Modernliği Başlatan Büyük Patlama

Günümüzde hâlâ etkisini kaybetmeyen yaygın bir Aydınlanma efsanesi var: Buna göre, modern meta üretimi sistemi, barışçıl ticaret ve gelişmenin, burjuva endüstrisinin, bilimsel merakın, hayat standardını yükselten icatların, ve Ortaçağ'ın gaddar kültürüne karşı cüretkâr keşiflerin sonucunda yaşanan bir “Uygarlık Süreci”nden (Norbert Elias) doğmuştur. Oysa modernleşmenin tam anlamıyla yıkıcı ve kanlı sonuçları, bu resmî ideolojik peri masalında anlatılandan farklı bir kökene işaret ediyor. Max Weber’in Protestanlık ile kapitalizm arasındaki bağlantıya dikkat çekmesinden bu yana, modernliğin başlangıcının tarihi olsa olsa kabaca, ve kesinlikle eleştirellikten uzak biçimde ele alındı.

 

 

Berthold Schwarz’ın barutu keşfedişi. Sol: Le Petit Journal dergisinden, 1901. Sağ: Sciences populaires dergisinden, 1880.

 

Şövalyelik Ruhuna Aykırı Silahlar

14. yüzyılda bir tarihte, Almanya’nın güneydoğusunda bir yerlerde muhtemelen kuvvetli bir patlama yaşandı: güherçile, sülfür ve benzeri kimyasal maddelerin dikkatsizce biraraya getirildiği bir karışım infilak ediverdi. Deneyi yapan meraklı keşişin adı Berthold Schwarz’dı. Schwarz hakkında ayrıntılı bilgiye sahip değiliz, ama o patlamanın, modernliği başlatan büyük patlama olması muhtemel. Tabii Çinliler barutu uzun zaman önce keşfetmişlerdi ve muhteşem havai fişekler dışında savaşlarda da kullanıyorlardı. Ama uzun mesafelere cisim fırlatmak gibi kelimenin tam anlamıyla kapsamlı sonuçları olacak bir uygulama için barut kullanmak akıllarına gelmemişti. Barutu ilk kez bu şekilde kullanmak, Avrupa’nın dindar Hıristiyanlarına nasip olacaktı. Konstanz Piskoposu I. Nicholas’ın 1334’te Meersburg şehrini savunmak üzere top kullanması, barutun bu şekilde kullanıldığına dair kayıtlara geçen ilk olaydı.

Günümüzde hâlâ en yaygın cinayet silahı olan “ateşli silah” böyle doğdu. Modernliğin bu temel icadı, Batı’nın tarihsel yükselişine damgasını vuran “askerî devrim”i (Parker) başlatacaktı. Uzun mesafelerde etkili olan silahların geleneksel toplum düzeni üzerinde ne gibi sonuçlar yaratacağı daha Ortaçağ’da anlaşılmıştı. 1000 yılı civarında, yeni icat edilen tatar yayının Avrupa’ya gelmesiyle, bu türden ideolojik endişeler kendini göstermeye başlamıştı. 1139’da toplanan İkinci Lateran Konsili’nde, “şövalyelik ruhuna aykırı” diye tanımlanan bu savaş aletinin kullanımı yasaklanmıştı.[1] Tatar yayının hırsızların, kanun kaçaklarının ve asilerin başat silahı haline gelmesi tesadüf değildi.

 

Crécy Muharebesi, 1346, Yüz Yıl Savaşları. Jean Froissart'ın resimli Vakayiname’sinden.

 

Ateşli silahlar, ağır zırhlar kuşanan onurlu şövalye sınıfını askerî açıdan tamamen gülünç hale getiriyordu. 30 Yıl Savaşı [1618-1648] devam ederken Simplicissimus kitabını yazmakta olan Grimmelshausen, çiftlikte yetişmiş basit bir oğlanın rütbeli bir askere dönüşmesini şöyle anlatacaktı: “Şimdi büyük bir adam olduysam, en düşük tabakadan bir seyis yamağının bile dünyanın en gözüpek kahramanlarını öldürebiliyor olması sayesindedir; halbuki barut icat edilmemiş olsa ayağımı denk almak zorunda kalırdım.”

“Ateş boruları”nın yabancıların eline geçmesi elbette uzun sürmeyecekti. Ok yaydan çıkmış, yeni teknolojinin önünü açtığı imkânlar görülmüştü. İrili ufaklı bütün hükümranlar, patlayıcı silah rekabetinde geri kalmamak için birbiriyle yarışmaya başladı. Artık hiçbir konsilin faydası olmazdı; yeni imha silahlarıyla ilgili teknik bilgi denetlenemez biçimde yayılıyordu. Rönesans’ta zanaatlerin nispeten daha gelişmiş olduğu Kuzey İtalya kentlerinde ateşli silah teknolojisi özellikle hızlı ilerledi. Bu başlangıç döneminde yaşanan bütün gelişme ve keşifler, top imalatı ve kullanımına bağlı becerilere dayanıyordu. Kuzey İtalyalı düşünür Antonio Cornazano, 16. yüzyılın başlarında ateşli silahların belirleyici rolünü açıklarken, “Madama la bombarda” diye adlandırdığı toplara övgüler düzüyordu.[2]

 

Lutzen Muharebesi, 1632, Otuz Yıl Savaşları.

 

Ateşli silahların giderek daha da geliştirilmesini takiben yeni tahkimat teknikleri de geri kalmadı. Dolayısıyla modernleşme yönündeki ilk atılım aynı zamanda bir silahlanma yarışıydı ve günümüze kadar düzenli aralıklarla devam eden bu süreç modernliğin adeta alameti farikası haline geldi. Toplar da savunma duvarları da büyüyüp geliştikçe, “askerî devrim”in toplumu değiştirme gücü arttı.

Ateşli silahlarla gelen yeniliklerin sadece askerî teknolojide değişim yaratmakla sınırlı kalmayacağı kısa sürede anlaşıldı. Savaşın organizasyon ve lojistiğinde yaşanan dönüşüm toplumsal ilişkilerde çok daha derin etkilere yol açacaktı. O güne kadar tarım toplumlarındaki sivil ve askerî organizasyon biçimleri büyük ölçüde aynıydı. Genel olarak her özgür ve yetkin yurttaş, yerine getirmesi gereken askerî yükümlülükleri olması bakımından aynı zamanda ordunun mensubuydu. Ordu ancak, en yüksek mertebedeki sorumlunun, yani imparator, kral, dük veya konsülün “silahlara çağrı” yapmasıyla toplanıyordu. Bunun dışında genellikle sözü edilmeye değer bir askerî aygıt bulunmuyordu. Çin veya geç Roma İmparatorluğu gibi daha büyük imparatorluklarda az çok etkili daimi ordular vardı var olmasına ama, ne kadar gelişmiş veya masraflı olurlarsa olsunlar toplumun üretim biçimi veya yaşam tarzı üzerinde olsa olsa yüzeysel bir etki yaratıyorlardı.

Belirleyici fark, donanım sorunundan kaynaklanıyordu. Modernlik öncesi dönemin savaşçıları silahlarını yanlarında taşıyor, bizzat üzerlerine takıyor, veya evlerinde saklıyorlardı. Miğfer, kalkan ve kılıç, herhangi bir köyün demircisi tarafından üretilebilirdi; her çoban ok ve yay ya da sapan kullanmayı bilirdi. Savaşın tüm lojistiği, gayri merkezî bir tarzda örgütlenebiliyordu. Bu da tarım toplumunun son derecede gelişmiş ademi merkeziyetçi ilişkilerine denk düşüyordu. Merkezî otorite, despotik bile olsa, sınırlı bir etkiye sahipti ve gündelik hayata nüfuz etmesi çok zordu.

Fakat askeriye alanındaki modern değişikliklerle birlikte bütün bunlar geçmişte kaldı. Tüfekler, hele hele toplar öyle her köyde üretilip evlerde depolanamaz, üstte taşınamazdı. Ölüm aygıtları birdenbire üst seviyeye taşındı ve insan ilişkilerinin sınırlarını paramparça etti. Topta, bazı açılardan, modernliğin arketipini bulabiliriz: üreticisini kontrol altına almaya başlayan bir araç. Yeni doğan silah ve ölüm endüstrisi, daha sonra yaşanacak sanayileşmenin prototipiydi ve küresel piyasa demokrasileri de dahil modern toplum, bu endüstrinin yol açtığı ceset kokusunu asla temizleyemeyecekti.

Askerî aygıt böylece toplumun sivil örgütlenmesinden ayrılmaya başladı. Savaş becerisi uzmanlaşmış bir meslek halini aldı ve ordular, Geoffrey Parker’ın gösterdiği gibi, toplumun geri kalanına hâkim olan daimi kurumlara dönüştü:

 

Bu gelişmeyle birlikte tüm Avrupa’da orduların boyutları belirgin biçimde büyüdü (1500 ile 1700 yılları arasında bazı devletlerin silahlı güçleri on kat arttı) ve bu büyük orduları harekete geçirmek üzere daha iddialı ve karmaşık stratejiler benimsenmeye başlandı. […] Nihayet, askerî devrim, savaşların toplum üzerindeki etkisini büsbütün artırdı: Büyüyen ordularla birlikte maliyet de, yol açılan zararlar da, idari sorunlar da büyüdü.[3]

 

Bundan böyle toplumsal kaynaklar, tarihte eşi görülmemiş düzeyde, askerî amaçlara sevk edildi. Müsrif bir militarizme dönem dönem rastlandığı oluyordu ama hiçbiri bu kadar uzun vadeli olmuyor, toplumsal üretimden bu kadar büyük bir pay almıyordu. Yeni silah ve ordu kompleksi kısa sürede doymak bilmez bir Molek’e dönüştü: muazzam miktarda kaynağı yutan ve en iyi toplumsal olanakların uğruna kurban edildiği gaddar bir tanrıya. Onca kahramanlık türküsüne, savaşkanlığa rağmen modernlik öncesi dönem kültürlerinde silah tüketimi çok daha azdı; o dönemin savaşları yenilerinin yanında arbede gibi kalıyordu.

Karl Georg Zinn’in bu konudaki karşılaştırması modernlik adına büsbütün utanç vericidir:

 

14. yüzyıldaki silah gelişimiyle kıyaslandığında Ortaçağ’ın kullanıma hazır askerî gücünün çok daha zayıf olduğu görülür. Savaşların ve silahlanmanın Ortaçağ toplumları üzerindeki yükü modern dönemdekinden çok çok daha azdır. Savaş amacıyla kullanılan tarımsal üretim fazlası oranı Ortaçağ’da nispeten düşüktür; zaten aksi halde tarımda gereken ilerlemeler için yeterli kaynak kalmaz, ne onca katedral, ne yeni kentler ne de kaleler inşa edilebilirdi. Ortaçağ ile modern dönem arasındaki en belirgin fark, teknik ilerlemenin niteliğindeki temel farklılığa dayanır: Ortaçağ’da tarımda ilerleme yaşanırken, modernlikte tarım ihmal edilip kent merkezli silahlanma ve lüks tüketim teknolojisi geliştirilmiştir.[4]

 

“Madama la bombarda”, toplumsal üretimin çok büyük kısmını yutmakla kalmadı, o döneme kadar hayli sınırlı düzeyde kalmış olan para ekonomisine de belirleyici bir atılım kazandırdı. Sadece tarımda ve küçük ölçekli üretimde verimliliğin artması, paranın gizli hükümran olarak ortaya çıkmasını sağlamaya asla yetmezdi. Teknik gelişmeler binlerce yıl boyunca insanlık tarihinden eksik olmamıştı, ama insanlar artan verimlilikten elde ettikleri fazlayı genelde boş zaman faaliyetlerine veya dünyevi zevklere ayırmayı tercih ediyordu, parasal sermaye biriktirmek gibi bir dertleri yoktu. Üretimde böylesi delice bir gelişme ancak dışardan dayatılabilirdi; silah ve ordu kompleksi, bunu başarmanın en iyi yolunu sunmuştu.

 

Robert Kurz’un The “Big Bang” of Modernity: Innovation through Firearms, Expansion through War, A Look back to the Origins of Abstract Labor başlıklı yazısından seçilmiş bölümler. Almancadan İngilizceye çeviren John Caroll.



[1] 29 sayılı Konsil kararında ok ve yayın “Hıristiyanlara ve Katoliklere karşı” kullanılması yasaklanıyor: sourcebooks.fordham.edu – ç.n.

[2]  Aktaran, Zur Lippe, Vom Leib zum Körper: Naturbeherrschung am Menschen in der Renaissance, 1988, s. 37.

[3]  Geoffrey Parker, The Military Revolution: Military Innovation and the Rise of the West, 1500-1800, 1988, s. 2

[4]  Karl Georg Zinn, Kanonen und Pest: Über die Ursprünge der Neuzeit im 15. und 16. Jahrhundert, 1989, s. 58.

modernite, Krisis Grubu