Burjuvalar, önlerine yesinler diye yüreklerimizi koyduğumuzun farkına varmazlar. Gladyatörlerin nesli tükenmedi; her sanatçı bir gladyatör. Istıraplarıyla halkı eğlendiriyor. [Ekim 1859, yazar dostu Ernest Feydeau’ya mektubundan. Aktaran Pierre Bourdieu, Rules of Art, s. 110]
Bana güzel gelen, yazmak istediğim şey, hiçbir şey hakkında olmayan bir kitap, dışardaki hiçbir şeye bağımlı olmayan, bütünlüğünü sadece kendi üslubunun gücünden alan bir kitap – tıpkı boşlukta asılı yeryüzüne kendi dışındaki hiçbir şeyin dayanak olmaması gibi; neredeyse konusu olmayan, en azından konusu adeta görünmez olan –böyle bir şey mümkünse– bir kitap... [16 Ocak 1852, Louis Colet’e mektubundan]
Şiir, aklın zafiyeti değildir kesinlikle... Aşırı hassasiyet bir zaaftır. Sanatta da böyledir bu. Tutkudan şiir çıkmaz, kişisel duygularını ne kadar işe karıştırırsan o kadar zayıf düşersin. Kendi payıma, ben de hep bu kusuru işlemişimdir, yaptığım işe kendimi katma gafletine düşmüşümdür. Mesela [Ermiş Antonius ve Şeytan] kitabımda, Ermiş Antonius yerine ben varım; ve okur yerine, baştan çıkarmalara maruz kalan benim. Bir şeyi ne kadar az hissedersen, onu olduğu gibi (koşullara bağlı her türlü unsurdan arınmış, kendi içinde, özünde olduğu şey olarak) ifade etmeye o kadar yatkın olursun. ...
Şiirsel dedikleri dilden bu kadar nefret etmemin sebebi de bu. Kelimelerin olmadığı yerde bir bakış yeterlidir. O duygu dolu taşkınlıklar, lirizm, tasvirler – ben istiyorum ki bunların hepsi üslupta somutlaşsın. Bunları başka yere yerleştirmek, sanatı da duyguyu da ayağa düşürmek olur. [8 Temmuz 1852, Louis Colet’e mektubundan]
Perhiz hayatı yaşıyorum, her türlü zevkten mahrum; beni ayakta tutan tek şey, zaman zaman acizlikten gözyaşları dökmeme sebep olsa da hiç dinmeyen daimi bir tür çılgınlık hali. Eserimi, bir çilekeşin karnını kaşındıran kıl hırkasını sevdiği gibi, delice ve sapkınca bir aşkla seviyorum. Bazen kafam boşalıp da kelimeler gelmediğinde, sayfalar dolusu karalamalar arasında tek bir satır yazabilmiş olduğumu gördüğümde, koltuğuma çöküp umutsuzluktan sersemlemiş bir halde oturuyorum, beni bir kuruntunun peşinde soluk soluğa koşturan bu delice gurur yüzünden kendimden nefret ederek. Bir on-on beş dakika sonra her şey değişiyor; kalbim sevinçle çarpmaya başlıyor. Geçen Çarşamba kalkıp mendilimi almak zorunda kaldım; yüzümden aşağı yaşlar boşanıyordu. Kendi yazdıklarım dokunmuştu bana; tasavvur ettiğim duygu, onu ifade eden cümle, ve o cümleyi bulmuş olmanın verdiği tatmin – bütün bunlar bana dünyanın en müthiş zevkini yaşattı. [...]
Zaman zaman (o büyük aydınlanış anlarında), beni tepeden tırnağa titreten bir coşkunun ışığında, yaşamın kendisinden daha üstün olan bir ruh halini –şöhretin zerre önemi olmadığı, mutluluğun bile fuzuli olduğu bir hali– ucundan kıyısından tatmışlığım var. Etrafımızdaki şeyler, bizi durmadan bir çamur deryasına çekip boğmak için fesat kuracağına, ruhumuzu zinde tutmak için el birliği etse, Stoacılığın ahlak alanında başardığını estetikte yapamayacağımızı kim söyleyebilir? [24 Nisan 1852, Louis Colet’e mektubundan]
[Madam Bovary’yi yazarken] bu kadar ağır ilerlememin sebebi, bu kitaptaki hiçbir şeyi kendimden çıkarsamıyor olmam; kendi yaşantılarımdan ilk defa bu kadar az yararlanıyorum. İlerde belki daha iyi şeyler yazabilirim (umuyorum yazarım); ama bundan daha ince ince hesaplanmış bir şey yazabileceğimi düşünemiyorum. [...] Ermiş Antonius'u yazarken, Bovary’nin başıma musallat ettiği ruhsal gerginliklerin onda birini bile yaşamadım. Antonius, duygularımı boşalttığım bir kanaldı; onu yazarken hissettiğim tek şey zevkti; o 500 sayfayı kaleme aldığım 18 ay, ömrüm boyunca yaşadığım en derin hazları tattığım, hayatımın en keyifli zamanı oldu. Bir de şimdi bak halime: Sürekli, midemi bulandıran insanların neler hissettiğini, neler düşündüğünü aksettirebilmek için onların yerine koymak zorundayım kendimi. Altı ay boyunca, karşılıksız aşka tutulmuş biri oldum; şimdi de kilise çanlarının sesi beni mest ediyor ve içimden günah çıkarmak geliyor! [6 Nisan 1853, Louis Colet’e mektubundan]
Kaynak: The Selected Letters of Gustav Flaubert, çev. ve der. Francis Steegmuller (Farrar, Straus and Young: New York, 1953.)