Sivil ayaklanmalarda, istisnalar sayılmazsa, askerler ancak nefretle, zorla ve konyak marifetiyle ilerler. Aslında başka bir yerde olmak istiyorlardır ve çoğunlukla önlerine değil arkalarına bakarlar. Ama onları amansız bir disiplinin pençesinde tutan bir demir yumruk vardır; otoriteye karşı hiçbir yakınlık duymasalar da, sırf korkudan itaat ederler ve kendi başlarına hareket etme kabiliyetinden yoksundurlar. Bir kıta, üstleriyle veya diğerleriyle bağını kaybetti mi bitmiş demektir. Âmirleri de bunu gayet iyi bilir; birlikleri arasında haberleşmenin aksamaması için ne gerekiyorsa yapmaya çalışmaları da bundandır. Bu da ellerindeki insan gücünün bir kısmının devredışı kalması demektir.
Halbuki halk safları arasında böyle bir şey olamaz. İnsanlar orada bir fikir için savaşmaktadır. Orada sadece gönüllüler yer alır, ve onları harekete geçiren korku değil, coşku ve kararlılıktır. Bu adanmışlıklarıyla düşmanlarına üstün olmakla kalmazlar, zekâ bakımından da onu geride bırakırlar. Hem fiziksel, hem de manevi üstünlük onlardadır: inançları, dayanıklılıkları, sorun çözme becerileri, bedenen çevik, ruhen canlı olmalarıyla, onlarda hem kafa hem yürek vardır. Yeryüzünde bu seçkin insanlarla boy ölçüşecek hiçbir askerî birlik yoktur.
Peki onlarda eksik olan ne ki, mağlup oluyorlar? Birlik ve bütünlüğe sahip değiller: onları aynı amaç etrafında birleştirecek, ayrı düştüklerinde onları aciz kılan bu özellikleri güçlendirecek birlik ve bütünlük. Onların eksiği, örgütlülük. Örgütlülük yoksa, ayakta kalma şansları da yok. Örgütlülük zaferdir, dağılmaksa ölüm.
Militer bir örgütlenme, özellikle de savaş meydanında irticalen yaratılması gerektiği göz önüne alınırsa, bizim açımızdan hiç de kolay bir iş değil. Gerekli kadrolar nereden devşirilecek? Orta sınıfta devrimci ve sosyalist erkeklerin sayısı zaten az, onlar da sadece kalemleriyle savaşıyor. Bu beyler dünyayı kitaplarıyla ve gazeteleriyle alt üst edeceklerini düşünüyorlar. Peki yediğimiz darbelere kim karşılık verecek? Eh, o ayaktakımının işi.
Kadim cumhuriyetlerde, Yunan ve Romalılarda, savaş sanatına herkes vâkıftı. Profesyonel asker diye bir sınıf bilinmiyordu. Cicero avamdandı, Caesar bir hukukçuydu. Togalarını çıkarıp üniformayı giydiklerinde birliklerin başına geçebiliyor, üniformanın gereklerini ustalıkla yerine getiriyorlardı. Fransa’da da bu olmadıkça, asker kastının insafına terk edilmiş, her an öldürülmeye hazır siviller olmaya devam edeceğiz.
Binlerce genç, eğitimli işçi ve burjuva iğrenç bir boyunduruğun altında titriyor. Onu kırmak için kılıca davranmak akıllarına gelmiyor. Hayır! Varsa yoksa kalem, hep kalem. Zorbalık zamanlarında yazmak iyidir, ama kalemin esir alınıp aciz kılındığı yerde, savaşmak evladır. (1866)
Auguste Blanqui, Instruction pour une prise d'armes. L'Éternité per les astres, hypthèse astronomique et autres textes, Société encyclopédique français, Editions de la Tête de Feuilles, 1972. İngilizce çevirisinden alınmıştır, çev. Andy Blunden. Creative Commons. Tamamı için bkz. https://www.marxists.org/reference/archive/blanqui/1866/instructions1.htm