Metropol

 

 

Seneler önce, Guy’le [Debord], siyaset felsefesi üzerine sohbet ediyorduk (daha doğrusu ben öyle olduğunu düşünüyordum), sonra bir noktada Guy lafımı kesip şöyle dedi: “Ben filozof değilim, stratejistim.” Bu sözler beni çok şaşırtmıştı çünkü Guy’i de tıpkı kendim gibi bir filozof olarak düşünüyordum, ama galiba onun demek istediği şuydu: Her düşünce, ne kadar “saf”, genel ya da soyut olmaya meylederse etsin, daima tarihsel ve zamansal göstergelerin damgasını taşır, dolayısıyla şu veya bu biçimde bir stratejiye ve aciliyete yakalanır ve bağlanır. Bunu söylüyorum çünkü birazdan sunacağım düşünceler bariz biçimde genel olacak, çatışma izleğinin ayrıntılarına girmeyeceğim, buna rağmen düşüncelerimin bir stratejinin izlerini taşıyacağını umuyorum.

Biraz basmakalıp bir girizgâh yapıp, metropol kelimesinin etimolojisine bakmak istiyorum. Bildiğiniz gibi Yunanca’da metropol Ana Kent demektir ve kentler ile koloniler arasındaki ilişkiyi ifade eder. Bir koloni kurmak üzere kentten ayrılan bir polis’in yurttaşları, ilginç bir biçimde, en apoikia diye tarif edilir: evden, ve koloniyle ilişkisinde Ana Kent niteliği edinecek kentten uzaklaşma/ayrılma. Biliyorsunuz, kelimenin bu anlamı hâlâ yaygındır ve evin bulunduğu metropol teritoryası ile kolonilerin ilişkisini ifade etmek üzere bugün de kullanılır. Etimolojiden çıkaracağımız ilk ders şu: Metropol kelimesinin, güçlü bir yerinden edilme anlamı, mekânsal ve politik açıdan türdeş olmama anlamı vardır; devlet –ya da kent– ile koloniler arasındaki ilişkiyi tanımlayan da budur. Bu da, metropolün kentleşmiş, kesintisiz ve nispeten türdeş bir dokusu olduğu yolundaki günümüz düşüncesi hakkında bir dizi soruyu gündeme getiriyor. İlk sorunumuz şu: Yunan polis’ini bir politik kent modeli olarak tanımlayan hak eşitliği [isonomy], metropol ile koloni ilişkisinden dışlanmıştır, dolayısıyla metropol kelimesi, kentsel bir dokuyu tarif etmek üzere aktarıldığında, beraberinde bu temel türdeşsizliği getirir. Onun için, şöyle bir şey önereceğim: Metropol terimini, geleneksel polis kavramı çerçevesindeki anlamıyla kentten –yani politik ve mekânsal hak eşitliğine dayanan bir şey olarak kentten– özü gereği farklı olan bir şey için kullanalım. Ben bu terimi, Michel Foucault’nun tarif ettiği dönüşüme –eski rejimin teritoryal iktidarından, yani hükümranlıktan, özünde yönetimsel olan modern biyo-iktidara geçiş sürecine– koşut olarak ortaya çıkan yeni kentsel dokuyu ifade etmek üzere kullanmayı öneriyorum.

Bu demektir ki bir metropolün ne olduğunu anlamak için, iktidarın giderek, nesnelerin ve yaşamın yönetilmesi –veya dilerseniz bir ekonomi– biçimini aldığı süreci anlamak gerekiyor. 18. yüzyılda ekonomi, yönetim demektir, başka bir şey değil – nesnelerin ve yaşamın yönetimi. Feodal sistemde kent, büyük teritoryal iktidarla ilişkisinde daima bir istisna hali içindeydi – citta franca’ydı, büyük teritoryal iktidardan görece özerkti. Bu nedenle, diyebilirim ki metropol, iktidar yaşamın ve nesnelerin yönetimine dönüştüğünde kentin yerini alan dispositif ya da dispositif’ler grubudur. 

İktidarın yönetime dönüşme sürecinin karmaşık ayrıntılarına burada giremeyiz. Yönetim, hükmetme veya şiddet değildir, bizzat yönetilenlerin özünü boydan boya geçen, dolayısıyla onların özgürlüğünü işin içine katan çok daha karmaşık bir yapılanmadır; aşkın değil içkin olan bir iktidardır ve temel özelliği, tek tek tezahürlerinde daima bir yan etki [colletaral effect] olmasıdır – genel bir ekonomi içinden doğup, tikelleri etkileyen bir şey. Amerikalı strateji uzmanları “yan hasar”dan [sivil zaiyat: collateral damage] bahsettiklerinde, bunu kelimenin düz anlamıyla okumak gerekir: Yönetimde, daima, tikeller-özneler üzerinde yan etkisi olan bu genel ekonomi şeması söz konusudur.

Metropol konusuna dönersek, ben şöyle düşünüyorum: Karşı karşıya olduğumuz süreç, eski kentin gelişip büyümesi süreci değil; mahiyetini derinlemesine incelememiz gereken yeni bir paradigmanın tesisi söz konusu. Kuşkusuz bu paradigmanın temel özelliği, bir merkez –yani bir kamusal alan (agora)– üzerine kurulu polis modelinden uzaklaşılıp, metropole özgü yeni bir mekânsallaşmaya geçilmiş olması. Bu yeni mekânsallaşmanın da, bir depolitizasyon sürecine  tabi olduğu muhakkak; bu durum, neyin özel neyin kamusal olduğuna karar vermeyi imkânsız hale getiren tuhaf bir bölge ortaya çıkarıyor.

Michel Foucault, bu kentsel mekânın bazı niteliklerini, yönetimsellik bağlamında tanımlamaya çalıştı. Ona göre, bu dönüşüm sürecine kadar birbirinden ayrı olan iki paradigma, bundan sonra yakınlaşmaya başlamıştı: cüzzam ve veba paradigmaları. Cüzzam paradigması, elbette, dışlamaya dayanıyordu: Cüzzamlıların kentin “dışına yerleştirilmesi”ni gerektiriyordu. Bu modelde, arınmış kent, yabancı olanı dışarda tutuyordu: grand enfermement – kapat ve dışla. Veba modeli ise tamamen farklıydı ve başka bir paradigmaya yol açmıştı. Veba kente geldiğinde, salgın kurbanlarını dışarı çıkarmak imkânsızdı. Bu, tam tersine, kentsel mekânların gözetlenmesi, denetlenmesi ve eklemlenmesi üzerine kurulu bir model yaratmıştı. Kent mekânı kesitlere ayrılıyor, her bir kesitteki her bir yol bağımsız hale getirilip bir müfettişin gözetimine devrediliyordu; hiç kimse evinden dışarı çıkamıyor, evler her gün denetlenip hane halkı kontrolden geçiriliyordu: kaç kişiler, ölen var mı vs. diye. Kent teritoryasında, müfettişlerin, doktorların ve askerlerin güzetimindeki bir quadrillage söz konusuydu. Yani, cüzzamlı, bir dışlama aygıtı tarafından reddedilirken, veba kurbanı, bölmeye ve bireyleştirmeye hasredilmiş karmaşık bir dispositif ağı içinde kapatılıyor, gözetleniyor, denetleniyor ve tedavi ediliyordu, böylece denetimin ve iktidarın etkililiği de eklemlenmiş oluyordu.

Dolayısıyla, cüzzam dışlama toplumunun paradigması iken, veba disiplin tekniklerinin, toplumu eski rejimden disiplin paradigmasına geçiş sürecine taşıyacak teknolojilerin paradigmasıdır. Foucault’ya göre, modernliğin politik alanı bu iki paradigmanın ürünüdür: Cüzzamlı, bir noktada, veba kurbanı gibi muamele görmeye başlar, veba kurbanı da cüzzamlı gibi. Başka bir deyişle, disipliner iktidarın gözetim, denetim, bireyleştirme ve eklemleme düzeneği, cüzzamın dışlama ve ayırma çerçevesine yansıtılır; böylelikle süreç, cüzzamlıyı, ona bir veba kurbanı gibi muamele ederek bireyleştirme, özneleştirme/tabi kılma ve düzeltme sürecine dönüşür.

Demek ki ortada çifte bir kapma [capture] var: bir yanda, hasta/sağlıklı, deli/normal vs. gibi basit karşıtlıklar, öte yanda özneleri özneleştiren, bireyleştiren ve denetleyen karmaşık bir teknoloji ve dispositif dizisi. Günümüz metropol mekânına dair genel bir tanım ortaya koymak için işe yarayacak ilk çerçeve bu; ayrıca burada [bu konuşmanın yapıldığı sempozyumda] konuşulan ilginç meseleleri de açıklıyor: sınırları, duvarları, mekânsallaşmayı tekanlamlı biçimde tanımlamanın olanaksızlığı meselesi. Çünkü bunlar, bu farklı paradigmanın etkisinin ürünü: Artık ortada basit ikili karşıtlıklar yok; bu ayrımlar üzerine, karmaşık eklemleme ve bireyleştirme süreçlerinin ve teknolojilerinin yansıtılması söz konusu.

Kentin bir dispositif veya bir grup dispositif olduğunu söylemiştim. Ancak, bir dispositif’i tanımlayan temel unsurlardan biri –ki kanımca Foucault da böyle düşünüyordu– bireyler ile dispositif’ler arasındaki corpo a corpo [beden bedene] ilişkinin sonucu olan özneleştirme süreçleridir. Özneleştirme süreci olmayan hiçbir dispositif yoktur; dispositif’ten bahsedebilmeniz için ortada bir özneleştirme sürecinin olması gerekir. Özne/tebaa iki anlama gelir: bir bireyin, bir bireyselliği ve tikelliği benimseyip ona bağlanmasını sağlayan şey, ama aynı zamanda dışardan bir güce tabi olma. Bu iki boyutun birarada olmadığı hiçbir özneleşme süreci yoktur.

Genellikle, hareketlerde de eksik olan şey, bu ilişkinin idrakidir: bir insanın, herhangi bir kimliği üstlendiği her durumda, aynı zamanda tabi de olması. İşleri daha da karmaşık hale getiren bir olgu daha var: Modern dispositif’ler, sadece bir öznelliğin yaratılmasını içermekle kalmıyor, aynı zamanda ve eşit derecede, bir öznellikten arındırma sürecini de içeriyor. Belki de bu hep böyleydi: Batı öznelliğini şekillendiren günah çıkarmayı düşünün, veya bugün de yaşadığımız hukuki itiraf sürecini. İtiraf, bir öznenin yaratılması sürecinde aynı zamanda daima bir öznenin yadsınmasını da içerir. Örneğin günahkâr ve itirafçı figüründe, bir öznelliğin üstlenilmesi aynı zamanda açıkça bir öznellikten arınma sürecini de beraberinde taşır. O zaman bugün karşımızda duran mesele, dispositif’lerin öznellikten arındırma özelliğinin giderek artması. Bu nedenle yarattıkları özneleştirme süreçlerini tespit etmek çok zor. Ama metropol aynı zamanda muazzam bir öznellik yaratımı sürecinin meydana geldiği yer. Bu konuda yeterince bilgimiz yok. Bu süreçler hakkında bilgi edinmemiz gerek derken, sosyolojik, ekonomik ve toplumsal analizden bahsetmiyorum sadece; ontolojik düzeyden, başka deyişle Spinozacı düzeyden de bahsediyorum: yani, öznelerin yapıp etme yetisi/gücüyle ilgili olan düzey. Bir öznenin şu ya da biçimde öznel bir kimliğe bağlanmasının, eylemde bulunma gücünde bir artışa veya azalmaya sebep olduğu süreçler. Bu bilgiden mahrumuz ve bugün tanık olduğumuz metropol çatışmalarının bu kadar anlaşılmaz olmasının sebebi de belki bu.

Metropole özgü dispositif’lerle yüzleşmemiz, bence ancak, metropolün içerdiği özneleştirme süreçlerini daha eklemli biçimde, daha derinlemesine kavradığımızda mümkün olabilir. Çünkü bence çatışmaların sonucu buna bağlı: “yönetilemezlik” diyeceğim o noktaya ulaşabilmek için özneleştirme süreçleri üzerinde etkide bulunma ve onlara müdahale edebilme gücümüze. İktidarın yönetim figürü içinde karaya oturacağı yönetilemezlik... Bence her türlü politikanın başı ve kaçış çizgisi olan yönetilemezlik...

 

Giorgio Agamben’in 2005 tarihli bir konuşması. Bant çözümü ve İngilizce’ye çeviren: Arianna Bove. Kaynak: http://www.generation-online.org/p/fpagamben4.htm

Michel Foucault, iktidar