Deneysel Etkinliklerin Gerçekleştirilememesi Üzerine
Sizi bilmem ama benim son zamanlarda gözlemlediğim en önemli olgularda biri de, İstanbul sanat ortamında yeni ve farklı eğilimlerin desteklenmediği. Ne kendilerine kurumsal bir yetki biçen özel koleksiyon mekânlarında, ne de üniversite bünyelerinde sanatın farklı yorumlarını irdeleyen deneysel etkinliklerin geliştirilememesi, ister istemez, yaratıcı fikirlerden neden bu denli uzak durduğumuz sorusunu gündeme getiriyor. Yeni sanatsal eğilimleri tartışmaya açan festivaller, sempozyumlar, çalıştaylar ve buna benzer etkinlikler ülkemizde bilinçli olarak düzenlenmiyor.
Hemen belirtmeliyim ki, yeni eğilimler derken, sadece ülkemizde yanlış bir şekilde “New Media Art” olarak tanımlanan dijital imgelere dayalı üretim modelini kastetmiyorum. Geniş anlamda sanatın varoluş biçimlerini sorgulayarak farklı görsellikler peşinde olan sanatçıların illa ki video ya da elektronik tekniklerle çalışması gerekmiyor. Mesele, yeni ve farklının “maddeselliğe” bağlı biçimlerinden çok, “düşünsel ve imgesel” olarak günümüz sanatçılarının nasıl bir estetik sorgulamayla farklı içerikleri tartışmaya açtıkları. Küresel bağlamda sanatın eğitim, üretim ve sergileme modelleri 21. yüzyıl perspektifiyle tartışılırken, ülkemiz sanat ortamında fotoğrafın ötesine geçemeyen “deneysellik algısı” nasıl açıklanabilir? Sanat piyasasının istediği ve desteklediği üretim, sergileme ve koleksiyon oluşturma modellerinin kaba ve basit bir mantıktan öteye geçemediği ortada değil mi? Yeni düşünce ve deneylere “karşı” olan bir sanat ortamında, “çağdaşlık” adı altında geliştirilen etkinliklerin, bırakalım yaratıcılığı, “güncel” bile olmadığı gerçeğiyle nasıl mücadele etmemiz gerekiyor? Hatta her biri ayrı sorunlara değinen bu soruları, daha genelleyici bir çerçeveden ele aldığımızda, ülkemizde karşılaştığımız dekoratif, tutucu, hatta bağnaz “sanat anlayışıyla” nasıl mücadele etmemiz gerekiyor?
Genelde “yeni”ye kapalı bir toplumdan geldiğimiz için olsa gerek, sanat ortamımız da bu eğilimden payını alıyor. Çalışmalarıyla farklı içerikleri, deneysel yaklaşımları irdeleyen hatırı sayılır bir sanatçı kitlesinin varlığına rağmen, bu sanatçıların çalışmalarını ülkemizde sergileyememeleri, üzerinde düşünülmesi gereken bir nokta. Buna paralel olarak yabancı sanatçıların işlerini de göremediğimiz için sonuçta tuval resminin ötesine geçemeyen “tutucu” bir sanat ortamında uzun zamandan beri eski hikâyelerin, eski isimlerin, eski ayak oyunlarıyla gündeme taşınıp piyasa değirmeninin döndürüldüğünü görüyoruz. Tamam, bu neoliberal değirmen dönsün; buna karşı, eleştiriden başka bir savunma modeli yok elimizde. Ama yaratıcı, farklı ve deneysel çalışmalara giren genç sanatçıların karşılaştıkları durumu tartışmak zorundayız. Öncelikle bu sanatçılar çalışmalarını devam ettirebilecekleri olanaklardan yoksunlar. Deneylere girebilmek için gerekli altyapı olan “kurumsal destek”, asıl görevi bu olan üniversite bünyelerinde bile verilemiyorsa, genç sanatçılara yönelik destekleme programları kurulamıyorsa, “yeninin önünün kapalı olduğu” gerçeğiyle baş başayız. Sanatçıların eğitimi, bağımsız olarak çalışmaya başladıkları ilk dönemleri de, “deneyden” uzak durulması gerektiğini adeta kafalarına kazıyan süreçlerle dolu. Sanatçı adaylarının ilk tecrübeleri böyle bir çerçevede şekilleniyor. Tanımlaması kolay olmayan bu durumu, “kökten tutuculuk” olarak yorumlamamız mümkün mü?
Tutuculuk Modelleri
Sanat eğitimi veren kurumlarının tutuculuğunun yanı sıra vurdumduymazlığını ve üstlendikleri görevi bile yerine getiremeyecek derecede zavallı duruma düştüklerini gösteren son örnek, apar topar kapatılan Joan Miro sergisinde yaşandı.[1] Mimar Sinan Üniversitesi Rektörü Karayağız yaptığı yazılı açıklamada, sergilenen eserlerin şaibesi nedeniyle serginin kapatıldığını duyuruyordu. Bünyesinde bir Sanat Tarihi bölümü bulunan bu üniversitenin yaptığı açıklamanın içler acısı hali, sadece mekânını sergilere “para karşılığı kiralayan” bu kurumun serginin içeriğiyle hiç mi hiç ilgilenmediğini ortaya koyuyuyordu. Miro Vakfı’nın yollamış olduğu açıklamada neler yazdığını bilmek için illa ki sanatla ilgilenmek gerekmiyor.[2] Adının geçtiği her etkinlikte sorumluluğu olduğunu bilmesi gereken bir üniversite, neoliberalist bir eğilimle, sadece para kazanmak için bu zavallı duruma düşebiliyor. Asıl olarak öğrencileri üzerinden para kazanma amacı üzerine kurulan bir özel üniversite değil de, bir devlet üniversitesi yapıyor bunu. Elifi görse mertek sananların yöneticilik mevkiine yükseldiği bir sanat kurumunun “sanatın etik sorumluluklarını” unutması şaşılacak bir durum mu? Hayır değil! Sanatın sosyal, politik sorumluluklarının yok sayılarak sadece bir “mal” düzeyinde algılanması öncelikle eğitim kurumlarında kökleşmiş bir özellik. “Kurumsal tutuculuğun” bundan daha iyi temsil edilebileceği başka bir örnek bulmamız kolay değil. Genç sanatçılar bu tür anlayışların zirve yapmış olduğu bir çarkın içinden geçiyorlar. Konuyu daha fazla detaylandırmak niyetinde değilim. Ama yeni ve farklıyı üretebilecek hamurun ancak eğitim kurumlarında yoğrulabileceği, bilinen bir gerçektir. Açık söylemem gerekirse, eğitim kurumlarındaki tutuculuğu belgelemek gibi bir eğilimim yok bu yazıda. Sanatsal üretim süreçlerinde “yeni” ancak sorgulayan bir yaklaşımın ürünü olabilir. Bizim, yetiştirdiği sanatçıların yanı sıra, yaptıkları diğer etkinlikler de ortada olan sanatsal eğitim kurumları gırtlağına kadar “kurumsal tutuculuğa” batmış durumda.
Sanatın üretim sürecinden sonra sergilenmesi, toplumla, ilgili kesimlerle paylaşılarak tartışmaya açılması demokratik toplumlarda kanunlarla güvence altına alınmış bir özelliktir. Avrupa Birliği üye adayı konumundaki güzide ülkemizde belki “sanatın sergilenmesi konusunda” imzalanmış, devletin sorumluluklarını belirleyen kanunlar vardır. Ama gerçekte devlet, kendisine ait koleksiyonların hem korunmasında hem de sergilenmesinde arka arkaya gündeme gelen skandallarla bu konuya ne kadar önem verdiğini ortaya koydu. Sanatın sergilenmesi konusundaki tüm inisiyatiflerin özel kişi ve kurumların eline geçmesi artık yadırganmayan bir durum oldu. Ama koleksiyonerlerin kurduğu sergi mekânlarında da “kurumsal tutuculuğun” baş göstermesi güncel bir olgu. Çoğunluğu “vakıf” statüsüne bile sahip olmamasına rağmen, son on yıl içinde özel koleksiyonların düzenledikleri etkinliklerle bir tür “kanon” yaratmaya çalıştıklarına şahit oluyoruz. Sanatın üretilme aşamasındaki anti-demokratik, çağın gerisindeki yaklaşım, sanatın sergilenmesindeki eşitsiz ve güdümlü bir sistemle destekleniyor. Kurumsal tutuculuğuyla sadece sanat piyasasının körüklediği sistemi resmileştirmeye çalışan bu koleksiyonların “yeni ve farklıya” kapalı olmasını bir çırpıda açıklamamız mümkün. Dekoratif olmayan her sanatsal çalışma “sorguladığı” için, yürürlükteki sistem açısından tehlike oluşturuyor. Kişisel çıkar ilişkilerine dayalı “cemaatçiliğin” belirlediği sergilerle yapay bir hareketlilik oluşturulduğunu unutmamak gerekiyor. Dolayısıyla her türlü tehlikeden uzak bir “sergileme sistemi” irili ufaklı modelleriyle gündemi oluşturuyor. Son defa açıkça gözlemlendiği gibi, İstanbul Bienali de asıl görevi olan “yeniyi tartışmaya açmak”tan uzaklaşmış durumda. Yabancılar nezdinde, İstanbul’u görme bahanesi olarak algılanan İstanbul Bienali, yerliler için hiçbir şey ifade etmiyor artık. Çünkü cemaat anlayışıyla çalışan tutucu bir sistem, hem Bienal’i hem de güncel sanat ortamındaki “görünürlüğü” etkisi altına almış durumda.
“Görünürlük”, güncel sanat etkinliklerindeki en önemli varoluş nedenlerinden biri olarak, hem sanat ortamı hem de izleyiciler açısından son derece önemli bir özelliğe sahip. Sanat izleyicilerinin çoğunluğunun bizzat sanatla ilgilenenler olduğu bilinen bir gerçektir. Eğer bir tutuculaşma eğiliminden bahsediyorsak, bunun izleyici kitlesini de etkisi altına aldığını tartışmamız gerekiyor. Yazımın başında “yeni ve farklı”yı maddesel olarak değil, düşünsel ve imgesel olarak yorumladığımı belirtmiştim. Bu çerçevede “izleyici kitlesinin tutuculaşması”, bir noktada sanatçılara, sorumluluklarını hatırlatacak baskının yapılmamasından kaynaklanıyor. Geleneksel terbiye ve saygının o kadar ağır bastığı bir toplumda yaşıyoruz ki, yıllar yılı aynı tarzda üretim yapan “usta sanatçılarımızın” karşısına geçerek, “bunları neden yapıyorsunuz?” diye soracak bilinçli bir izleyici kitlesinden yoksunuz. Sanatçılar sürekli haklarının yok sayıldığından dem vururken, sorumluluklarından söz açmıyorlar. Sanatçının etik sorumluluklarından biri de, kendi çapında “yeni ve farklı”nın peşinde olması değil mi? Yanlış anlaşılmasın, sanatçının illa ki yeni işler üretmesi gerekir savıyla yola çıkmıyorum. Ülkemizde henüz yeterince sorgulanamayan bir olgu da, sanatçıların üretim süreçlerinde izleyenleri ne kadar zorlayabildiğidir. Sanat izleyicisi kendi sınırlarını ancak gördüğü farklılıklar sayesinde aşabilir. Bilinçli izleyici bu tür bir zorluğun kendisi için ne kadar önemli olduğunu bildiği için bunun peşinde ilerlemeye çalışır, hatta bunu sanatçıdan açıkça bekler. Ülkemizde “sanat izleyicisinin tutuculaşması”, giderek körleşmesi, sanatçılar karşısında hiç ses çıkarmadan her ürünü kabul etmesinde de kendisini gösteriyor. “Yeni ve farklı” çalışmalar bu kısırdöngüyü kırabilecek tek güç olduğu için, üzerinde durulması ve tartışılması gereken bir konu.
Yeni Perspektifler Gündeme Gelebilir mi?
Tutuculaşma eğilimlerine karşı tavır geliştirmenin mümkün ve gerekli olduğunu düşünüyorum. İyimser olmamın en önemli gerekçelerinden biri de, ülkemizdeki genç sanatçı kuşağının, oldukça zor koşullarda olsa da, birbirinden ilginç ve yeninin rüzgârına sahip olan çalışmalar gerçekleştirebilmeleri. Yağız Özgen, Berkay Tuncay, Güneş Terkol, Aksel Zeydan Göz, Lale Delibaş, Burak Bedenlier, Elif Öner, Sibel Diker, Bengü Karaduman, Merve Şendil başta olmak üzere İstanbul’da çalışanlar; Soner Ön, Fatma Bucak, Balca Arda, Serra Tansel, Berkan Karpat, Özlem Günyol, Mustafa Kunt, Damla Tamer gibi çalışmalarını yurtdışında sürdüren 1970 ve 1980 doğumlu sanatçı kuşağı farklı deneylere giriyorlar. Bu isimler elbette çoğaltılabilir; benim sıraladıklarım, birlikte çalışma imkânına sahip olduğum ve gelişim süreçlerini takip edebildiğim sanatçılardır. Bu kuşağın temsilcilerini daha öncekilerden ayıran en önemli özellik, araştırmalarını “eşzamanlı” olarak farklı teknikleri birarada kullanarak geliştirmeleri. Birbirinden ilginç işleri, oldukça zor koşullarda gerçekleştiren bu kuşağa ait sanatçıların ihtiyaç duydukları desteği alamamaları raslantı olabilir mi? İstanbul’da gerek kurumsal gerek galerilere bağlı olan sergileme sisteminde bu sanatçılara yer verilmemesi normal bir durum mu? Bu ve buna benzer soruları çoğaltmamız mümkün. Bunlar belki yanıtları bilinen sorular, ama yeni bir perspektif geliştirebilmek için bu soruları tartışmak gerekiyor.
Bengü Karaduman Özlem Günyol ve Mustafa Kunst
Berkan Karpat Fatma Bucak
Yeni ve farklı düşünceleri formlandırabilecek bir kuşağa sahip olmanın ayrıcalığına rağmen onların çalışmalarını izleyicilerle paylaşamamaları, sanat profesyonelleri olarak nitelendirebileceğimiz aracı kişi ve kurumların başlarını tavuskuşu gibi kuma gömmelerinin gündeme getirdiği bir tıkanıklıktır. Bunun aşılabilmesi için strateji geliştirmemiz gerekiyor. Sanata destek vermenin sadece galeri kurmak ya da çok ucuza resim almak olarak algılandığı bir “sanatsever kitlesi”ne sahip olduğumuz için, oldukça talihsiz bir dönemin içindeyiz. Ülkemizde sanatı desteklemek adına kurulan sistemin güleryüzlü neoliberal bir karakteri var. Dernekler, vakıflar ve müzeler aracılığıyla tıkır tıkır işleyen bir “win-win” sistemi... Gerçekte sanatın sömürülmesi, sanatsal emeğin, bilginin ve tecrübelerin hiçe sayılarak kapitalist kazanç amaçlı sermaye birikiminin önünün açılması karşılaştığımız durumun özeti durumunda. Kişisel olarak bunun aşılabileceğini düşünüyorum. Çünkü uzun bir süreden beri bu sistemi ayakta tutan figürlerin maskeleri birer birer düşüyor. Yeni ve farklı olana duyulan “ihtiyaç” etkisini gün geçtikçe daha da ortaya çıkarıyor. Yeni perspektifler, yeni koleksiyon ve sergileme modelleri geliştirmek için en uygun zaman dilimini yaşıyoruz. İhtiyacımız olan tek şey, cesaret. Cesaret, cesaret ve cesaret.
Necmi Sönmez’in Lebriz’de yayınlanan aynı başlıklı yazısı.