1970’lerin ilk yıllarında, Paris sinema salonlarında dönemin ünlü bir Fransız kadın çorabı markasının tanıtımının yapıldığı bir reklam vardı: “Dim” çorapları.** Reklam, birlikte dans eden bir grup genç kadını gösteriyordu. Bu reklamın birkaç karesini, göz ucuyla bile olsa izlemiş birisi, gülümseyen dansçıların bedenlerinden yayılan senkron ve ahenksizlik, karmaşa ve benzersizlik, iletişim ve yabancılaşma etkisini unutmakta zorluk çekerdi. Bu etkinin altında bir ufak hile yatıyordu: Her dansçı ayrı ayrı filme alınmış ve daha sonra bu parçalar tek bir ses bandında biraraya getirilmişti. Fakat bu basit hile, aynı ucuz ürünle sarmalanmış uzun bacakların hareketindeki o hesaplanmış asimetri, hareketler arasındaki o hafif uyuşmazlık, izleyiciye, insan bedeniyle ilişkili olduğu su götürmez bir mutluluk vaadinin esintisini taşıyordu.
1920’lerde, kapitalist metalaşma süreci insan bedenine yatırım yapmaya başladığında, bu olguya kesinlikle sıcak bakmayan gözlemciler bile bunun olumlu bir yanı olduğunu teslim etmek zorunda kaldılar: Sanki karşılarında, kapitalist üretim tarzının ötesine işaret eden okunaksız bir kehanet vardı ve onlar da bu bozuk metnin şifresini çözmeliydiler. İşte Siegfried Kracauer’in “kızlar”la ilgili gözlemlerine ve Walter Benjamin’in aura’nın yok oluşu üzerine düşüncelerine esin veren, buydu.
İnsan bedeninin metalaştırılması, bedeni bir yandan kitleselleştirmenin ve mübadele değerinin demir yasasına tabi kılarken, aynı zamanda onu binlerce yıldır üzerine yapışan tarif edilemezlik damgasından kurtarıyormış gibi görünmekteydi. Biyolojik yazgının ve bireysel biyografinin çifte boyunduruğundan kurtulan beden, hem tragedyadaki bedenin dili tutulmuş haykırışından hem de komedideki bedenin dilini yutmuş sessizliğinden kurtulmuş ve böylece ilk kez kusursuzca iletilebilen, tamamen aydınlatılabilen bir şey olarak arz-ı endam etmiştir. İnsan bedeninin teolojik temellerinden kurtulduğu çığır açıcı süreç, böylelikle “kızlar”ın dansında, reklam karelerinde ve moda mankenlerinin adımlarında tamama ermiştir. Bu süreç, 19. yüzyılın başlarında litografi ile fotoğrafın icadı sayesinde pornografik imgeler düşük maliyetle yayılmaya başladığında, çoktan endüstriyel bir seviyede işlemeye başlamıştır. Ne genel ne tikel, ne tanrısal bir suret ne de hayvansal bir form olan beden, artık gerçekten ne ise o olmuştur.
Burada meta, teolojik çatışkılarla arasındaki (Marx’ın gözünden kaçmayan) gizli dayanışmayı eleverir. Kitab-ı Mukaddes’in “Yaradılış” bölümünde geçen “Tanrı’nın suretinde, Tanrı’ya benzer” ifadeleri, insan figürünü Tanrı’ya dayandırır, bu sayede onu görünmez bir arketipe bağlar ve onunla birlikte paradoksal bir mutlak manevi benzerlik kavramı kurar. Metalaştırma bir yandan bedeni teolojik modelinden azat ederken, diğer yandan benzerliği hâlâ korumaktadır: Ne ise o, arketipi olmayan bir benzerliktir – diğer bir deyişle, bir İdea’dır. Dolayısıyla, teknolojikleşmiş bedenin bütünüyle takas edilebilir güzelliğinin, Truva kapılarında Helena’yı gören yaşlı Truva prenslerini altüst eden unicum’la alakası kalmamışsa da, her ikisinde de hâlâ benzerliği andıran bir şey vardır (“onun ölümsüz tanrıçalarla müthiş benzerliğini görmek...”). Çağımızın sanat eserlerinden insan figürünün kovuluşunun ve portreciliğin yok oluşunun temelinde de bu yatmaktadır: Portrenin görevi eşsizliği yakalamaktadır, ne ise o’yu yakalamak içinse fotoğraf merceğine ihtiyaç vardır.
Özgürleşme süreci, bir anlamda, sanatların icadı kadar eskidir. Daha bir elin insan figürünü çizdiği ya da heykele döktüğü ilk anda, Pygmalion’un hayali o ele rehberlik etmektedir: Sevilen bedenin bir suretini oluşturmak değildir istenen, insanın kayıtsız şartsız mutluluk talebinin önünde dikilen engeli paramparça ederek, o surette bir başka beden yaratmaktır.
Bugün, meta formunun toplumsal hayatın tüm yönlerine egemen olduğu bir çağda, sinema salonlarının karanlığında “Dim” çoraplarına bürünmüş dansçıların bize ilettiği o anlamsız, bastırılmış mutluluk vaadinden geriye ne kaldı? İnsan bedeninin –hele kadın bedeninin– bu denli manipüle edildiği ve tepeden tırnağa reklamcılık ve meta üretimi teknikleriyle tasavvur edildiği bir çağ daha olmamıştır: Cinsel farklılıkların geçirimsizliği transeksüel beden tarafından yalanlanmış; benzersiz physis’in iletilemez yabancılığı, gösteri olarak medyalaştırılmasıyla ortadan kaldırılmış; organik bedenin faniliği metalardan oluşan organsız bedenle alışverişi aracılığıyla sorgulanmış; erotik yaşamın mahremiyeti pornografiyle çürütülmüştür. Gelgelelim teknolojikleştirme süreci, bedene maddesel bir yatırım yapmak yerine, pratikte onunla hiçbir temas noktası olmayan apayrı bir alan inşa etme amacındadır. Teknolojikleştirilen, beden değil, onun imgesidir. Böylece reklamcılığın muzaffer bedeni, ardında kırılgan ve narin insan bedeninin istikrarsız varoluşunu sürdürdüğü bir maskeye dönüşmüştür; ve “kızlar”ın geometrik ihtişamı, kamplarda ölüme gönderilen çıplak, isimsiz bedenlerden oluşan uzun kuyrukların, veya her gün otoyolların mezbahasında ezilip parçalanan binlerce cesedin üzerini örter.
İnsan doğasındaki, kapitalizmin gösteriyle sınırlandırmaya çalıştığı tarihsel dönüşümleri temellük etmek; imge ile bedeni bir daha ayrışamayacakları bir uzamda birbirlerine bağlamak, ve böylelikle physis’i benzerlik olan ne ise o bedeni kalıba dökmek – insanlığın, çökmekte olan metalardan çekip çıkarmayı öğrenmesi gereken nimet budur. Metaya mezara giden yolunda kiralık matemciler gibi eşlik eden reklamcılık ve pornografi, farkında olmadan, insanlığın bu yeni bedeninin doğumuna el veren birer ebedir.
* Giorgio Agamben, “Dim Stockings”, The Coming Community içinde, İngilizce’ye çeviren Michael Hardt (Minneapolis: University of Minnesota Press, 4. baskı 2003).
**Bahsi geçen reklam filminin bir parçası:
kaynak: http://www.youtube.com/watch?v=LV3jk6A44Mo