Pandemi Cehennemi: Angela Mitropoulos’la Söyleşi

Aşağıdaki metin, Max Haiven’ın editörlüğünü yürüttüğü Vagabonds serisi kapsamında Pandemonium başlıklı kitapçığı yayınlanan (Haziran 2020) Angela Mitropoulos’la yapılan söyleşinin çevirisidir.

 

John Martin, Pandemonium [Şeytan Diyarı], 1841. Yunancadan türetilmiş Pandemonium, John Milton’ın “Kayıp Cennet” (1667) şiirinde cehennemin başkentine verdiği isimdir.

 

VAGABONDS: Bu kitapçıkta, yalnızca pandemi karşısında hayata geçirilen otoriter ve gerici uygulamaları değil –ki bunlar, özellikle ırk ayrımcılığına maruz kalan ve bu politikalar nedeniyle zaten korunmasız kalan çok sayıda insanın vakitsiz ölümüne sebep oldu– liberal ve sözde ilerici yaklaşımları da sert bir şekilde eleştiriyorsunuz. İki yaklaşımın da, oikonomia adını verdiğiniz bir temeli paylaştığını öne sürüyorsunuz: “hanenin yasası”. Bu temel, dışarlıklıların şiddet yoluyla sınırdışı edilmesine, nüfus idaresi ve disiplin biçimlerine cevaz veriyor. Irkçılığın ve kapitalist birikimin pandemiyle ilgili önlemlere nasıl damgasını vurduğunu buradan hareketle anlayabileceğimizi söylüyorsunuz. Bunu biraz açabilir misiniz?

Angela Mitropoulos: Pandemonium’daki merkezî iddia şu: Pandemi karşısında uygulanan faydasız, kifayetsiz önlemlerde, yüz binlerce insanın yok yere ölmesiyle sonuçlandıklarında bile mantıklıymış gibi görünmelerine neden olan bir yer değiştirme var. Basit olarak ifade etmek gerekirse, bu yer değiştirme, hastalık ile toplumsal kargaşanın –veya toplumsal kargaşa olarak düşünülen şeyin– birleştirilmesinden oluşuyor. Dolayısıyla önlemlerin hedefi, varsayılan toplumsal düzeni yeniden tesis etmek.

Hastalığı düzensizlikle bağdaştıran bu metaforun en uç örneği, faşistlerin “yozlaşma” ve “yenileme” saplantısıdır: “Yabancı”lara “mikrop” muamelesi eden bu tutum, hem tasfiye ve tedaviye yönelik bir öjeniyi, hem de etnik milliyetçiliğin “yeniden canlandırılması”nı içerir.

Pandemi karşısında takınılan muhafazakâr ve ilerici tutumlar arasındaki farka gelince, ben bunların apayrı ve bağdaşmaz siyasi cenahları temsil ettiğini düşünmüyorum. Aynı olduklarını söylüyor değilim; sadece ikisine de, ekonomik ve hukuki anlamları ve içerimleri üzerinden bakıyorum – yani oikonomia üzerinden: Hem “ekonomi” hem de “ekoloji” kavramlarının etimolojik kökeni olan bu kavram, “hanenin yasası veya normu” anlamına geliyor.

Hukuk ve iktisat tarihi içerisinde otoritarizm mülkiyet haklarının kaldırılmasını veya mutlak transferini temsil ederken, liberalizm kişisel mülkiyet haklarının korunmasına işaret eder. Çünkü ikisi de, plantasyon ve tarım arazisinin –ideal hanenin– sahibinin mülkiyet hakları temelinde biçimlendirilmiştir. Dolayısıyla otoritarizm ve liberalizm, çoğunlukla düşünüldüğünün aksine, haklarla ilgili biri kolektif diğeri bireyci hesaplara işaret ediyor değildir. Kamu hukuku ile özel hukukun kapsamı ve içeriği konusunda birbirlerinden ayrılırlar; fakat bundan da önemlisi, her iki durumda da tabiiyet konumunda bulunması öngörülenlerin perspektifinden bakıldığında bu fark, çekişmeli artık-değer eşiğini temsil etmektedir.

Pandemi karşısında uygulanan önlemlere bu çerçeveden bakarsak, bir tarafta kişinin kendi bedeni üzerindeki haklarının (karantina, veya orduyu devreye sokan güvenlik kuşağı uygulaması gibi) otoriter yöntemlerle askıya alınması var, diğer tarafta riskin liberal yöntemlerle özelleştirilmesi. Aslında bu iki yaklaşıma dayanan önlemler birarada var oluyor – eşitsiz biçimde hayata geçiriliyor; sınıf/ırk/toplumsal cinsiyet ayrımları üzerinden somutluk kazanıyor; sınırlar oluşturulmasına sebep oluyorlar. Pratikte riskin özelleştirilmesi, yaşam fırsatlarının mal varlığı ve miras alınmış servet üzerinden belirlenmesi anlamına gelirken, karantina uygulaması toplu mekânlarda enfeksiyonun yayılmasını şiddetlendiriyor.

Pandemonium’da, karantina tekniğinin pandeminin yayılmasını engellemede büyük ölçüde etkisiz olmakla kalmadığını, aynı zamanda uzun bir ırkçılık ve kolonyalizm tarihine dayandığını olanca ayrıntısıyla gösteriyorsunuz. Ayrıca karantinanın “sürü bağışıklığı” kavramıyla bağlantısını; tehlikeyi özel hanelere aktararak riski özelleştiren mutat neoliberal uygulamaların parçası olduğunu gösteriyorsunuz. Kitap Haziran ayı başında yayınlanmıştı; o günden bugüne, söyledikleriniz doğrulandı mı?

Yanılmış olmayı isterdim. Ayrıntılara gelirsek, karantinanın da, riski özelleştirmenin de pandemi karşısında etkisiz olduğunu gösteren o kadar çok örnek var ki… Enfeksiyonun en yoğun biçimde toplandığı alanlar, karantinaya alınan yolcu gemileri, hapishaneler, destekli yaşam tesisleri.

Karantinanın ne olduğu konusunda ciddi kafa karışıklığı yaratıldı. Karantina, enfeksiyona maruz kaldığından şüphe edilen insanları biraraya toplayarak bu şekilde kapalı tutulan insanlar arasında enfeksiyonun yayılmasını büsbütün şiddetlendiren bir ayırma ve kapatma tekniğidir. Test sonucu pozitif çıkan kişilerin tıbben yalıtılmasıyla veya fiziksel mesafeyle aynı şey değildir bu – nitekim karantinaya alınan gemilerde ne test yapılır ne de fiziksel mesafe uygulanabilir.

Riskin özelleştirilmesi, miras alınmış serveti bir sağlık belirleyeni haline getiriyor. Maske ve fiziksel mesafe gibi veya yaygın test gibi hem görece ucuz hem de daha etkili önlemleri teşvik etmek yerine, karantinaya, seyahat yasaklarına, “sürü bağışıklığı” denen çarpık kavrama öncelik vermek, kitlesel katliama davetiye çıkarmak anlamına geliyor. Pandemonium’da karantinaların ve “sürü bağışıklığı”nın tarihini ayrıntısıyla anlattım, çünkü insanların hayatı söz konusuyken yeterince titiz bir çalışma yapmamak hem sorumsuzluk hem de entelektüel tembellik olurdu.

Şubat ayında aklımı kurcalayan ilk soru şuydu: Karantina, sömürge ülkelerinin uç sınırlarına havale edilişinden neredeyse bir yüzyıl sonra, neden bu pandemide başat uygulama olarak geri gelmişti? Üstelik artık karantinanın işe yaramadığını bildiğimiz halde… Toprak egemenliğiyle birlikte karantinanın da ortadan kalktığını söyleyen Foucault’nun bu iddiası yanlış, çünkü gördük ki neoliberalizm hem riskin özelleştirilmesini hem de sınırların çoğaltılmasını içeriyor. “Sürü bağışıklığı” denen çarpık fikre gelince, o da Nietzsche faşizmi, Malthus muhafazakârlığı ve neoliberalizm karışımı bir kavram.

Otoriter yönetim ile ekonomik liberalizmi, birbirine karşıt siyasi eğilimler olarak değil, iktisat içerisindeki bir eşik olarak ele almak bu yüzden önemli. Bu iki yaklaşımın birbirine döndüğü durumlar her zaman mevcuttur; hangi yaklaşımın devreye sokulduğu, büyük ölçüde, daha önce belli insan grupları aleyhine kullanılıp kullanılmadığına bağlıdır.

Pandeminin sistem çapında değişimin önünü açacağını düşünenlerin iyimserliğini paylaşıyor musunuz? Pandemonium’da, vebanın Ortaçağ’da yol açtığı muazzam (hem olumlu hem olumsuz) dünya-tarihsel değişimden bahsediyorsunuz. Bu pandemi de benzer bir altüst oluş yaratma gücüne sahip mi sizce? Her şey düşünüldüğünde, bu karmaşa adaletten, eşitlikten vs. yana olanların lehine mi olacak?

Evet, bence her şeyin şiddetlendiği kilit bir tarihî uğraktayız. Hem de her şeyin… Fakat mesela kitapta Adam Smith’in iyimserliği ile Malhusçu kötümserlik arasındaki farkları değerlendirmeme rağmen, iki tavra da sıcak bakmıyorum. Kadercilik, ne kadar örtük de olsa, değişim önünde bir engeldir.

Şu durumda iyimserlik fikri karşısında irkilmemek imkânsız bence. Her şey büsbütün kötüleştiği için her şeyin daha iyi olacağı düşüncesi, başka insanların kayıplarında kendi geçerliliğini arayan bir büyüklük yanılsaması, büyük bir sorumsuzluk gibi görünüyor bana. Ölümlerin yasını tutup yaşayanlar için savaşmak daha iyi bir yol – hele bunca ölüm ve uğruna savaşılacak bunca şey varken.

Yazma işine gelince, ben daha ziyade keşif işiyle ilgileniyorum, yani önümüzdeki tehlikeleri, hareket veya değişimin önündeki engelleri teşhis etmekle. Böyle bir çalışmanın, bir şeyleri aksi halde olacağından daha iyi hale getirmeye katkısı olacağını düşünüyorum. Bir şeyleri düzeltmek veya nelerin düzeltileceğine karar vermek, berraklığı gerektirir; duygusal ve spekülatif yatırımları besleyen belirsiz bir iyimserlik veya kötümserliği değil.

Solun pandemi karşısında çeşitli konumlardan gösterdiği yaklaşımlar hakkında ne düşünüyorsunuz? Kitapta, sendikal hareket başta olmak üzere solun bazı kesimlerinde görülen ekonomik milliyetçilik eğilimini de, neoliberalizmin zaaflarının ayyuka çıkmasıyla sosyal devletin geri dönmesini umanları da eleştiriyorsunuz. Tüm bunlara karşılık, parlamento dışı solun örgütlediği yardımlaşma zeminlerini nasıl bir yere oturtuyorsunuz?

Dediğim gibi, ben daha çok keşif çalışmasıyla ilgileniyorum. Dolayısıyla, kitabın sonunda korporatist sendikacılığı ve bunun pandemi sonrası borçlar açısından ne anlama geldiğini değerlendiriyorum – özellikle de sokağa çıkma yasağı uygulanan yerlerdeki haneleri ayakta tutan altyapı hizmetlerinin ağırlıklı olarak siyahlar ve kahverengiler[1] tarafından üstlenildiğini, onların çoğunun da göçmen olduğunu düşünürsek. Bazı sendikaların, kapsamı genişletilen sosyal güvenlik ödenekleri ile sağlık hizmetlerine göçmenlerin de dahil edilmesine tam destek vermemiş olması utanç verici bir durum. Şu dönemde, şayet Roosevelt’in ırk ve toplumsal cinsiyet ayrımıyla malul New Deal sistemine dayanan sosyal devletine duyulan nostalji, pandemi sonrası için önerilen bir “toplumsal sözleşme” modelinde etkili olursa durum daha da vahimleşir.

Sağlık ve refahın miras alınmış servetle giderek daha fazla belirlendiği bir durumda, yardımlaşmanın can alıcı önemi olduğu görüldü. Gerçekten de, insanların maske kullanımı, el yıkama, fiziksel ve sosyal mesafe arasındaki farklar gibi konularda bilgilendirilmesinde hükümetlerden ziyade yardımlaşma ağları etkili oldu. Emniyet teşkilatının feshini savunan hareketler [abolitionism] ile yardımlaşma ağlarının çakışmasının da önemli olduğunu eklemem lazım, zira yardımlaşma bakım ekonomisi ile denetleme ekonomisi arasındaki farka anlam kazandırıyor.

Önümüzdeki dönemde pandemi üzerine çok sayıda radikal kuramlaştırma ortaya konacağını tahmin edebiliriz; sizin kitabınız bu anlamda erken bir örnek, fakat “eleştirel kuram”ın önde gelen isimlerinin –genelde aceleyle– görüş belirtmesinden sonra yayınlandı. Bu isimlerin yaklaşımları ile sizinki arasındaki farklardan biraz bahsedebilir misiniz?

Giorgio Agamben ile Jean-Luc Nancy’nin pandemiyle ilgili yazdıkları hakkındaki görüşlerimi başka bir yerde ifade etmiştim – özetle, ikisi de ekonomik liberalizm içerisinde karşıt tavırları ifade etti ve bu anlamda ikisi de özel mülkiyet veya özel hukuku doğal addetme eğilimindeydi. Yazdıklarını bu açıdan çarpıcı buldum, sergiledikleri tavır beni şaşırttı; okuduğum eski metinlerini –ki ikisine de büyük saygım var– pandemi konusundaki tutumları ışığında yeniden düşünmem gerekti. Fakat nihayetinde, sanıyorum biyopolitika kavramı ve Heideggerci yapısöküm, oikonomia konusunda, benim benimseyemeyeceğim bir perspektife sahip.

 


[1] brown: ABD bağlamında daha ziyade Hispanik kökenli insanlar için kullanılıyor – ç.n.

olağan hal