Anadolu Yakası’nda bir İslam Eserleri Müzesi ya da İslam Medeniyetleri Müzesi –adı halen belirsiz– açılacağı haberleri uzun zamandır var. Süreç hızlanmış olacak ki, müzenin koleksiyonunun nasıl oluşturulacağına dair “şaibeli” haberler kulaktan kulağa dolaşmaya başladı. Son olarak, Cumhuriyet Gazetesi’nde çıkan bir habere göre, bu müze için Arkeoloji Müzesi, Ayasofya Müzesi, Topkapı Sarayı Müzesi, Türbeler Müzesi, İslam Bilim Teknolojileri Müzesi ve Vakıflar Genel Müdürlüğü’nden eser taşınacakmış. Eserlerin seçimini Hasan Bülent Kahraman yapacakmış ve şimdiye kadar 500 eserde karar kılmış. Habere göre, bu bilginin teyidi ne Kahraman’dan, ne de müze müdürlerinden –ulaşılamadıkları için– alınamamış. Haklı olarak şu sorular gündeme getirilmiş: “…İslam Eserleri Müzesi’ne nerelerden, kaç eser taşınacak? Bu eserler hangileri olacak? Eserlerin ortam değişikliği karşısında karşılacakları sorunlar nasıl değerlendiriliyor? sorularının yanıtları, şimdilik sır.”[1] Yakın zamanda bu “sır”rın apaçık ortaya çıkacağına dair hiçbir şüphem yok. Hatta şimdi “bir”lik vakti olduğuna göre, başka müzelerden de beğenilen, gönle hoş gelen, can çekilen kimi eserler istenirse şaşırmamak gerekir.
Bu olay, bizdeki politik arenada popülerleşmiş “muhafazakârlık” söylemi ile kültürel anlamda sistematik bir korumacılık kapsamında düşünülmesi gereken “muhafaza etme” halinin birbiriyle çatışması durumunu ortaya koyuyor. “Hıfz” kökeni, aslında muhafaza, hafıza, hafız, muhafız gibi “kaybolmaya yüz tutmuş şeyleri ya da ihtiyacı olanı saklama, koruma, kollama” eylemini içerir. Bu açıdan bakıldığında, “muhafaza”cı olma hali ananecilik ya da gelenekçilik denebilecek ve günümüzde siyaseten popülerleşmiş durumun çok ötesindedir. Koruma ve saklama güdüsü insanın varoluşunun ya da, şöyle diyelim, var olabilme endişesinin bir parçasıdır. Muhafaza etme eylemi de esasen değişim ve yok olmayla birlikte var olur. Birbirini dışlamanın tersine birbirini içeren bir devinimi işaret eder. Çünkü değişimin getirdiği yıkma eylemi olmaksızın muhafaza etme güdüsünün anlamı kalmaz. Değişim halinde olanın içinde saklanmaya ve korunmaya değer olanı, kadim olanı anlığa, geleceğe ulaştırma endişesidir bir bakıma muhafaza etme…
Baudelaire, modernite içinde böyle bir muhafaza endişesini duymuştur, çok sık tekrarlanan tanımında: “[…] bir yarısı sonsuz ve değişmez olan sanatın, gelip geçici, ele avuca sığmaz, koşullara bağlı olan diğer yarısı...” [2] Baudelaire’in hayran olduğu o modernitenin bir gün “antikite” haline gelmeye layık olabilmesi için değişmez olanı da barındırabilmesi gerekir. Çünkü, modern olan antikitesiyle birlikte anlamlıdır. Muhafaza edilen, edilmesi beklenen, moderni anlamlandıran ve kadim olmaya, sonsuz haline gelmeye layık olmuş olandır.
Velhasıl, müze denen kurum tam bu aşamada devreye girer. Müze kurumu kadim olanı geçici olandan ayırmak, muhafaza edilmesi gerekeni değişimin hızından, yıkıcılığından, yok ediciliğinden korumak üzere inşa edilmiştir. Varlık nedeni, dünyadaki bilgi ve üretimlerden seçerek topladığı numuneleri (collect-ion) muhafaza etmektir. Müze, fiziksel (mekân/obje) ve ideolojik (insan olma hali) olarak sınırlıdır, o yüzden seçtiği her obje ya sonsuzdur ya da seçildiği için sonsuzlaşır. Bu “seçim”in hangi koşullarda, nasıl yapıldığı, hangi yollarla meşrulaştığı, ne tür amaçlara aracılık ettiği, hangi biçimlerinin eleştirildiği gibi konular yıllardır müzecilik teorilerinin konusunu oluşturur. Ama son kertede mevzu şudur: Müze koleksiyonu, çağdaşın içinden kadim olanı, değişmekte olandan sonsuz olanı seçmek ve muhafaza etmek üzerine bir kurgudur. Dolayısıyla muhafaza ettiği ne ona aittir ne de topluma: Gelecekte yaşayacakların hafızasıdır ve onlara aittir. Bu ağır “yük”le, bir dönem dünyanın bütün bilgilerini muhafaza etme fikri ortaya çıkmış, ama “evrensel müze” bir ütopya olarak kalmıştır. Bu yüzden her müze, koleksiyonuyla, kendi içinde bir bilgi sistemi, muhafaza etmeye niyetlendiği alana dair bir anlatı, bir “antikite” dünyası oluşturarak, hafıza tiyatrosunda farklı rollere bürünür.
Koleksiyonu o müzenin kimliğidir, kişiliğidir, dünyaya dair beklentisidir, geçmişe dair görgüsüdür, değişime dair öngörüsü, topluma verdiği sözdür, hafızasıdır. O nedenle, kültürel anlamda kapsayıcı bir muhafaza etme eylemini, yani değişimle birlikte var olan bir korumacılığı benimsemiş toplumlarda, müzenin hafızası da kollanır, korunur. O nedenledir ki, dünyadaki etik kaidelere göre, bir müze koleksiyonundan “eser çıkarma” prosedürü, eser almaya göre çok daha zordur. O nedenledir ki, Louvre Müzesi Abu Dhabi’de açacağı şubesine depodan eser göndermeye kalktığında sadece Fransa değil, dünya ayaklanır. Dünyanın hafıza tiyatrosunun bir sahnesidir sonuçta alınıp satılan, parçalanan, dağıtılan. Muhafızdır, müzenin hafızasına sahip çıkan…
Müze ve genel anlamda kültüre dair hafıza söz konusu olduğunda, bizdeki popüler “muhafazakârlık” ile kültürel muhafaza etme hali arasındaki tezat berraklaşır. Bu oksimoron bir haldir, çünkü vatan, millet, geçmiş, gelenek muhafazası konuşulur, ama “hafıza” durmadan silinir. Osman Hamdi Bey Müze-i Hümayun’u bir imparatorluk müzesi haline getirmeye uğraştığında, en büyük çabası, padişahların Osmanlı topraklarındaki kazılardan çıkan eserleri sanki kendilerine aitmiş gibi hediye etme âdetleriyle mücadele etmek olur. Müze-i Hümayun’da muhafaza ettiği Antik Yunan-Bizans eserleriyle bir anlatı oluşturmak, belki Osmanlı’yı modernleştirmek, belki onu Batı’nın kökenine bağlamak, belki ayrıksılaştırmak gibi fikirlerle hareket eder. Arkeoloji Müzesi o dönem koleksiyonu ve anlatısıyla bir hafızadır. Bugün Müze, aynı koleksiyonla, başka bir senaryo, başka bir hikâye yazar. Ama bu hikâye, Osman Hamdi Bey’in o dönemki anlatısına, hafızasına eklemlenir, onu silmeden onunla konuşarak yeni anlatılar yaratır. Cumhuriyet’le birlikte, sultanlara ait koleksiyonlar, tıpkı bütün Avrupa’da olduğu gibi “kamusallaştığı”nda durum pek de değişmez. Zira koleksiyonun “kamu” malı olması, devletin “satın alarak” sahip olduğu koleksiyonu uygun gördüğü şekilde kullanması anlamına gelir. Resim ve Heykel Müzesi’nin (1937) koleksiyonu, devlet dairelerinin duvarlarını süsleyen, bürokratların ofislerinde bulunan tablolar toplanarak, sonrasında da Devlet Resim ve Heykel Sergileri’nden alınan eserlerle oluşturulur, geliştirilir. Resim ve Heykel Müzesi kurulduğu ilk günden itibaren, Türkiye’deki modern sanatın ve hatta modernleşme tarihinin hafızasını yansıtır. Devlet ne zaman istese, bu müzeden istediği tabloyu alır, istediği yere gönderir. Bu eserlerden kimilerinin izi kaybolur, kimileriyle yeni müzeler kurulur, kimileri ise mezatlarda boy gösterir. Her eksilen eser, müzenin kişiliğini zedeler. Koleksiyonu ve onun anlatısı, belki Louvre Müzesi’nin eski rejimi yıkan görsel temsilini andırır, belki modern Türkiye için ilerlemeci-Aydınlanmacı bir imge yaratma çabasını gösterir, belki de sanat tarihimizin sarsılmaz kanonunu…Ama bu anlatının eleştirisi, değişimi, dönüşümü ya da farklı açılardan yorumları yine koleksiyondaki eserlerle, müzenin muhafaza ettiği kişiliğiyle ilişkilenerek, onun belleğinden beslenerek yapılabilir. O zaman, kadim olanın gücü anlık olandan ayrılabilir. Hafızasız bir müzede, her obje, her eser yeniden anlamlandırılmaya, anlık olanın gücünün altında yitip gitmeye açıktır. Kadim o zaman yok olur, hafıza silinir, muhafaza edilemez.
Son olarak, “İslam Eserleri/Medeniyetleri Müzesi” hafızasızlaştırma projesi, bu çelişik muhafazakârlık durumumuzu gözler önüne seriyor. Zira sözü edilen müzelerin her birinin kendi hafızası var. İster sergilenen eserlerden, ister depoda tutulanlardan olsun, bu müzelerin koleksiyonlarından eser “çıkarmak”, bunları yeni bir binada, başka bir bağlamda sergilemek, başka bir anlatı kurgusunun içine yerleştirmek o objelerin de yeniden anlamlandırılması demek olacaktır. Hafızaları silinmiş objeler, farklı hayat hikâyeleriyle “yeni”lenmiş olacaktır. Üstelik, adı geçen müzelerin koleksiyonlarının da bütünlüğü bozulacak, muhafızlığını üstlendikleri dünyaya ait medeniyet parçası lime lime edilecek, kişilikleri, sözleri sarsılacak.
Kısaca, muhafız, bir kez daha muhafaza etmek yerine değiştirmeye, silmeye ve yok etmeye istekli ve muktedir... Önceleri bu yıkıcı halin “popüler muhafazakârlık” hızıyla, belirli bir hafızaya yönelik olduğu düşünülmüştü. Görülen o ki, sahip olduğumuz muhafazakârlığın tezat hali muhafaza ettiğini de yok ediyor.
Yine de, hafızasız bir müzede, muhafız anlık olanın peşine düşüp muhafaza edilemeyeni silerken, toplumdaki hafızada kadim olan kendi yolunu bulacaktır kuşkusuz.