Geçen yüzyılın tarihinde yer etmiş bir felaket olarak faşizm; tekrar etmesi ne pahasına olursa olsun engellenmesi gereken bir geçmişin dehşet verici sureti olarak faşizm; bugün kısmen “totalitarizm” kavramı yerine de kullanılan bir faşizm… İşte bu faşizm, bugün pek çok kesimi birleştiren, ama aynı zamanda felç eden en karanlık figür haline geldi. Bütün imkânlar seferber edilerek bertaraf edilmesi gereken mutlak kötü olarak faşizm, sonu gelmeyen “kötünün iyisi” suretleriyle uzlaşmanın önünü açıyor.
Mutlak kötü olarak tasvir edilen bir isme, bir yüze, bir partiye, bir politikaya istisnai konum bahşederek siyasi olguları bu iki kategoriye ayırmak, felakete gebe bir siyasi işlemdir. Siyasi hayatın sürekli olumsuz duygu ve etkilenimlerle özdeşleştirilmesi –bugünün dehşeti, yarın korkusu, hınç, yabancıya veya yabancı sayılana karşı nefret– ve her şeyden öte, siyasetin çoğunluk yararına olumlu değişimlerin hayata geçirilebileceği bir alandan ziyade umutların feda edildiği bir alan olduğu inancı… bunlar hep, “kötünün iyisi”ni, “ehveni şer”i somutlaştıran şeyler etrafında kurulan tartışmasız birlik ideolojisini pekiştiriyor. İnsanları, mutlak kötüyü zaptetmenin bedeli olarak “kötünün iyisi”ne razı hale getiren bu çarpık işlem, onları Foucault’nun “tahammül edilmez” dediği şeye alıştırıyor.
Sürekli bastırılan, ama bir o kadar inkâr edilemez olan bir gerçeği hatırlatmakta fayda var: Fransa’da elitlerin büyük kısmının Ulusal Cephe’nin hükümete gelmesine ısrarla karşı çıkmasındaki temel sebep bir kamu ahlakı meselesi değil; iktidara geldiği takdirde Ulusal Cephe’nin, demokratik rejimi, muhaliflerine karşı fütursuzca şiddet uygulayan, temel hakları çiğneyen bir “otoriter” rejime dönüştüreceği korkusu da değil. Sonuçta Sarkozy’nin, güvenlik ve baskıya dayalı yönetim programını Ulusal Cephe’den arakladığı; Valls ve Hollande’ın bu noktada Sarkozy’den bile ileri gittiği; Macron’un da seleflerinin “başarılarını sürdürmek”le görevli olduğu, herkesin malumu.
Ulusal Cephe’nin kanserli hücreleri, parlamentonun bir ucundan diğerine tüm partilere, onun da ötesinde toplumsal bünyenin tamamına yayılmıştır. İktidara sahip olmak, yürütmeyi ele geçirmek gibi hedeflerine asla ulaşamasa bile, Ulusal Cephe şimdiden galiptir – devleti ele geçirme şeklindeki bildik anlamıyla galibiyet olmasa da, yayılmayla gelen bir galibiyettir bu: Ama neoliberal siyaset piyasasında rekabete giren fikirleri değildir asıl yayılan; hem devlet görevlilerinin kamusal söyleminin, hem de nüfusun geniş kesimlerini ele geçiren kindar ruhun zeminini hazırlayan o duygu yüklü havadır. Faşizm bugün mevcutsa, onu tespit edeceğimiz yer burası olmalıdır.
Günümüzde faşizmi, duyguları yakalayan ve öznellikleri yönlendiren bir makine olarak görebiliriz. Otoriter emeller ve kindar dürtüler (veya temel duygular) burada birbirinden ayrılamaz; günümüzün moleküler faşizminin toprağı burasıdır. Asıl anlamaya çalışmamız gereken şey, her türlü faşizm biçimine güç veren o dirençli arkaik unsur ile hipermodernliğin belli özelliklerinin eklemlenme biçimidir – parlamenter siyasetin “nihai” çağına girmesiyle bağlantılı olan her şey gibi. Temelde, genel faşist salgın ortamında tamamen enfekte olmuş ve bozulmuş bir otoriter demokrasidir söz konusu olan. Macron gibi birini “faşizme karşı bariyer” olarak düşünmeye yol açan toptan akıl zafiyetini görebiliriz burada. Daha göreve geldiği anda ilk işi, olağanüstü hali –otoriter demokrasi ile moleküler faşizm arasındaki o en beylik köprüyü– “anayasallaştırmak” ve kalıcı hale getirmek oldu.
Günümüzdeki bu faşizmin 20. yüzyıl faşizminden “muhafaza ettiği” unsur, sadece yıkım değil aynı zamanda bir özyıkım dürtüsü (kitle faşizminin “intihara meyilli” yüzü) olan kundaklamalara, “şenlik ateşlerine” duyulan arzu ile otorite arzusu arasındaki karanlık birleşimdir. Faşizm hiçbir zaman tek yönlü bir hadise olmamıştır, “cefa içindekiler” ile azmettiriciler arasındaki daimi alışveriş ve sinerjinin ürünüdür.
Bu faşizmin kumaşı, şimdiye duyulan nefret, şimdide kendine ve başkalarına duyulan nefrettir. Bugüne dair bir veya birkaç başka olanağı hayal etme; kendini (ve başkalarını) bu olumsuz şimdinin dışında düşünme; kendini mevcut durumdan koparma; durup yeni bir şey yaratma yetilerini giderek kaybetmek… Ahmaklığın ve nefretin damgası altındaki bu şimdiye hapsolmak, Deleuze’ün “lanetliler” dediği türde insanları yaratmanın bir yoludur.
Faşizm, zamanımızın lanetlilerinin kendilerine verdikleri cezadır.
Alain Brossat’nın 21 Kasım 2018’de Lundimatin sitesinde yayınlanan Penser le fascisme aujourd hui başlıklı yazısının David Fernbach tarafından yapılan İngilizce tercümesinden kısaltılarak çevrildi.
Mikro faşizmlerin kendine has bir özelliği, bir makro faşizm biçiminde kristalize olabilecekleri gibi, kendi başlarına gezinip her bir küçük hücreye sızma ihtimallerinin de olmasıdır. Çok sayıda kara deliğin, bir merkezde toplanmayıp, türlü türlü duruma uyarlanan birer virüs gibi hareket etmesi pekâlâ mümkündür. Bu durumda, o büyük paranoid korkunun yerine, her bir kara delikten fışkıran binlerce küçük mono-maninin, apaçık görünen doğruların, belirginliklerin içine saplanırız; bunlar artık bir sistem oluşturmaz: Herkesin kendine yargıç, adalet dağıtıcısı, polis, mahalle bekçisi misyonu biçmesine neden olan göz kamaştırıcı ışıklardan, vızıltılardan ibarettirler.
*
Totalitarizm tabiatı gereği muhafazakârdır. Oysa faşizm, bir savaş makinesini içerir. Faşizmin kendine totaliter bir devlet inşa etmesi, bir devlet ordusunun iktidarı ele geçirmesi anlamında değil, bir savaş makinesinin devleti ele geçirmesi anlamındadır. Paul Virilio’nun ayrıksı bir yorumu bize bu noktada doğru bir patika açıyor: Faşizmde devlet, totaliter olmaktan ziyade, intihara meyillidir. Faşizmde, gerçekleştirilmiş bir nihilizm vardır. Olanaklı tüm kaçış çizgilerini mühürlemek için elinden geleni yapan totaliter devletten farklı olarak faşizm, mutlak bir imha ve ilga çizgisine dönüştürdüğü yeğin bir kaçış çizgisi üzerine kuruludur. Nazilerin Almanya’ya ne getireceklerini daha en baştan ilan etmiş olmaları ilginçtir: Aynı anda hem şenlik çanlarını, hem de kendileri de dahil Almanların ölümünü. İnsanlar da bunu sevinçle karşılamıştır – anlamadıklarından değil, başkalarının ölümü üzerinden gelecek o ölümü arzuladıklarından. Her oyunda eldeki her şeyi ortaya sürme isteği gibi, başkalarının ölümüne karşı kendinizinkini bahse koyma isteği gibi… Paul Virilio'nun, faşizmi totaliter devlet kavramı yerine intihara meyilli devlet kavramıyla tanımladığı analizi bizce tamamen doğrudur: “topyekûn savaş”, bir devlet teşebbüsünden ziyade, devleti ele geçiren ve onu yegâne sonucu kendi intiharı olabilecek bir topyekûn savaşa sürükleyen bir savaş makinesinin işidir. “Hitler, topluma hükmedeceği, politikalarını ve askerî stratejilerini meşrulaştıracağı en sağlam araçları, gündelik hayattaki korkularda ve bu korkuların yarattığı atmosferde bulmuştur.”[1]
Gilles Deleuze ve Felix Guattari, A Thousand Plateaus içinde, İngilizce’ye çeviren Brian Massumi (University of Minnesota Press, 11. baskı 2005) s. 228, 230, 231.
[1] Paul Virilio, L 'insecurity du territoire, 1. Bölüm – yazarların notu.