Muhafaza/Mimarlık: Yapmanın, Yıkmanın ve Bırakılmışlığın Tarihi

  

Korumak/yıkmak ve inşa etmek/harabeye dönüştürmek ilk bakışta birbirlerinin zıttı gibi görünen eylemler. Genellikle korumak ve inşa etmek olumlama, yıkmak ve harabeye dönüştürmek olumsuzlama barındırırlar. Oysa Muhafaza/Mimarlık’ın çarpıcı biçimlerde hatırlattığı gibi işin içine iktidar ve politika girince ilişkiler karmaşıklaşıyor, zıt gibi görünen kavramlar birbirine dönüşebiliyor, önceki olumsuzlamalar sonradan olumlama olarak karşımıza çıkabiliyor. Bunları ortaya çıkaran bir bakış açısı eleştirel bir tarih okumasını ve tarihsel oluşumlar arasında yeni ilişkiler kurulmasını gerektiriyor. Elimizdeki kitap tam da bunu gerçekleştiriyor.

Muhafaza/Mimarlık Nur Altınyıldız Artun’un kaleme aldığı ve Bilge Bal’ın derlediği birbirinden bağımsız ama yakından ilişkili üç metinden oluşuyor. Bunların ilk ikisi, “İstanbul’un Mimarlık Mirası ve Koruma İdeolojisi,” ve “Harabe Manzaraları/İhtişam Hatıraları: İmparatorlukla Cumhuriyet Arasındaki Eşikte Siyaset ve Mimarlık,” başlıklarını taşıyor ve 19. yüzyıldan 1970’lere kadar Osmanlı devleti ve Cumhuriyet dönemlerindeki koruma politikalarını mercek altına alıyor. Son metin muhtemelen tamamlanmamış olduğundan “ek” olarak adlandırılmış olsa da aslında kitabın omurgasını oluşturan harabe kavramının Batı dünyasındaki tarihçesine odaklanıyor. Kitabı özgün ve alabildiğine esinlendirici kılan, tarihsel anlatısının böylesine üretken ve çok anlamlı bir kavram üzerine kurulmuş olması. Tam da bu nedenle buradaki metinleri akademik disiplinlerin verili kategorilerine yerleştirmek olanaksız. Elimizdeki kitap ne tarih, ne koruma, ne mimarlık ne de planlama alanlarının sınırları içinde tanımlanabiliyor. Bunların hem hiçbir tanesine sığmıyor, hem de hepsini kapsıyor çünkü.

“Harabe Kavrayışının Tarihi” başlığını taşıyan ek bölümün en ilginç yanı, ilk iki metin için tarihsel bir bağlam oluşturması. Yazarının tamamlayamadan aramızdan ayrıldığı bu çalışma henüz sadece ve de kısmen Batı dünyasına ışık tutabilmiş olsa da, harabe kavramına ilginin Rönesans döneminde başlamasından itibaren iktidar güçleriyle nasıl eklemlendiğini gözler önüne seriyor. Daha 15. yüzyılda Roma harabelerinin ünlü ressamların tablolarında aziz ve azizelerin dekoru olarak kullanılmaları; 16. yüzyılda Roma kentindeki antik eserlerle ilgili tüm yetkiyi alan Raffaello’nun Papa X. Leo ile harabelerden yeni inşaatlar için taş tedariki konusundaki tartışması; antik harabelerin 17. yüzyılda grand tour’a çıkan Avrupa üst sınıf mensuplarının bilgi, ve dolayısıyla itibar nesneleri haline gelmeleri gibi örnekler harabe olgusunun hiç de masum ve özerk bir tarihi olmadığının ifadeleri. Ancak Avrupa tarihinde harabe kavramının doğrudan politik iktidarla ilişkilenmesi ve yıkım/onarım ikileminin paradoksal bir biçimde iç içe geçmesi 1930’lu yılların İtalya ve Almanya’sında gerçekleşiyor.  Mussolini’nin bir yandan eline kazmayı alarak Roma’daki eski mahalleleri yıkarken diğer yandan tarihî anıtları yeni açtırdığı cadde ve meydanlarda sergi nesnesi olarak yüceltmesi; Hitler’in mimarı Albert Speer’in ileride yıkıma uğrayabilecek binalarının Roma harabelerine benzemesini arzulaması gibi örnekler, yıkım/onarım ve iktidar ilişkilerinin en belirgin göstergeleri olarak karşımıza çıkıyor. Tamamlanamamış da olsa “Harabe Kavrayışının Tarihi” esinlendirici sorular uyandırması ve gelecekteki çalışmalara yol açması açısından önemli.  Tarihî eserlerin hangi durumda harabe olarak nitelendirildiği; Batı dışındaki toplumlarda harabe olgusunun hangi iktidar odaklarıyla nasıl eklemlendiği; gündelik yaşamla harabe ilişkisi; doğa, harabe ve uygarlık kavramlarının ilişkisi gibi temalar yeni araştırmalara ve çalışmalara açık.

 

  

Andrea Mantegna, Aziz Sebastian, 1480 civarı.         Andrea Mantegna, Aziz Sebastian, 1456-1459.

 

Muhafaza/Mimarlık’ın ilk iki bölümü İstanbul’u merkez alarak harabe olgusunu muhafaza politikaları bağlamında irdeliyor. Bu bölümler, 19. yüzyıldan 1970’li yıllara kadar Osmanlı devleti ve Cumhuriyet yönetimlerindeki planlama politikalarında tarihî eserlerin hangilerinin hangi amaçlarla muhafaza edildiğinin yanı sıra harabe kavramı üzerine geliştirilen politik söylemlere odaklanıyorlar. Titizlikle ayrıntılandırıldığı gibi bu tarihsel anlatıda dönüm noktasını, Osmanlı İmparatorluğu’nda 19. yüzyıla kadar imaret kültürü ve vakıf sistemiyle yönetilen onarım ve kentsel yapı üretimi faaliyetlerinin gerek göçler gerek savaşlar, salgınlar ve yangınlarla zarar gören İstanbul’da kontrolsüz hale gelmesi oluşturuyor. Kentin tarihinin fiziksel izlerinin ciddi ölçüde hasar görmesi ve kent yönetiminin yeniden örgütlenmesiyle eski eser, harabe, muhafaza ve tamir gibi kavramlar politik pratik ve söylemlerin çatışma alanları olmaya başlıyorlar. Bu noktada Muhafaza/Mimarlık’ın önemli bir saptaması, kentsel yenileme ve koruma alanlarındaki dönüm noktasının Osmanlı geçmişinin reddedildiği Cumhuriyetin ilk yıllarından çok daha önce yaşanmış olması. Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde çıkarılan yasalar ve alınan yönetsel kararlar, abidelerin gerek imhası gerekse korunma koşulları konusundaki ilk adımların nasıl atıldığını ve tarihî yapıların günü geçmişliğinin teslim edilmesiyle itibarlarının korunması arasında ne tür çelişkilerin ortaya çıktığını belgelerken, kentsel yenileme ile mimarlık mirasının korunması arasındaki uzlaşmazlıkların da başlangıç noktalarını oluşturuyorlar.

Kitabın Cumhuriyet dönemini ayrıntılandıran bölümleri, harabe olarak nitelendirilen İstanbul’daki Osmanlı mimari mirasının kritik politik kararları harekete geçirmedeki rolüne odaklanarak bu mirasın inkılapçı ve muhafazakâr siyasetlerin tarihe bakışlarıyla nasıl ilişkilendiği, her iki bakış açısının da geçmişle olan seçici tavrının politik kararları nasıl biçimlendirdiğini ele alıyorlar. 1920’lerde Osmanlı geçmişinden kopmayı amaçlayan modernleşmeci tavırla unutturulmak istenen, 1950’lerde ise geleneği yücelten muhafazakâr Demokrat Parti yönetiminde yeniden hatırlanan geçmişi temsil eden İstanbul, karmaşık ve çoğu zaman çelişkili kentsel pratiklerin sahnesi haline geliyor. Bu bölümlerin en çarpıcı yanı da bu çelişkileri ortaya çıkarmaları. Cumhuriyetin ilk yıllarında ihtişamı unutturulmak istenen İstanbul’un harabe halinde korunarak kent belleğinde yer etmesinin yeğlenmesi, Demokrat Parti döneminde ise bir yandan abideler seyirlik olarak korunurken diğer yandan büyük ölçekli yıkım faaliyetleriyle yeni yollar ve rant getirecek arsalar açılması, yıkmak ve korumak arasındaki karmaşık ilişkinin en belirgin örnekleri. Mimarlık tarihi anlatılarında daha çok yapıtlarıyla öne çıkarılan Kemalettin Bey, Sedat Hakkı Eldem, Zeki Sayar ve Sedat Çetintaş gibi ünlü mimarlar, bu metinlerde koruma kavramıyla muhafazakârlık, modernizm ve ulusalcılık düşünceleri arasındaki karmaşık ilişkinin aktörleri olarak karşımıza çıkıyorlar.

Muhafaza/Mimarlık muhafaza, yıkım ve harabe gibi üretken kavramlar çerçevesinde kurgulanan tarih anlatılarının bilgilendirici olduğu kadar ne denli esinlendirici de olabildiklerini hatırlatıyor. Böyle bir kurguda, örneğin Rönesans Avrupası ile Cumhuriyet dönemi, Halil Edhem ile Zeki Sayar, Sedat Çetintaş’ın çizimleri ile Sedat Hakkı Eldem’in resimleri, Piranesi ile Mussolini gibi her zaman bağlantısı kurulmayabilen dönemler ve aktörler arasında yeni ilişkiler keşfetmek, hem kavramları hem bunların farklı aktörlerce nasıl harekete geçirildiğini yeniden düşünmek mümkün oluyor. Muhafaza/Mimarlık gelecek çalışmalara öncü olacak, mimarlık, kent ve koruma tarihi yanı sıra kentlerimize güncel yaklaşımlara da eleştirel olarak farklı çerçevelerden bakmamızı sağlayacak nitelikte bir derleme olarak düşünsel dünyamıza önemli bir katkı yapıyor.


Gülsüm Baydar'ın 12 Eylül 2019 tarihli Cumhuriyet kitap ekinde yayınlanan yazısıdır, sayı 1543, s. 16-17.  

harabeler, mimarlık