gibi görünüyorlar. Ancak ne zaman eylemin gerekliliği açıkça karşılarına dikilse, anında buna vakıf olmadıklarını ilan ediyorlar. Onlar bu düşünce yapıları nedeniyle bu âleme ebediyen yabancı kalmaya mahkûm olacaklar. Ben de öteden beri kendim için aynı şeyi söyleyip durmuyor muyum sanki? Gerçi benim psikolojik ve fizyolojik şartlarımın vahim anormalliği lehime gibi duruyor ama yine de bunu kendi yararlarına kullanmayı öğrenmeleri imkânsız.

 

*Bu bahsettiğim hayvanilik her ne kadar onları öfkeden kudurtsa da, yine de onların en ayırt edici özelliği. Çabuk hazlara duydukları heves ve bunun için maddesel olana başvurmaları, asli yönelimlerini, yani hepimize göstereceklerine inandığımız muhteşem bir kırılma gücünün sırrını bulmaya yönelik amaçlarını kaybetmelerine neden oldu. Bir kargaşa ruhu hâkim oldu, önemsiz kavgalar yüzünden birbirlerini yemeye başladılar. Dün ben ve Soupault idik tiksinti içinde çekip giden. Bizden önce de Roger Vitrac oldu ki onun ihraç edilişi yapılan ilk kalleşlikti.

Kendi köşelerinden istedikleri kadar havlayıp inkâr ededursunlar, benim bunlara tek cevabım var: Sürrealizm benim için görünmeyenin bir uzantısı, bilinçdışına ulaşmanın bir yoludur. Görünmeyen bilinçdışının hazinelerine bu sayede dokunabilir, tek bir uyaranla dile gelir hale getirebiliriz.

Benim için Ruysbroeck, Martinez Pasqualis ve Böhme bunu kanıtlamaya yeter. Eğer hakikiyse, her tür tinsel eylem icap ettiği takdirde somut bir hale büründürülebilir. Tinin o içsel koşulları! Onlar gerçek eylemin kaya gibi dayanıklı kutsal adanmışlığına da sahiptirler aynı zamanda. Bu ise çaresizce üstü örtülmeye çalışılan sağlam ve tartışmasız bir olgudur.

 

Kaynak: Antonin Artaud, Selected Writings içinde “In Total Darkness, or The Surrealist Bluff” metninden kısaltılarak çevrilmiştir; ed. Susan Sontag (University of California, 1988) s. 142-145.

 


 

sürrealizm, Artaud